Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Topluyorum > Darwin’den İbn Haldun’a: Evrim ve İslam
Topluyorum
Darwin’den İbn Haldun’a: Evrim ve İslam

 

Nihayet ikinci iddianame de açıklandı. Son bir yıldır, Ergenekon operasyonu ve davası süresince gördüklerimiz ve duyduklarımız bizi tedricen bugüne hazırlamasaydı, bu iddianamede yer alan belge ve iddialar nedeniyle şaşkınlıktan küçük dillerimizi yutardık herhalde.
Bir de Polat Alemdar ve Memati var.
Anlayamadım?
Seyretmezsen anlayamazsın tabii ki. Ben şahsen, Kurtlar Vadisi’nin bizi duyacaklarımıza ve göreceklerimize karşı önceden hazırlamak gibi bir işlevinin olduğunu düşünüyorum.
Aslında Ergenekon’u burada çok konuştuk ama ikinci iddianamenin açıklanmasından sonra bu konudaki görüşlerinizi almak istiyorum.
İkinci iddianamede benim dikkatimi çeken, Doğu’daki karanlık olayların ve bunlarla irtibatlı şahısların da davaya dâhil edilmesiydi. Biliyorsunuz, PKK terörü, olağanüstü hal ve uyuşturucu trafiği arasındaki bağlantı, hep duyduğumuz ama hiçbir zaman doğruluğundan emin olamadığımız bir söylenti idi. Bu iddianame ile birlikte bu söylentiler de “delillendirilerek” somut bir suçlamaya dönüştü. “Kambersiz düğün olmaz” sözünün hikmeti mucibince hep merak ettiğimiz “Mehmetler” de nihayet iddianamedeki yerlerini aldılar.
Hatta iddianameye göre Çiller hükümeti o zamanki ekonomik krizi, İran ve Afganistan kaynaklı uyuşturucunun Türkiye’den geçişine izin vererek “on günde” atlatmış ki, bu manipülasyonla Türkiye’ye giren para miktarı 20 milyar dolarmış.
Hükümet dediğin böyle olur. Sorun değil, sorunlara anında çözümler üretir. Öyle değil mi?
Aklıma nedense birden orman vasfını yitirmiş arazilerin satışı meselesi geldi.
İkinci iddianame ile bir konudaki kanaatimiz iyice pekişti zannediyorum. Anladığım kadarıyla Ergenekon davası birkaç farklı unsuru birleştiriyor. Bir tarafta devlet adına yapılan kanunsuz eylemler söz konusu. Özellikle Doğu’da yoğunlaşan ve PKK terörüne karşı işlenen cinayetler, Hizbullah gibi örgütlerle temaslar ya da uluslararası uyuşturucu trafiğinin bir ayağının kontrolü gibi işler bu gruba giriyor. Öte tarafta ise hükümete karşı, ordu içerisinden kaynaklanan ama sivil kanadı da olan darbe girişimleri söz konusu. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven gibi. Ergenekon davasının bir üçüncü ayağını da kanunsuzluktan nemalanan, karanlık işlerden şahsi menfaat sağlayan mafya ve bunların devlet içerisindeki uzantıları oluşturuyor.
Devletin bulaştığı ya da bulaştırıldığı bu karanlık işler yeni değil. Aslına bakarsanız Soğuk Savaş dönemi boyunca, hatta İttihat ve Terakki’den bu tarafa devletin derin kısmı hep bu tür kanunsuz işler içerisinde olageldi. Hatta bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin iki farklı tarihi olduğu bile söylenebilir: Resmî tarih ve derin devlet tarihi. Benim esas sormak istediğim, neredeyse yüz yıllık mevcudiyetine rağmen bu pislikler neden şimdi dökülüyor ortaya?
Çok güzel bir soru. Demek ki, yukarıda saydığım üçayaktan ikisini teşkil eden bu pislikler Ergenekon sürecinin sadece tali unsurları. Dolayısıyla, buradan Ergenekon’u gündemimize taşıyan asıl unsurun darbe girişimi olduğunu anlıyoruz.
İyi diyorsun da, darbe ya da girişimi de Türkiye tarihinde ilk defa rastladığımız bir olay değil ki! 31 Mart Vakası’ndan ya da Bab-ı Âli baskınından bu yana darbelerle iç içe geçmiş bir siyasi rejimimiz var bizim. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan… Demin sorulan soruyu revize ederek yeniden sormak istiyorum. Darbelerin ya da diğer kanunsuz işlerin bunca geçmişine rağmen neden şimdi?
Bence bu daha güzel bir soru oldu. Buna iki türlü cevap verilebilir. Birincisi, Ergenekon süreci hep özlemini çektiğimiz “demokratik” bir hukuk devletine nihayet erişebildiğimizi göstermektedir. Geçmişteki kanunsuzluklar bir bir ortaya dökülerek sorumluları hesaba çekilmektedir. Tüm bu olan bitenden, bundan böyle devletimizin hiçbir karanlık işin içerisinde olmayacağını öngörebiliriz.
Geç bunları. İkincisine gel.
Tepkini anlayabiliyorum. Kısmen haklısın, keşke gönül rahatlığı ile Ergenekon davasını bu şekilde açıklayabilseydik. Ama dediğim gibi, kısmen. Oraya geleceğim. Neyse, ikinci cevap ise şu şekilde olabilir. Evet, Türkiye için darbeler yeni değil, ama arka planı itibarıyla böyle bir darbe girişimi bir ilk sayılır. Belki, 9 Mart’ı bununla mukayese edebiliriz.
Biraz daha açmanı rica edeceğim.
Hay hay! Bakın arkadaşlar, kabaca 1950’den beri yapılan askerî darbeler, etkin sebep ne olursa olsun, ağırlıklı olarak çevrenin yükselen baskısına karşı yapılmıştır. Çevrenin seçkinlerini yetiştirmesi ve merkez üzerinde kurduğu baskı ise tüm engellemelere rağmen, günbegün artarak devam etmiştir. Öte yandan bu süre boyunca merkezî seçkinler ile ABD ve NATO’nun menfaatleri de hep örtüşmüştür. Başka bir deyişle, Türkiye’deki askerî darbeler ya ABD/NATO’nun onayıyla ya da bizzat onların iradesi ile gerçekleştirilmiştir.
Ama 9 Mart girişimini bir istisna saymalıyız.
Haklısın, zaten bu nedenle Ayışığı planı 9 Mart’a benzetilebilir dedim. Sözü bugüne getirmek istiyorum. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra bir süre bölgeye yönelik politikalarında bir belirsizlik ve şaşkınlık hâkim olsa da, 2000’lerden itibaren ABD’nin genelde Ortadoğu’ya özelde de Türkiye’ye yaklaşımında çok köklü bir değişim yaşandığı görülüyor. Değişimin nedeni ise Türkiye’de çevrenin yükselen baskısının artık yönetilemez ve önlenemez olmasıdır. Çok kabaca söylemek gerekirse, yeni dönemde ABD, AKP’de mücessem hale gelen çevrenin seçkinlerine daha sıcak bakmaktadır. Hatırlarsanız, RAND raporları üzerinden bu konuyu daha önce de dile getirmiştik. İşte, ABD’nin bölgeye yönelik yaklaşımındaki bu değişiklik nedeniyle, Türkiye’deki merkezî seçkinler ile ABD’nin çıkarlarında bir ayrışma dönemine girildiği anlaşılıyor. Dolayısıyla AKP’nin çok yüksek bir oy oranıyla iktidara gelmesi ve ardından cumhurbaşkanını belirleyecek olması, ABD tarafından -en azından- teenni ile karşılanırken, Türkiye’nin merkezî seçkinlerini çileden çıkardı. İşte bunların içinden azılı bir grup, demokratik süreçlerle AKP’yi ve çevrenin yükselişini engelleyemeyeceklerini anlayınca son derece kapsamlı bir darbe planı hazırladılar. Bu plan o kadar kapsamlıydı ki, siyasete ve sivil topluma çekidüzen vermekten orduyu yeniden yapılandırmaya kadar geniş bir faaliyet alanını içeriyordu. Ayrıca bu defa darbeciler iktidarı sivillere hemen bırakma eğiliminde de değillerdi. Sistemi iyice oturtana dek ara rejim devam ettirilecekti. Böyle bir girişim için uluslararası bağlantılar zorunlu idi. Ne var ki, ABD, değişen siyaseti gereğince, bu yapılanmaya yeşil ışık yakmadı. Darbeciler de çareyi diğer güçlere yaklaşmakta, Rusya ve Çin eksenine kaymakta buldular. Ordu içerisinde öteden beri Avrasyacı bir kanat zaten vardı. Darbeciler muhtemelen bu kanatla işbirliği yaparak, Türkiye’yi ABD-NATO-İsrail ekseninden çıkarmaya çalıştılar. Bu grubun ordu içerisinde ABD’nin menfaatlerini riske atacak derecede güçlendiği anlaşılıyor. Elbette ki, ordu içerisinde diğer kanatlar ve ABD de buna göz yummadı ve bütün pislikler bir bir ortaya dökülmeye başladı. İşte Ayışığı darbe girişimini Türkiye’deki diğer darbelerden farklı kılan şey darbecilerin ABD karşıtlığı.
İşte şimdi oldu. Demokrasi falan diye başlayınca bizimle dalga geçiyorsun zannettim.
Hatırlarsan “kısmen haklısın” demiştim. Şimdi oraya gelelim. Efendim, dünya ve ona paralel olarak da Türkiye değişiyor. Aydınlanma felsefesi, metafiziğinden siyaset teorisine kadar hemen her alanda ciddi bir zafiyet içerisinde. Türkiye’nin kurucu babalarının tevarüs ettiği 3. Fransız Cumhuriyeti pozitivizmi ise sadece tarih kitaplarında mevcudiyetini sürdürebiliyor. Buna paralel olarak, Soğuk Savaş’ın ertesinde Batı’nın nispi gücünde daralma görülürken, kadim medeniyet havzalarındaki canlanma dikkat çekiyor. Çin ve Hindistan tarih sahnesine yeniden dönüyor. Küreselleşmeye paralel olarak yerelleşme de derinleşiyor. Medeniyetsel aidiyetler insanların hayatında gittikçe daha belirleyici oluyor. Başka bir deyişle insanlık tarihi, adeta, 500 yıllık bir fasıladan sonra, kaldığı yerden akmaya devam ediyor. Bu değişimler ister istemez Türkiye’deki merkezî seçkinlerin düşünce dünyasında bir çeşitlilik ve zenginlik meydana getirdi. Yani demek istediğim, eğer bugün Türkiye’de, dar ve katı bir pozitivist düşünceden beslenen kapsamlı bir darbe girişimi bütün uzantılarıyla mahkemeye getirilebiliyorsa, bunun tek müsebbibi ABD’nin yeni tutumu değildir. Dünyadaki ve Türkiye’deki değişimler ve bu değişimlere paralel gelişen algılamalar da böyle bir ortamın oluşmasında ABD’nin tutumu kadar önemlidir. Dolayısıyla şu an yaşadıklarımıza salt bir “ABD yapımı” gözüyle bakılmaması gerekir. Zira ABD de, nihayetinde, kendini karşı konulamaz bir sürece zorunlu olarak adapte etmektedir.
Bunu zaman gösterecek. İzin verirseniz şimdi başka bir konuya geçmek istiyorum.
Obama’nın ziyaretine mi?
Maalesef hayır. Davos sonrası Türk dış politikasını, bu bağlamda da “artık ABD ile ipler koptu” diyenleri yalanlarcasına Türkiye’ye gelen ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’ın, ardından Dışişleri Bakanı Clinton’ın ve ondan sonra da Başkan Obama’nın ziyaretlerini uzun uzadıya ele almamız lazım. Ama bence bunu önümüzdeki aya, Obama’nın ziyaretinden sonraya bırakalım. Geçtiğimiz ay uzun süre gündemimizi meşgul eden bir olaya, yani Darwinizm tartışmalarına geçmek istiyorum. Biliyorsunuz, tartışma TÜBİTAK yönetiminin Bilim ve Teknik dergisinin Darwin kapağını iptal ederek başka bir kapak konusu seçtiği iddialarıyla başladı. Sonra da bir süre Darwinizm’le ve din-bilim kavgasıyla yatıp kalktık.
Türkiye gibi bir ülkede herhangi bir olay, bir kavram, bir kitap ya da bir fikir gündeme taşındıktan sonra, günlerce “merkez medya” ekranlarından ve manşetlerinden indirilmiyorsa, haftalarca gazetelerin yorum köşelerini işgal ediyorsa ve zamanla bu olay ya da fikir kendisine referans yapılan bir sembol halini alıyorsa, yani siyasi tahakkümün sembolik bir aracına dönüşüyorsa ben bu sürecin tabiiliğinden şüphe duyarım. Şu Çılgın Türkler, Metal Fırtına, “Mahalle Baskısı,” ya da “Malezyalılaşma” gibi “Darwin Kapağı” da bence üzerinden siyaset yapılan, hiçbir surette sahih bir tartışmanın sahih bir konusu olması istenmemiş bir mesele. Onun için burada Darwinizm’i konuşmayı birilerinin ekmeğine yağ sürmek olarak görüyorum.
Haklısın, bu tartışma suni idi. Saman alevi gibi geldi geçti. Geride hiçbir yapıcı tortu bırakmadı. Ama bu meseleyi konuşmayı birilerinin ekmeğine yağ sürmek olarak görmüyorum ben. Zira o birileri, Darwinizm’i İslam itikadının zayıf karnı olarak görüyorlar. Zaten bu tartışmayı böyle kritik bir dönemde başlatmaları da bu görüşten kaynaklanıyor. İslami kesimden bazıları da maalesef meseleye böyle bakıyorlar. Dolayısıyla Darwinizm ya da evrim tartışması ister istemez din-bilim çatışmasına dönüşüyor. Ben bunun böyle olmaması gerektiğine inanıyorum. Ama aramızda bu konuda benden çok daha yetkin arkadaşlar var. Bu akşam ben onların bu konudaki fikirlerini öğrenmek istiyorum. Kanaatimce evrim ve Darwinizm tartışmasının iki boyutu var. Birincisi Darwinizm’in bir “bilimsel teori” olarak değeri. İkincisi ise Darwinizm’in ya da evrim teorisinin İslam inancı ile münasebeti, yani onunla çelişip çelişmediği. Öncelikle Darwinizm nedir? Neyi iddia eder?
Evrim, bazı olgulardan ve teorilerden müteşekkil karmaşık bir mesele. Ayrıca Darwinizm, evrimi konu alan teorilerden sadece biri. Dolayısıyla bu ikisini ayrıştırarak başlamak en doğrusu. Teoriyi reddederken olguları reddetmemek gerek. Aynı şekilde, olguları kabul ederken de teorinin doğruluğunu otomatik olarak benimsemek yanlış. Mesela meyve sineklerinin nesilden nesile organizmik bir değişim, yani evrim geçirdiği laboratuvar ortamında tespit edilmiş bir olgu. Ancak bu olgudan yola çıkarak var olan bütün canlı türlerinin ortak bir atadan tesadüfî bir süreçle evrimleşerek oluştuğu ve çeşitlendiği iddiası aynı kesinlikte tespit edilmiş değil. Büyük boşluklar ve olgusal olmayan kurgusal geçişler var.
Gayet iyi anladım ama önce istersen Darwinizm’in ne olduğunu birkaç cümle ile bize özetle.
Darwinizm’i şu şekilde özetleyebilirim: 1) Canlı türleri, birbirlerinden çok küçük miktarlarda farklılaşan ya da başkalaşan üyelerden oluşur. 2) Canlı türleri, nesilden nesile sayısal olarak üssel bir oranla çoğalma eğilimindedirler. 3) Bu çoğalma eğilimi, kaynakların sınırlı oluşu ya da hastalık gibi sebeplerle, türün üyeleri arasında bir hayatta kalma mücadelesine neden olur. 4) Bazı üyeler bu mücadelede kendilerine çok küçük de olsa avantaj sağlayan rastlantısal başkalaşımlara sahip olacaklardır. Bu başkalaşımlar o üyelere, kaynaklara daha etkin ve daha iyi ulaşım sağlama, hastalıklara daha dirençli olma, saldırganlıklardan daha iyi bir şekilde korunma gibi avantajlar sağlar. 5) Bu üyeler daha fazla hayatta kalırlar ve daha fazla ürerler. 6) Yeni-doğanlar ebeveynlerinin sahip olduğu başkalaşımları tevarüs ederler. 7) Bu nedenle münasip ya da yararlı başkalaşımlar, diğer başkalaşımlara nispetle, daha çok aktarılmaya müsaittir ki, Darwin buna “Tabii Seçilim” der. 8) Zaman içerisinde bu süreç türlerin özelliklerinin değişimine neden olur. 9) Yeterince uzun zaman geçtikten sonra, bir atanın neslinden gelen canlılar farklı bir tür içerisinde tasnif edilebilecek kadar çok o atadan farklılaşacaktır. Bu türsel farklılaşma sayısızca tekrar eder. İşte, Darwin’e göre, şu anda canlılar dünyasındaki çeşitliliğin sebebi budur.
Şimdi bize buradaki olguları ve teorileri söyleyebilirsin.
Efendim, basit organizmalar söz konusu olduğunda, meyve sineği örneğindeki gibi, bir türün kendi içerisinde nesilden nesile evrim geçirdiği bir olgudur. Ayrıca biyolojik yapıları itibarıyla bazı türlerin aralarındaki ortaklıkların çok yüksek olduğu da bir olgudur. Darwin’in DNA’dan ve genlerden haberi yoktu, ama Neo-Darwinciler için bu ortaklıklar temel çıkış kaynağıdır. Mesela, yapılan araştırmaların yöntemi üzerinde tam bir uzlaşı olmasa da, insanların genetik yapısı ile şempanzelerin genetik yapısı arasında %95’lik bir aynîlik olduğu görülüyor. Ancak bazı üyelerin kendilerine avantaj sağlayan başkalaşımlarının rastlantısal ya da şans eseri olarak ortaya çıktığı, bu üyelerin hemcinsleriyle sürekli bir hayatta kalma mücadelesi verdiği, hemcinslerinin bu tür yararlı başkalaşımlardan yoksun olduğu, neticede çevre şartlarının meydan okumasına karşı yalnızca yararlı başkalaşımlara sahip üyelerin hayatta kaldığı ve başkalaşımların tür-içi değil de zamanla türler-arası farklılaşmalara neden olduğu iddiaları olgusal değil kurgusaldır, yani birer teoridir. Aslına bakarsanız, bu teorinin test edilebilirliği ve tekrarlanabilirliği, dolayısıyla da “bilimsel teori” sınıfında olup olmadığı da tartışmalıdır. Dolayısıyla Darwin teorisi, evrimin ve farklı canlı türleri arasındaki biyolojik ortaklıkların mekanizmasını açıklamaya yönelik bir dizi iddia ortaya koyar. Bu iddiaların olgusal olmaması onların yanlış olduğu anlamına gelmez elbette. Ancak aynı şekilde, yanlışlanamıyor olması da bu iddiaları doğru kılmaz. Fosil çalışmaları da teoriyi net bir şekilde ispat edip, Darwinizm’i bir teori olmaktan çıkarıp onu bilimsel bir kanuna dönüştürmekten çok uzaktır.
Peki burada kavganın nedeni ne?
Burada kavganın nedeni Darwinizm’den yola çıkılarak varılan metafizik yargılardır. Daha açık söylemek gerekirse bugün Tanrı’nın varlığını reddedenler Darwinizm’i bir dayanak olarak öne sürüyorlar. Dikkat ederseniz Darwinizm, İbrahimî dinlerin müntesipleri tarafından yaygınca kabul edilen yaratılış anlatısına alternatif bir açıklama modeli sunuyor. Tüm canlı varlıkların tesadüf sonucu oluşan bir basit organizmadan, mesela bir molekülden yine tesadüfler sonucu evrimleşerek meydana geldiğini savunuyor. Bu anlamda insanlar ile diğer canlı türleri arasında bir mahiyet farkı olduğunu kabul etmiyor. Bu da insanın vahye muhatap olmadığı, bir Tanrı tarafından yaratılmadığı anlamına geliyor. İşte bu nedenle özellikle Batı’da, Hıristiyan dünyasında kıyamet kopuyor. Tabii bu bize de biraz yansıyor.
Doğrusu Darwinizm’in İbrahimî dinlerin yaratılış anlatılarıyla çeliştiğini kabul edebilirim ama bir yaratıcı Tanrı ya da bir Tanrı fikriyle niçin çeliştiğini anlamadım.
Aslında çok haklısın. Bilim, zaman ve mekan koordinatlarında çalışır. Tanrı ise zaman ve mekan ile kayıtlı değildir. Dolayısıyla bilimin Tanrı hakkında bir yargıya varması mümkün değildir. Bu açıdan, evrimciler ateist olabilirler ancak evrim düşüncesi bir yaratıcının varlığını zorunlu olarak yanlışlamaz. Darwinizm türlerin çeşitlenişine dair bir teoridir. Ama tüm evrenin nasıl ve niçin var olduğuna bir cevap sunamaz. Söyleyebileceği en uç şey zaman ve mekanın, yani evrenin ezeli ve ebedi olduğudur. Ancak insan aklı ile çelişmesi bir tarafa, evrenin zamanda ve mekanda ezeli ve ebedi olduğunu düşünmek ona bir tür tanrısallık atfetmektir ki, bu da bir nevi dindir. Paganizm’in tabiat anlayışı da bu anlamda çok farklı sayılmaz. Dolayısıyla, evrimciler bir Tanrı olmadığını iddia edemezler. Sadece maddeyi ya da evreni tanrılaştırabilirler. Öte yandan evrim sürecinin bir tesadüfler eseri olduğu iddiası karşısında sadece sezgisel bir tercih yapılabilir.
Bu noktada meselenin ikinci boyutuna geçebiliriz. Evrim teorisi İslam akaidi ile çelişir mi?
Efendim, burada bir ilkeyi en başında koymakta fayda var. İslam dini Hıristiyanlık ile ya da diğer dinlerle karıştırılmamalıdır. Bizim kutsal metinlerimizde “bilimsel olgular”la çelişebilecek ifadeler yoktur. Mevcut bazı çok-anlamlı ya da anlaşılması zor ifadeler âlimlerin içtihatlarına göre farklı yorumlanabilir. Ancak bu yorumlar hiçbir zaman İslam dinini bağlamaz; münferit algılamalar olarak kalır. Zira bizde hakikatin kurumsallaşmış şekli olan Kilise gibi teolojik bir kurum söz konusu değildir.
Bu ilkeleri ortaya koyduktan sonra, evrim düşüncesi İslam akaidi ile çelişir mi?
Çelişmek zorunda değil. Evrimin nasıllığı konusunda bir çelişki olamaz. Dediğim gibi bu konuda bilimsel olgu ne ise o kutsal metnimizle ters düşmez, çünkü Kur’an bu konuda açık ve net bir ifade kullanmaz. Ancak evrimin niçinliği, yani evrimin etkin ve ereksel nedenleri noktasında iş böyle değil. Eğer evrimin bir şans eseri olduğu iddia ediliyorsa, evet, evrim teorisi İslam akaidi ile çelişir. Ancak unutmamak gerekir ki, “niçin” sorusu bilimin sorusu değildir. Bilim sadece “nasıl” sorusunun cevabını arar. Dolayısıyla, evrimin bir şans eseri olup olmadığı meselesi hiçbir zaman bilimsel bir teze dönüşemeyecektir. Başka bir deyişle, tüm bu sürecin şans eseri olduğu iddiası asla bilimsel olarak ispatlanamayacaktır; çünkü bu bilimin sorusunun nesnesi olamayacak bir kurgudur. İslam akaidine göre her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Bu “niçin” sorusunun cevabıdır. Bunun ötesinde yaratma ameliyesi “nasıl” olmuştur? Bunun Kur’an’da açık ve net cevabı yoktur. Bilim neyi ispatlarsa bu öyledir. Bilimsel doğruların değişmesi de yine bir problem teşkil etmez. Dolayısıyla prensip olarak evrim düşüncesi İslam akaidi ile çelişmez. Ancak Darwinizm, ki içinde evrimin şans eseri olduğu gibi “niçin” sorusuna cevap olan ve asla bilimsel açıdan ispatlanamayacak iddialar taşımaktadır, İslam akaidine terstir. Ancak evrim düşüncesi, biraz önce de denildiği gibi, Darwinizm’in tekelinde değildir.
Çok haklısın. İslam düşüncesinde yaratma sürecinin evrimsel olduğunu ileri süren pek çok ilim adamı olmuştur. Bu pek bilinmediği için, İslam’ın da Hıristiyanlık gibi evrim teorisi ile çeliştiği farz edilir hep. Mesela size İbn Haldun’un Mukaddime’sinden bir pasaj okuyayım: “Sonra yaratılış ve oluş âlemine dikkatle bakınız. Nasıl madenlerden başlamakta, sonra bitkilere, sonra da hayvanlara tedriciliğin bediî bir şekli ile geçilmektedir. Madenler ufkunun sonu, bitkiler âleminin ilkine bitişmektedir. Mesela madenler âleminin son noktasında bulunan maddeler, bitkiler âleminin ilk basamağında yer alan otlara ve tohumsuz bitkilere bitişmektedir. Mesela hurma ve asma gibi bitkiler âleminin nihayetinde bulunan nebatat, salyangoz ve midye gibi hayvanlar âleminin ilk basamağında bulunan canlılara bitişmekte ve onun için salyangoz ve sedefte sadece dokunma duyusu bulunmaktadır. Şu mükevvenat ve oluşumlar âlemindeki ‘bitişik olmak’, bir sınıf ve sahanın sonunda bulunan bir varlığın ondan sonraki sınıf ve sahanın ilk basamağının varlığı haline gelmek ve dönüşmek için garip bir istidat ve kabiliyete sahip olması manasına gelmektedir. Hayvanlar âlemi genişlemiş, nevilerinin sayısı çoğalmış, nihayet tekvindeki tedricilik ile düşünce görüş sahibi insana kadar varmıştır. İnsan olma noktasına, kendisinde zeka ve idrak toplanmış olan, ama fiilen düşünme ve görüş sahibi olma mertebesine ulaşmamış bulunan maymunlar âleminden çıkılmıştır. Ondan sonra insanlar âleminin ilk noktası bu olmuştur. Müşahedemizin ulaştığı nihai nokta budur.”
İbn Haldun’un yaratılışı tedrici bir sürece bağlayan bu sözleri daha fazla tartışmayı anlamsız kılmaya yeterli. Zaten vaktimiz de kalmadı. Önümüzdeki ay devam ederiz inşallah.

Paylaş Tavsiye Et