Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Yüzleşiyorum
Zengin adam olur mu?
Mustafa Özel
ON YEDİ yıl önce İzlenim dergisinde “Adam zengin olur mu?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Önce MÜSİAD tarafından yayımlanan İş Hayatında İslam İnsanı başlıklı derlemede, sonra da 1994 yılında yayımlanan Birey, Burjuva ve Zengin başlıklı çalışmamda yer aldı. Zenginlik ve burjuvalık tartışmaları günümüzde yeniden alevlenince, eski yazdıklarımı şöyle bir gözden geçireyim dedim. Bakalım o zaman söylediklerime ilave edilmesi gereken yeni şeyler var mı?
Temel aksiyomum şu: Müslüman ise, hatta sadece aynı toplum içinde nefes alıp veriyorsak, zengin “adam olmak” zorundadır.
İki soru sorabilirsiniz. 1. Adam olmanın anlam ve kıstası ne? 2. Sana ne? Birincinin cevabının yazı içinde verileceğini umuyorum. İkincinin cevabı daha acil: Zengin adam olmazsa, toplum helâk olur:
“Bir toplumu yok etmeyi irade ettiğimiz zaman, o toplumun zenginlerine (refaha gömülmüş seçkinlerine) son uyarılarımızı iletiriz; ve (eğer) onlar günahkârca yaşamaya devam ederler(se), cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur; ve Biz de onu darmadağın ederiz.” (İsra, 16)
Tartışmayı Erol Yarar başlattı. MÜSİAD’ın kurucu başkanı olmasından dolayı, sarf ettiği sözler birçok cephede hemen dikkate alındı ve eleştirildi. Sonradan bazı sözlerine açıklık getirmeye çalıştıysa da, doğal bir konuşma ortamında söyledikleri ve söyleyiş tarzı eleştirilerin çoğunu haklı çıkardı.
 
Müslüman Burjuva Olur mu?
Tartışmanın anahtar kelimelerinden biri burjuva idi. İddiaya göre, aslî (yani dindar) burjuva, yapay (yani laik) olanın yerini alacaktı! Erol Bey her ne kadar “Ben burjuva kelimesini kullanmadım” dese de, kasdının o olduğu açıktır. Zenginleşen toplumun davranış tarzını tasvir ederken de özgün burjuva toplumunu resmediyor gibidir. Mescitleri marka ayakkabıların istila etmesi ve bunun Erol Bey’in zihnindeki “normalliği”, adını anmasa bile burjuva toplumu özlemini yansıtmaktadır.
Tarih boyunca, bütün toplum sistemlerinde zenginlik peşinde koşan insanlar olmuştur. Fakat sistemin bu insanların çıkarlarına göre tasarlanması ve din ile devletin temelde bu amaca hizmet etmesi, sadece modern kapitalist topluma özgüdür. Aşağıda göreceğimiz gibi, İmam Gazali bile kendi döneminde bazı fertlerin “rububiyet eğilimi” içinde, sınırsız zenginlik peşinde koştuklarını söylüyor. Kapitalizm, bütün bir sosyo-politik sistemin bu yüce (!) amaca hizmet eder biçimde örgütlenmesiyle vücut bulur.
Rububiyet (ilahlaşma) eğilimi “sınırsız sermaye birikimi” şeklinde tezahür eder. Konsantre sermayenin (kapitalist burjuvaların) bu süreçte iki suç ortağı vardır: Devlet ve din. Devlet, tekelleşme eğilimlerini kökleştirir ve nevzuhur rakiplerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olur. Din ise kapitalistleşme sürecini kitlelere açıklar ve haklılaştırır. Kapitalizmin dini iktisat (economics), rahipleri iktisatçılardır.
Birey, Burjuva ve Zengin’de burjuva toplumunu “kıskançlığın kurumsallaşması” diye nitelemiştim: “Kapitalist ekonominin öznesi olan mülkiyetçi birey ‘marjinal fayda’ mülahazalarına dayanan kararlarla yaşar. Her iktisadî karar bir enderlik duygusuna gömülüdür ve böylece geçmişte aşina olunmayan bir haset türüne meyleder. Modern üretken kurumlar hasetçi bireyciliği aynı anda hem büyütür hem de gizler. Oysa tüm geçmiş çağların geçinmeyi-esas-alan kurumları haseti azaltmak ve teşhir etmek üzere tasarlanmışlardı. İktisadî bireycilik haseti modernleştirmekte, büyütüp maskelemektedir.”
Evet, burjuva toplumu kıskançlığın kurumsallaşmasıdır: Bu toplumu tanımlayan ihtiyaçlar değil, isteklerdir. Biyolojik değil, psikolojik bir karaktere sahip olan istekler, tabiatları gereği sınırsızdırlar. Toplum -site ve aile gibi- ortak bir maksatla yönetilen, insanların doğal birliği değil, sadece kendi tatminlerini kovalayan atomistik bireylerin bileşimi olarak görülür. İnsanın psikolojisi şehvetli bir kuvvettir ve bu şehvet onu arzularına vahşice ulaşmaya yöneltir.
Modern toplumda şehvetin motoru yükselen hayat standardı ve hayatın muhteşem rengini oluşturan o ürün çeşitliliğidir. Ama bu aynı zamanda, teşhire verdiği önemle, kaynakların acımasızca israfıdır. Ruso’nun parlak biçimde taslağını çizdiği gibi, eşitsizliğin psikolojik kökeni şöyle ortaya çıkar: “Münzevi” insan diğerleriyle bir araya gelir, en güçlünün, en yakışıklının, en iyi raksçı ve en iyi şarkıcının mallardan aşırı bir pay aldığını görür. Kıskançlık çehresini göstermeye başlar. En yakışıklı veya en sanatçı gibi olmak için, diğerleri ikiyüzlülüğe başlar, kaba ve çirkini gizlemek için kozmetikler kullanılır, görünüşler gerçeklikten daha çok hesaba katılır.
 
Kapitalist Çalışma İlkesizdir!
Kapitalizm öncesi dünyada her birey bir grubun üyesidir ve bütün içinde değerli bir birim olmaya çabalarken grubun ihtiyaçlarına (“isteklerine” değil!) özel bir dikkat gösterir. İş (çalışma), bireyin ve toplumun ihtiyaçlarını giderme yolunda, çileli olduğu kadar zevkli, maddi olduğu kadar manevi, sıradan olduğu kadar sanatkârane bir vasıtadır. Oysa kapitalist dünyada çalışma başlı başına bir amaçtır. Horkheimer, bu “ilkesiz” yönelişi eleştirirken Guenon’u hatırlatacak kadar ileri gitmektedir. “Anlamlı bir amaca yönelik zahmetli bir çalışma zevkli bulunabilir, hatta sevilebilir de. Ama çalışmayı başlı başına amaç haline getiren bir felsefe, sonunda her türlü çalışmadan nefret edilmesine yol açar. Çağımızda ‘nesnel zihin’ sanayiye, teknolojiye, ussallığa tapmaktadır; ama bu kategorilere anlam kazandırabilecek bir ‘ilke’ye sahip değildir. Dinlenme ve kaçış imkânı vermeyen bir iktisadi sistemin basıncını yansıtan bir tapınma.”
Guenon bireyciliği, bireyi aşan herhangi bir ilke tanımamak ve medeniyeti bütün şubeleriyle katıksız beşerî unsurlara indirgemek olarak tanımlıyordu. “Bir medeniyetin sadece ilkesizlik diye tanımlanabilecek olumsuz temeller üzerine kurulduğu daha önce hiç görülmemiştir. Protestanlık, dine uyarlanmış bir bireyciliktir. Genel olarak modern dünya gibi Protestanlık da ilkelerin olumsuzlanmasından başka bir şeye dayanmaz.”
İslâmî çalışma anlayışında, çalışma bir yandan vacip ibadetler kadar değerli, diğer yandan ateşe yaklaştırabilecek kadar tehlikelidir. İslâm bazı Protestan mezheplerinde olduğu gibi çalışmak için çalışmayı erdem kabul etmez. İslâm, insanın ihtiyaçlarını ve bireyin kendi içinde ve toplumsal hayatında kurması gereken dengeyi gözeterek çalışmayı erdem sayar. Çalışmayı kendine gaye edinmenin ve onu dinin öngördüğü yollar dışında bir servet çoğaltma aracı olarak görmenin hiçbir değeri yoktur.
Hülasa, burjuva, Avrupa toplumlarına, Prometyen-Faustiyen kültüre özgü bir yaratıktır. Doğmaz, imal edilir. İslam ahlâk, zihniyet ve hassasiyeti burjuva imaline elverişli değildir. İslam toplumlarında da burjuvalaşma eğilimleri elbette doğmuş, fakat “din u devlet” bu eğilimleri sürekli törpülemiş, onların suç ortağı olmamıştır.
 
Küfür, Şükür ve Sabır
Dücane Cündioğlu yazdığı nefis yazıların birinde temel karşıtlığın küfr ile iman arasında değil, küfr ile şükr arasında aranması gerektiğini belirtiyordu. Küfr nankörlüktür, ilahî nimetleri örtmektir. Şükr ise bunları açığa vurmaktır. Birey, Burjuva ve Zengin’de bu karşıtlığı ihsas ettirecek çok sayıda gözlem bulunmasına rağmen, ben geleneğe uyarak şükür/sabır karşıtlığını irdelemiştim.
Yoksulluğa sabretmek mi daha hayırlıdır, yoksa zenginliğe şükretmek mi? Sabır mı üstündür, şükür mü? Yoksa bunlar birbirinden ayrılması imkânsız iki fiil midir? Hz. Ömer (ra), “Sabırla şükür iki deve farz edilse, hangisine binsem aldırmazdım” buyuruyor. Haklı mı?
İbn Kayyım el-Cevziyye, sabrın daha faziletli ve üstün olduğunu savunanların delillerini şöyle sıralar: Kuran-ı Kerîm’in doksana yakın yerinde sabır zikredilmiştir. Hz. Peygamber, “Yemek yediren ve şükreden, oruç tutup sabreden gibidir” buyurmuştur. Burada şükreden, sabredene benzetilip övülmüştür. Kendisine benzetilenin mertebesi, benzeyenin mertebesinden daha yüksektir. Allah Teala şükredenler için “And olsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi arttırırım” (İbrahim/7) buyurduğu halde, sabredenlerin mükâfatının hesapsız olduğunu haber vermektedir: “Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” (Zümer/10).
Şükrün daha faziletli ve üstün olduğunu savunanlar ise sabrı yüceltenlerin vesileyi gaye haline getirdiklerini söyleyerek şükrün tam hakkını vermediklerini ileri sürmüşlerdir. Allah Teala mahlûkatından talep ettiği şükr’ü kendi zikr’ine yakın kılarak bunların her ikisini de mahlûkatından istemiştir. Sabır, bunlara giden bir yoldur; bunların hizmetçisi ve yardımcısıdır. Nitekim Allah Teala, “Siz beni zikredin ki, ben de sizi anayım. Bana şükr edin, küfr (nankörlük) etmeyin” (Bakara/152) buyurmuştur.
Sabır ve şükür lehindeki bütün delilleri bir bir sıralayan İbn Kayyım el-Cevziyye, sonuçta Hz. Ömer’in konumuna dönmekte ve “Sabır ile şükürden her biri diğerinin hakikatına girer” demektedir. “Şükür, Allah’a taat ve ibadet etmek ve O’na isyan etmemektir. Sabır bunların aslıdır. Taat ve ibadeti edâ ederken çekilen meşakkatlara sabretmek ve günahlardan uzaklaşmaya sabretmek şükrün ta kendisidir. Sabır emredilince, sabretmek şükürdür. Şükür sabırdan ayrıldığı zaman, şükrün şükür olması bâtıl olur. Sabır şükürden ayrıldığı zaman, sabrın sabır olması da bâtıl olur.”
Pratik hayatta şükür daha çok zenginlikle (bahşedilen nimetlerin çokluğu ile), sabır ise yoksullukla ilintilidir. Varlığa şükretmek, yokluğa sabretmek! Müslüman çoğunluğun bu ikisini aynı derecede tuttuğunu, kavillerinde yoksulluğa, fiillerindeyse zenginliğe mütemayil olduklarını söylemenin tarihî (ve fıtrî?) gerçeğe daha yakın olduğunu düşünüyorum. Her inanç öbeğinden az sayıda derin mümin istisna olsa da, insanlar umumiyetle ihtiyaç duyduklarından daha fazla maddî varlığa sahip olmak isterler. İmam-ı Gazali’ye göre bunun birinci sebebi gelecek korkusudur:
“Korkan insan, kötümser olur. Dolayısıyla, mevcut ihtiyaçlarını karşıladığı anda bile, uzun hesaplar (tûl-i emel) yapar. Hatırına, ihtiyacına yeten malın telef olabileceği ve başkasına muhtaç duruma düşebileceği gelir. Bir kere bu hatırına gelince de gönlüne korku dolar ve korkunun verdiği rahatsızlığı, herhangi bir afet halinde başvurabileceği başka bir malının da olduğunu bilmekten ileri gelen bir güvenlik duygusundan başka şey dindiremez olur. Artık o, geleceği için beslediği korkudan ve hayata olan sevgisinden dolayı, habire uzun bir ömrü, hücum eden ihtiyaçları, malların afetlere maruz kalma ihtimalini hesap edip durur. Netice olarak da bu hal, onu korkusunun tek çaresi olarak gördüğü, ihtiyaçtan fazla mal toplamaya iter. Gazali’ye göre bu öyle bir korkudur ki, belirli hiç bir mal miktarı onu dindiremez. Böylelerinin durabileceği son nokta, dünyadaki her şeye sahip olmalarıdır.” (Bkz. Sabri Orman, Gazali’nin İktisat Felsefesi, İnsan Yayınları.)
Servet peşinde koşmanın ikinci ve daha kuvvetli saiki, insanoğlunun rububiyet eğilimidir. Gazali’ye göre, mayasındaki rabbanî özellik icabı insan ruhu rububiyeti sever. Rububiyetin anlamı, kemâlde eşsiz ve varlıkta tek ve rakipsiz olmaktır. İnsan, kâmil olmayı, ötesi olmayan bir amaç olarak, kendi içinde bir amaç olarak arzular. Ancak, varlıkta tekleşerek kemâle erme imkânı olmayınca, bu sefer diğer bütün varlıklara hükmetme yoluyla kemâle erme ihtiyacını tatmin etmek ister. İnsanlar üzerinde hâkimiyet, onların ruhlarını ve gönüllerini kendine râm etmekle mümkün olur. Gönüllerin râm olması ancak sevgiyle, sevgi ise ancak sevilende bir kemâle inanılmasıyla mümkün olur. Böyle bir kemâl yoksa, o zaman insanoğlu bunu mal çokluğu ile dengelemek ister. “Mal vasıtasıyla insan, köleleri mülkiyetine geçirmeye, hür insanları da köleleştirmeye; gönüllerini kendine bağlayamasa bile, bedenlerinde ve şahsiyetlerinde tasarrufta bulunabilmek için, gerekirse zor ve galebe yoluyla onlara baş eğdirmeye çalışır.”
Hiçbir çağdaş yorumcunun İmam Gazali kadar kapitalist ruhun inceliklerine nüfuz edebildiğini sanmıyorum. Gazali bunları olsa olsa kapitalistimsi diyebileceğimiz bir evrede dile getiriyordu. Bugünse bütün bir küresel toplum, kökleşmiş bir kapitalist sistem içinde, rububiyet eğilimli küçük bir azınlığa hizmet etmektedir. Mesele, bizim burjuvaların onların burjuvalarının yerini alması değil, bu gayri insanî sisteme karşı ne tür alternatifler geliştirebileceğimizdir.

Paylaş Tavsiye Et