Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Memleket Hali
Demokratik Açılım’dan öte köy yok!
Yücel Bulut
TÜRKİYE “Kürt Açılımı”nı, karşılaştığı kimi zorluklara rağmen, tartışmaya devam ediyor. Çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandır süregelmekte olan bu meselenin çeyrek saatte çözülmesini kimse beklemiyordu zaten. Sürece müdahil olmak isteyen aktörlerin çokluğu ve çeşitliliğine bağlı olarak açılımın ekstra zorluklarla karşılaşabileceğine ilişkin öngörümüz, geçtiğimiz günler ve haftalar boyunca yaşanangelişmelerle maalesef doğrulandı. Ancak bu zorlukların, aşılamayacak nitelik ve boyutta olmadığı da açık. Yeter ki, problemin çözümüne yönelik uğraşlarda samimiyet ve basiret galebe çalsın.
Belli ki, AKP hükümeti bu problemi çözmek, en azından bu konuda bir aşama kaydetmek istiyor. Ancak bir taraftan da, Türkiye siyasetinin gerçekleriyle idealleri arasında bir denge kurmak zorunda hissediyor kendisini. Çünkü çözüme ulaştığında sahiplenicisi ve coşkuyla karşılayanı çok olacağı muhtemel bu meselede aslında yalnız olduklarının bilincinde. Türkiye’nin muktedirleriyle çok da fazla bir gerilim ve çatışma içerisine girmemeye özen gösteriyor. Ortaya konan çekingen ya da renksiz tavrın önemli sebeplerinden biri bu olsa gerek.
Muhalefet partileri ise ipe un sermekle meşguller. “Çözümün nasıl parçası olabilirim”den ziyade, “Nasıl olur da bu süreci akamete uğratabilirim” düşüncesiyle hareket ediyorlar. Açılım tartışmalarına ilişkin sıhhatli bir analiz yaptıklarına, dikkate alınabilecek bir şey söylediklerine rastlanmıyor. Binlerce insanımızın kaybına sebebiyet vermiş bir meselenin konuşulmasını, tartışılmasını dahi engelleme uğraşındalar. Konuşmamak, görmezden gelmek, problemi bütün boyutlarıyla ele almaktan kaçınmak ve ertelemek sanki çözüm getirecek, akan kanı durduracakmış gibi davranıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti köklü bir devlet geleneğine sahip. Gerisinde olumlu ve olumsuz yönleriyle ciddi bir Osmanlı mirası var. Osmanlı Devleti, benzeri milliyetçilik hareketleriyle pek çok defa karşılaştı. Sürecin kendine özgü dinamikleri nedeniyle “Hele bugünü bir şekilde atlatalım da ileride bu meseleyi nihai olarak çözeriz” şeklinde özetlenebilecek ertelemeci tavrın, nihai noktada, çözüm olmadığı pek çok olayda ortaya çıktı. Ertelemeler, meselelerin çözümünde kazanılan zamandan ziyade kaybedilen zaman olarak geri döndü. Zaman kaybetmenin ceremesi olarak katlanarak tekrardan önümüze gelen meselelerin nasıl çözümlendiğini ise tarih kitapları geniş geniş anlatıyor. Dolayısıyla Türkiye toplumunun ve siyasetinin etkin kurumlarının, açılım tartışmalarına katılmaları, düşünce ve önerileriyle açılımın daha sağlıklı bir şekilde işlemesine katkıda bulunmaları; eğer varsa -ki olmaları bütünüyle ihtimal dışı görülmemeli- kurulmuş komploları boşa çıkarmaları, öncelikle tercih etmeleri gereken tavır olarak önümüzde duruyor.
Açılım merkezli tartışmanın diğer cephesinde de benzer tavırlarla karşılaşmak mümkün. Çeyrek yüzyıllık bu meselenin çözümünde, Türkiye ortak paydasında düşünmekten ziyade, verdikleri mücadeleyle yeni kazanımlar elde etme derdindeler. Başka bir deyişle, silahla verdikleri savaşı diyalogla devam ettirme uğraşındalar. Bu noktada, Türkiye’nin bir parçası olmak onları pek de tatmin eden bir şey değil belli ki.
Belki bu aşamada Türkiyeliliğin, Türkiyeli olmanın ne anlama geldiği, Türkiye toplumunun nasıl bir toplum olması gerektiği üzerinde tefekkür etmek gerekiyor. Elbette böylesi bir tartışma bugünden yarına sonuçlanmaz. Ancak tartışmanın taraflarının, kendilerini, ortak bir bütünün oluşumuna ve sürdürülmesine katkıda bulunan parçalar olarak görmeleri, tartışmanın boyutunu da niteliğini de sürdürülme biçimini de belirleyecektir. Tartışma masasına bu niyet ve perspektifle oturmakla, ateşkes sonrasında savaşan iki tarafın anlaşma şartlarını görüşmek üzere oturmaları arasında fark olmalıdır. Bu aynı zamanda, tartışmanın ortak değerler odaklı yürütülmesini ve savaş hukukuyla sınırlı kalmayıp, felsefi, sosyolojik, ahlaki ve kültürel değerlere dayalı olarak sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır.
Ayrıca her ne kadar merkezinde Kürt meselesi bulunsa da, gündeme gelen Demokratik Açılım paketi, yalnızca Kürt vatandaşlarımızı ilgilendirmiyor. Çünkü Kürt meselesini doğuran bakış açısı, Türkiye’nin neredeyse bütün siyasal, kültürel, hukuki problemlerinin de kaynağı. Kürtlere yönelik tavırlar ya da yaklaşım biçimleri, başka bir durumda başka bir toplumsal kesim için de devrede olabiliyor. Dolayısıyla söz konusu açılım, toplumumuzun yalnızca bu kesimiyle de sınırlı kalmamalı; Türkiye toplumunun devamını temin için her kesimi kapsamalıdır. Zira bu açılım, siyasetçilerin -kendilerini ve ikballerini merkeze alan- dar bakış açısıyla sınırlı kalamayacak denli önemli boyutlar içeriyor. İnsanı, toplumu ve dünyayı algılama tarzımızı tartışmanın içine dâhil etmeyi, başka bir deyişle, her yönümüzle kendimizi yeni bir sorgulamaya tabi tutmayı gerektiriyor.
 
Osman Ertuğrul Efendi’nin Vefatı Münasebetiyle
Üç kıtaya yayılmış, üç çağa uzanmış bir dünya gücüydü Osmanlı Devleti. Fakat Osmanlı’yı genelde insanlık tarihi ve özelde de bizim için önemli ve özgün kılan; sadece üç kıtaya yayılıp üç çağa uzanması, ihtişamlı yapıları ya da askerî gücü değildir. Baykan Sezer’in de belirttiği gibi, “Osmanlılık, açıklamasını dünya siyaseti içinde bulmaktadır. Osmanlı bir dünya imparatorluğu olduğu gibi Osmanlılık da bir dünya siyasetidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekliliği ve yaygınlığı ancak böylece bir açıklamaya kavuşmaktadır.”
Gücümüzün ve sorunlarımızın kaynağını bir şekilde etkilemeye devam eden Osmanlı, siyasi, askerî ve toplumsal kurumlarıyla, estetik ve insani değerleriyle İslam medeniyetinin zirve noktasını temsil ediyordu. Gün geldi, işler ters gitmeye başladı; Halife Sultan ve yöneticileri kurtuluş için hayati bir karar verme aşamasında buldular kendilerini. Verecekleri kararın, temsil ettikleri değerlerle aralarına mesafeler sokacağının, devletlerini ve toplumlarını bütünüyle başka bir dünyanın parçası haline getireceğinin bilincinde miydiler bilinmez. Ancak adına kabaca “Batılılaşma” dediğimiz sürece Saray’da karar verildi. Halife Sultan’ın ve yöneticilerinin verdiği bu hayati karar, zamanla, milleti devletinden ayırdı. II. Mahmud’un “Gavur Padişah” olarak anılması, devlet katında verilen kararın halk nezdinde farkına varıldığının ve açık edildiğinin ilanı olarak değerlendirilmeli.
Batılılaşma tarihimizin hikâyesi çokça anlatıldı. Anlaşılmaya ve anlatılmaya muhtaç hâlâ pek çok boyutu var. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı idarecilerinin devleti kurtarmaya yönelik bir çözüm olarak başvurduğu Batılılaşma uygulamalarının devamında ortaya çıkan bir yapıydı. Ancak neredeyse bütünüyle Osmanlı’ya karşıtlık iddiaları temelinde kuruldu ve kurumlaştı.
Buna karşın Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti üzerine yapılan bilimsel çalışmalar, bu kurgusal karşıtlığın varsayıldığından çok daha az olduğunu gösteriyor. Bu, her iki dünyanın fanatikleri açısından hiç de iç açıcı bir durum değil. Zira taraflar, karşı olduklarını iddia ettikleri şeyin, aslında savundukları şeyle pek çok benzer noktaya sahip olduğunu gördüler.
Cumhuriyet idaresinin ilk uygulamalarından birisi, herkesin malumu olduğu üzere, hanedan ailesini yurtdışına sürgüne göndermek olmuştu. Hanedan ailesi mensuplarının dünyanın dört bir köşesine dağıldıkları, maddi ve manevi türlü sıkıntılar içerisinde hayatlarını idame ettirmek zorunda kaldıkları da herkesin malumu. Osman Ertuğrul Efendi’nin vefatı (Allah rahmet eylesin), yaşanan bu acıların bir kez daha hatırlanmasına vesile kılındı. Fakat cenaze merasimine gösterilen ilgi, farklı bir tartışmayı daha gündeme taşıdı.
Cenaze vesilesiyle kaleme alınan yazılardan, dillendirilen görüşlerden anlaşıldığı üzere, Osmanlı meselesi ve dolayısıyla da Cumhuriyet Türkiyesi, hâlâ zihinlerimizde tam anlamıyla berraklaşabilmiş değil. Bir kesimimiz Osmanlı’ya yalnızca
-oryantalize edilmiş şekliyle- kültürel bir obje muamelesi yapıyor. Diğer bir kesimimiz ise, Osmanlı’yı gerçekliğinden bütünüyle soyutlayarak ele alıyor, hatta kutsuyor.
Osman Ertuğrul Efendi’nin cenazesine duyulan ilgi ve gösterilen sevgi, elbette, öncelikle bir vefa borcunun ifasıdır. Bu gösterimin, hanedan üyelerinin gerek Osmanlı’nın son döneminde gerekse Cumhuriyet dönemindeki karar, hal ve tavırlarına duyulan sevgiyle bir alakası yoktur. Buradaki Osmanlı’ya atfedilen değerlere duyulan sevgidir. Dahası, bu katılımın ve sahiplenmenin anlamı, -o şey neyse artık- bir şeye aidiyetigöstermektir. Hamasetin ötesine geçilemediğinde ise gerçeklikle kurgunun iç içe geçeceğine ve hastalıklı bir zihin oluşturacağına kuşku yoktur. Pek çok örnekte gördüğümüz de maalesef budur.
Fakat bu vehmedilen şeylerle gerçeklerin birbirinin yerine geçirilmesi halinin, Türkiye’de yalnızca -geleneğe/İslam’a/şeriata ters olarak değerlendirilen her şeyi ötekilerinyaptığı bir icraat olarak görüp- Osmanlı padişahlarını, hanedanını ve idarecilerini kutsayanlarla sınırlı kalmadığı da bilinmelidir. Benzer bir değerlendirmeyi, kendilerini Batılılaşmış varsayanların sembol olarak gördükleri isimlerin anma törenlerine katılımları hususunda da yapabiliriz. O sembol isimlerin, Batı’nın ve Batılı değerler olarak öne çıkarılan rasyonalitenin, özgürlüğün, demokrasinin neresinde kaldıklarını -teorik ve pratik örnekler vermek suretiyle- rahatlıkla sorgulayabiliriz. Buradan hareketle, söz konusu şahısları sahiplenme iddiasında olanların Batıcılıklarını da tartışabiliriz. Bütün bunlar pekâlâ mümkündür. Fakat bu seviyede kalacak bir sorgulama ve yargılama, eleştiri konusu edilen gerçeklikle kurguyu birbirine karıştıran cenahlardan daha iyi bir noktaya götürmez bizi.
Çelişkilere dikkat çekmek güzel olsa da, konuşmanın ve tartışmanın asıl amacı, çelişenlerin doğruluğuna ya da yanlışlığına dair ya da bunlardan tamamen farklı bir şey söylemek olmalıdır.

Paylaş Tavsiye Et