Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2009) > Dünya Ekonomi > IMF: Her dem yeni, her dem güçlü
Dünya Ekonomi
IMF: Her dem yeni, her dem güçlü
Sadık Ünay
İKİNCİ Dünya Savaşı’nın sürdüğü 1944 yılında, John Maynard Keynes ve Harry Dexter White başkanlığındaki Anglo-Sakson delegasyonlar tarafından Bretton Woods sisteminin finansal sacayağı olarak tasarlanan Uluslararası Para Fonu (IMF), o günden beri küresel kapitalist sistemin kurumsal bir “mikrokozmoz”u olarak evrilmeye devam ediyor. Soğuk Savaş başlayıp bitti; sabit kur sisteminden dalgalı kur sistemine geçildi; refah devletleri yerini piyasa dostu rekabet devletlerine bıraktı; finansal sermaye, ticari ve sınai sermayenin önüne geçti ama IMF dimdik ayakta. Gerçi kurumsal misyonu, Keynes-White perspektifinin uluslararası finansal istikrar, istihdam ve sosyal refahın arttırılması gibi önceliklerinden neo-liberal büyüme ve iyi yönetişim gibi alanlara kaydı ama zarar yok. Adeta İbrahim Zeyd Gerçik’in Küre Yayınları’ndan çıkan kitaplarının başlıklarını çağrıştıran bir imajı var IMF’nin: “Her dem yeni, her dem güçlü”.
1944-71 döneminde, altına endeksli Amerikan doları cinsinden sabit kur değerlerini korumak ve karşılıklı devalüasyonları engellemek fonksiyonunu icra eden IMF, sosyalist bloğun 1989’daki çöküşüne kadar kapitalist dünyanın kredi üssü haline gelmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrası bağımsızlıklarını kazanan ülkeler için de Dünya Bankası ile birlikte temel kalkınma finansmanı kaynaklarından biri olmuştu. Uluslararası petrol ve borç krizleri Fon’a “küresel kriz yöneticisi” payesini kazandırırken, Soğuk Savaş sonrası Doğu Bloğu ülkelerinin piyasa ekonomisine adaptasyon süreçlerini kolaylaştırdı. 1990’lardaki Asya, Brezilya, Rusya ve Türkiye finansal krizlerinde de sahne alan Fon, 2008’de ABD’de patlak veren mortgage krizinde ise uzun süre pasif kaldıktan sonra Amerikan Merkez Bankası (FED) ve Amerikan Hazinesi’nin talepleri üzerine, krizden çıkış ve toparlanma sürecinde bir “karar alıcı” değil ama “uygulayıcı” olarak devreye girdi. Ne zaman birileri “IMF misyonunu artık tamamladı” diyecek olsa, Fon adeta küllerinden doğarak metamorfozunu sürdürüyor ve Anglo-Sakson akademisyenler ile siyasilerin küresel misyon tanımlamalarını deruhte ediyor.
1971’de Richard Nixon yönetimindeki ABD, altın-dolar değerine dayalı sabit kur sistemini kaldırdığında IMF’nin ciddi bir yol ayrımına geldiği düşünülmüştü. Ancak Fon tüm küresel finansal sistemle ilgilenmektense tek tek üye ülkelerin finansal ve makro-ekonomik politikalarının gözetimine yoğunlaşarak, sevimsiz olma pahasına etkinliğini arttırdı. 80’li yıllarda uygulanan stand-by anlaşmaları ve yapısal uyum programları Fon’un “neo-emperyal” imajını pekiştirerek onu küreselleşme karşıtlarının ve Üçüncü Dünya liderlerinin başlıca hedefi haline getirdi. 1990’ların sonundaki Asya Krizi ise bu sürece iyice tuz biber ekti. IMF’nin küresel sermaye ile ABD’nin dış ekonomi politikalarının “Truva atı” olarak, gelişmekte olan ülkelerin korunma mekanizmalarını finansal liberalizasyon kamuflajıyla ortadan kaldırmaya çalıştığı fikri, ana akım yazarlar tarafından bile seslendirilmeye başlandı.
IMF’nin “küresel kriz yöneticisi” imajının sarsılmasıyla birlikte, küresel likiditenin arttığı dönemlerde Brezilya gibi gelişmekte olan ülkeler borçlarını vadesinden önce ödeyerek Fon ile kredi ilişkilerini sonlandırmak istediler. Bunun sonucunda da, cari masraflarının çoğunu kredilendirme işlemlerinden elde edilen komisyonlarla sağlayan Fon, tasarruf tedbirleri alıp çalışanlarının %15’lik bir kısmını işten çıkardı. Kuruluş anlaşmasındaki yasal boşlukların da yardımıyla konjonktürel misyon tanımlaması, politika öncelikleri ve araçları arasında müthiş dinamik bir görüntü veren IMF’nin, iç karar mekanizmalarındaki hegemonik dengeler açısından aynı ölçüde statik ve muhafazakâr olabilmesi de oldukça manidar. ABD, küresel finansal sistemin nabzını tutabilmek için merkezini başkent Washington’a kurdurduğu IMF’nin yönetimindeki veto hakkını garanti eden %15’in üzerindeki kota hakkını koruyor. Amerikan Hazinesi’nin kritik konularda İcra Kurulu’nu devredışı bırakarak Fon yönetimine doğrudan baskı yapabildiği ve İcra Kurulu kayıtlarının gizli tutulduğu son derece ketum, hegemonik ve “kapalı kutu” bir organizasyon IMF.  
Diğer yandan Avrupa Birliği çatısı altında değil de ulusal temelde temsil edilen Avrupa ülkelerinin tüm Fon kurullarında üçte birlik söz hakkına sahip olmaları ve IMF başkanının Avrupa vatandaşları arasından kapalı kapılar ardındaki gizli pazarlıklar sonucunda seçilmesi gibi teamüller de sıkça eleştiri konusu olan hususlardan. Küresel ekonomide yaşanan güç kaymalarına paralel olarak kimi gelişmekte olan ülkelerin Fon’daki hisselerini ve söz haklarını belirleyen kotalarında marjinal artışlar sağlansa da Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi yükselen ekonomilerin IMF İcra Kurulu’nda alınacak kritik kararları etkileyebilecek kota oranları ve gelecekte aralarından bir IMF başkanı çıkarma hakkı kazanma yönündeki taleplerinin giderek güçleneceği aşikâr. Yani IMF reformu önümüzdeki dönemin sıcak küresel yönetişim gündemlerinden birisi olmaya namzet.
Hal böyleyken yakın tarihinde sıkça yaşadığı ekonomik krizler sebebiyle IMF ile neredeyse kesintisiz kredi ilişkileri kurmak durumunda kalan ve bu anlamda Fon’un en sadık müşterilerinden biri olan Türkiye, 2002 sonrası yakalanan görece istikrar döneminin ardından yeniden IMF ve küresel kamuoyunun gündeminde. Ancak bu defa aksayan bir stand-by düzenlemesi ya da muhtemel kredi programı sebebiyle değil; 6-7 Ekim’de İstanbul’da IMF ve Dünya Bankası grubunun yıllık toplantılarına ev sahipliği yapmak üzere. Hiç kuşkusuz bu gelişme, hükümetin son dönemde uyguladığı proaktif dış politika ve uluslararası platformlarda oyun kurucu rol alma önceliklerinin küresel ekonomik yönetişim alanına en net yansımalarından biri olarak yorumlanabilir. Küresel ekonomiyi “sistemik kriz” noktasının eşiğine getiren finansal/makro-ekonomik çözülmenin ABD’de başlamasından bir yıl sonra dünyanın önde gelen siyasileri ve finansal aktörleri, 24-25 Eylül’de ABD’nin Pittsburg kentinde yapılan G-20 Zirvesi’nden Ekim’in ilk haftasındaki İstanbul toplantılarına değin yoğun bir trafik içinde küresel krizden çıkış senaryolarını ve krizin tekrarlanmasının önlenmesi için gerekli kurumsal düzenlemeleri tartışacaklar.
Uluslararası finansal sistemde kurulması öngörülen yeni denetim mekanizmalarının odağında ise tahmin edileceği üzere IMF yer alıyor. Kısacası Fon, Asya Krizi’nden bu yana girdiği uluslararası meşruiyet krizini atlatıp kendisini tekrardan “yeni ve güçlü” kılacak bir misyon tazelemesinin eşiğinde. İşte Türkiye böylesine kritik bir konjonktürde, üç yılda bir Washington dışında yapılan IMF-Dünya Bankası yıllık toplantılarına, 1955’ten sonra ikinci defa ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Üstelik bunu, IMF ile yeni bir anlaşma yapıp yapmayacağı belirsizliğini korurken gerçekleştiriyor. Türkiye’nin kamu diplomasisi vasıtasıyla uluslararası itibar arayışı ile IMF’nin küresel misyon tazeleyerek imaj düzeltme girişimi, İstanbul Harbiye’deki yeni kongre merkezinde 186 ülke temsilcisinin huzurunda birlikte sahne alacak gibi görünüyor.

Paylaş Tavsiye Et