Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Yüzleşiyorum
Tarihî derinlik, barışın teminatıdır
Mustafa Özel
TÜRKİYE tarihsel derinliğine doğru yol aldıkça, İsrail’in tarihsel yüzeyselliği sırıtmaya başlıyor. Türkiye, Ortadoğu’nun toparlayıcı gücü olarak temayüz ettikçe, İsrail yönetimi Filistinliler üzerindeki baskısını şiddetlendiriyor. Türkiye, bölgesinde barışın hüküm sürmesini istiyor; İsrail bunu kendi varlığı için tehdit sayıyor. Binlerce yıldır güvenli bir barışa hasret yaşayan Yahudiler, sistemin merkezî güçlerine dayanarak kendilerini güçlü hissedince barışa yanaşmıyor. Şimon Peres, “Bir savaş kazandığınızda, halkınız birleşir ve sizi alkışlar. Barış yaptığınızda ise halkınız gücenir ve sizden kuşkulanır” diyor. Yahudi psikolojisi barışa bu kadar uzak. Niçin?
Güç, baş döndürür çünkü. Baş dönmesi şiddet doğurur. Şiddet, direnci besler. Türkiye işte bu sarmalı kırmak, İsrail’i “normal” bir devlet olmaya zorlamak istiyor. “Yahudi sorunu”nu bitirmek istiyor. Bu, insanlık tarihinin en eski ve muhtemelen en küresel sorunudur.
Nedir bu sorun ve niçin Müslümanların başını bu kadar ağrıtmaktadır? Aslında, tarihsel bakımdan Yahudilerle en az problemi olanlar, Müslüman halklardır. İslam tarihinde, Avrupa tecrübesine benzer bir Yahudi sorunu hiçbir zaman yaşanmamıştır. Yahudiler Avrupa’da sık sık ülkeden ülkeye, şehirden şehre sürgün edilmiş; mallarına el konulmuş; ölüm tehlikesiyle burun buruna gelmişlerdir.
 
Avrupa’nın Lanetli Yahudi’si
Avrupa’nın “ilk ve orta çağları” boyunca Yahudi, “Tanrı katili” bir lanetlidir. Tacitus gibi bir Romalı tarihçi bile Yahudilerin “bütün insanlıktan nefret eden” bir ulus olduklarını söyler. Kilise babaları bu ithamı bir klişeye çevirirler: Yahudiler, onlara kucak açan toplumların bedenindeki parazitlerdir; paraya düşkündürler ve -kendi devletlerini kaybetmiş olmakla beraber- para gücüyle dünyaya hükmetmek isterler.
Sonraki asırlarda birçok Hıristiyan düşünür, Yahudilerin Hıristiyanlaşmasına bile kuşku ile bakar. 16. yüzyılın Hıristiyan hümanisti Erasmus, dönme Yahudilerin kendilerini uluslarının nefret edilesi çirkinliklerinden sıyırmadıkları görüşündedir. Yahudilerin yeni dinin (Hıristiyanlığın) hakikatini kabul etmemeleri, Hıristiyanlar için derin endişe kaynağıdır, zira onlar gerçekten dönmedikçe İsa Mesih gökten inmeyecektir!
Reform sonrası “Alman” kültürü kendine özgü bir antisemitizm geliştirir. Martin Luther 1543 yılında Yahudilerin Alman ulusunun baş belası olduklarını ilan eder. Ona göre, (Papalıkla eşgüdümlü hareket eden) Yahudiler, Almanların hem dinî hem de politik özgürlüklerini gerçekleştirmelerini engellemektedir. Bu görüş daha önceki “Tanrı katilliği” ile birleştirilir: İsa’yı çarmıha geren Yahudiler, şimdi de Alman toplumunu çarmıha germektedirler. Almanya’nın kurtuluşu, onun Yahudilerden ve Yahudilikten kurtulması demekti. Bu maksatla ev ve sinagogları yakılmalı, faiz yasaklanmalı, servetlerine el konulup, Alman topraklarından atılmalıydılar. Luther, Hitler’in öncüsü ve habercisiydi. (Bkz. P. Lawrence Rose: German Question/Jewish Question, Princeton, 1990.)
 
Yahudiliğin Bireysel Kurtuluşu
Avrupa’da Yahudiliğin ilk kurtuluş uğrağı Fransız Devrimi’dir. Bundan 220 yıl kadar önce (28 Ocak 1790), Fransız ihtilalcileri Fransa’da “Portekiz, İspanya ve Avignon Yahudileri” namıyla maruf herkesin aktif vatandaşlık haklarına sahip olacağını ilan ettiler. Böylelikle üç ila dört bin kişiye eşitlik tanınmış oldu. Bu insanların büyük kısmı ülkenin kuzeybatısında, Bordeaux ve Bayonne şehirlerinde ikamet ediyorlardı. Ve bunların çoğu Sefardim idiler, yani İber Yarımadası Yahudileri.
Fransa’da bunların dışında kalan Yahudilerin “azat edilmesi” için 20 ay kadar bir zamanın geçmesi gerekiyordu. 27 Eylül 1791 tarihli bir kararnameyle 30 bin kadar Yahudi daha vatandaşlığa kabul edildi; birkaç istisna ile kuzeydoğu sınırındaki Alsace’da, Metz şehrinde ve yanı başındaki köylerde yaşayan bu Yahudiler Eşkenazim idiler: Diasporanın Orta Avrupa’da geliştirdiği dinî ve kültürel formların mirasçıları. Devrimin başlarında bunlar arasında büyük servet sahibi bazı fertler ve az sayıda da olsa “yarı-Batılılaşmış” aydınlar vardı. Ancak, Sefardimden daha yoksul idiler; kültürel bakımdan daha yabancı ve komşularının nefretini daha çok celbeder haldeydiler. Bununla beraber, devrimi gerçekleştiren parlamento iki yıl geçmeden Eşkenazim’e de eşit haklar tanımak zorunda kaldı.
Fransız Devrimi’ni 19. yüzyılın başlangıcı sayarsak, Yahudiler için bireysel özgürlük yüzyılı oldu bu. Fransa’dan sonra birçok Avrupa ülkesi Yahudilere eşit haklar tanımaya başladı. Bu süreç aynı zamanda antisemitik bir yönelişe de yol açtı. Ve antisemitizm, 20. yüzyılda zirveye ulaştı. Birçok Yahudinin hayatına mal olan bu gelişme, kadim Yahudi yurdu arayışını hızlandırdı. Bireysel özgürlük, toplumsal bağımsızlıkla tamamlanmalıydı. Çünkü yaşadıkları millî devletler içindeki düşmanları güçlü, yandaşları zayıftı. Jean Paul Sartre, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bir yıl sonra kaleme aldığı bir yazıda bunu şöyle dile getiriyordu:
“Ne de olsa Yahudilerin bir dostu vardır toplumda: Demokrat. Ama zavallı bir savungandır bu. O bütün insanların hak eşitliğini ilan etmiş, hatta insan hakları birliğini kurmuştur; kurmuştur ama çıkardığı bildiriler onun durumunun güçsüzlüğünü belirtmekten başka bir işe yaramamıştır. 18. yüzyılda analitik ruha kendini kaptırdığından bu yana demokratın gözü tarihin sentetik olaylarına karşı kör olmuştur. Demokrat ne Yahudi, ne Arap, ne zenci, hatta ne de burjuva ve işçi tanır. Ona göre her zaman ve her yerde özdeş kalan tek bir ademoğlu vardır. Bütün toplumları sadece bireylerden oluşmuş sayar, tıpkı cisimlerin moleküllerden yapılmış olması gibi. Bireyden anladığı da insan doğasının genel çizgilerinden oluşan kendine özgü bir gelişim, bir kişileşimdir. Bundan ötürü, demokratla Yahudi ne kadar konuşsalar, söyleşseler anlaşamazlar; aynı şeyden söz ettiklerini sanırlar, ama değildir.”
Demokratla Yahudi’nin anlaşma imkanı bulamadığı Avrupa toplumu için tek çıkar yol vardı: Yahudi sorununu ihraç etmek! Zaten daha 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Balfour Bildirisi ile Yahudilere yurt taahhüt edilmemiş miydi? 1948’den itibaren, Yahudilik Avrupa’nın sorunu olmaktan çıkarılıp Müslüman dünyanın sorunu haline getirildi. Bu sürecin zirve noktası, Kudüs’ün Yahudi devletinin başkenti yapılması girişimidir. Bu kararı dile getiren İsrail başbakanının Amerikan Kongresi’nde ayakta alkışlanması, kendi milli sınırları içinde birer “zavallı savungan” olan demokratların, dünya devleti sınırları dâhilinde ne derece tarafgir ve saldırgan olduklarını göstermektedir.
Sözde demokratın saldırganlığı, güçlenen Yahudiliğin saldırganlığına davetiye çıkardı. Demokrat Batı’nın desteğiyle işgal ettikleri topraklardaki Müslüman Arap “yerlilere” Amerika’ya göç edip, oralardaki toprakları işgal eden Avrupalıların Kızılderililere yaptıkları muameleyi yaptılar. İngiltere eski Başbakanı Tony Blaire yüzyıllar sonra (benzer hadiseleri kastederek) “Kaybettiğimiz günah duygusunu yeniden kazanmadıkça, topluma gerçek kurtuluş yolunu önermiş olmayacağız” diyordu.
 
Beyaz Günahın Kurbanları
Beyaz günahın ilk kurbanı, Amerikan yerlileri oldu. Onlar için hayat “ateş böceğinin saçtığı ışık, kışın bufalonun soluğu, otların arasında koşan ve günbatımında kaybolan gölgecik” idi. Çocukluğumuz Teksas, Tommiks gibi resimli roman kahramanlarının büyüleyici etkisinde geçtiği için, çoğumuz bugün bile beyaz adamdan ziyade Kızılderili’yi suçlamaya, onu günahkâr görmeye meyyaliz. Günahkârdı, çünkü cahildi, kabaydı. Beyaz medeninin uzattığı dost eli sıkmıyor, ısırıyordu.
Peki, derisi kızıl adam ne istiyordu? Her hafta heyecanla satın aldığımız, ders kitaplarının arasına sokup sınıfta bile gizlice okuduğumuz, sonra da yarı fiyatına daha gariban arkadaşlarımıza sattığımız kitaplar bu hususta pek açık değildi. Oysa Siyular’ın reisi Oturan Boğa’nın şu (gerçek) sözleri muhtemelen bütün yerlilerin meramını dile getiriyordu:
“Beyazların uyduğu hangi anlaşmayı bozdu Kızılderili? Hiç. Beyaz adam bizle yaptığı hangi anlaşmaya uydu? Hiç. Ben bir çocukken Siyular’ındı dünya; güneş onların topraklarında doğar ve batardı; savaşlara on bin kişi gönderirlerdi. O savaşçılar nerdeler şimdi? Kim katletti onları? Topraklarımız nerede? Hangi beyaz adam, onun toprağını yahut parasını çaldığımı iddia edebilir? Yine de benim hırsız olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz kadın, ne kadar yalnız olursa olsun, tarafımdan esir alındı yahut onuru kırıldı? Yine de benim kötü bir Kızılderili olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz adam beni sarhoş gördü? Kim yanıma aç geldi de doyurulmadı? Kim beni karılarımı döverken ya da çocuklarıma kötü davranırken gördü? Hangi kanunu çiğnedim?” (T. C. McLuhan: Yeryüzüne Dokun: Kendi Gözüyle Kızılderili Benliği, İmge, 1994.)
Oturan Boğa’nın çiğnediği kanun, beyaz adamın mülkiyet hırsının önüne dikilmesiydi. Yüzyıllar gelip geçti. Ne beyaz adam hırsını yenebildi, ne yerliler direnme duygularını. Filistin’de yaşananlar, aslında modern dünyada olup bitenlerin bir özetidir. Siyonist Yahudiler, beyaz günahın geç kalmış şampiyonlarıdır.
Yahudiler ve Güç Odakları
Tanrı tarafından seçilmiş bir kavim, fakat boyuna sürgün hayatı yaşıyor; itilip kakılıyor. Bu çelişki, Yahudi psikolojisinin temel oluşturucu öğesidir. Üstünsünüz ve sürünüyorsunuz! Saint Paul, Yahudi yerelliğini terk ederek, Hıristiyan evrenselliğine doğru yol aldı. Paul ve takipçisi olan Yahudiler için, Hıristiyanlaşmak, daha evrensel bir Yahudiliğe terfi etmekti.
Aziz Paul’ün evrenselci bir restorasyonla Roma dünyasının güç merkezine yaklaşması ile, Theodor Herzl’in ulusçu bir yaklaşımla kapitalist Batı dünyasının güç merkezine yaklaşma çabası aynı niyetli girişimlerdir. Roma dünyasının evrenselliğine karşıt olarak, modern dünyada kimlikler ulusçu bir çerçevede tanımlanıyor. Theodor Herzl’in yaşadığı dünyada evrenselci değil, ulusçu kimlikler revaçtaydı. Herzl, Avrupalıların ırkçı söylemini, reddetmek yerine harfiyen benimseyerek Siyonizm ideolojisinin hamuruna kattı. Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak suretiyle, Avrupa medeniyetine katılabileceklerini; bunu hakkıyla gerçekleştirebilmek için de, onlar gibi Asyalıları “ötekileştirmeleri” gerektiğini vazetti. Siyonizm, modern ırkçılığın kadim bir dünya görüşüyle harmanlanmasıdır. Temel hesap, mevcut dünya sisteminin merkezî güçlerine dayanarak ayakta durmaktır. Bu, her türlü kalıcı barışı dışlayan bir hesaptır. Modern Yahudi’nin zihnine ve kalbine öyle bir bilinç aşılanıyor ki, Şimon Peres’in sözlerine yansıdığı üzere, barış ile ihanet özdeşleşiyor.
 
Yanlış Hesap Kudüs’ten Döner
İsrail, bugüne kadar hesabını hep Batılı merkezlerin desteğine göre yaptı. Fakat çiviler sökülüyor; merkez(ler) dökülüyor. Bu şairâne cümleyi bana ilham eden, ünlü İngiliz (daha doğrusu, İrlandalı) şair William Butler Yeats oldu. İngiltere 1921 yılında Filistin ve Irak’ı denetim altına aldığında Yeats, The Second Coming (İsa’nın İkinci Gelişi) başlıklı müthiş bir şiir yazmıştı. Günümüz Filistin, Irak ve tüm Ortadoğu, hatta tüm dünya sistemini çok iyi tasvir ettiğini düşündüğüm şiirin ilk mısraları şöyle:
 
Genişleyen dairede dön babam dön
Duyamıyor avcıyı Atmaca (zalim ve bön!)
Dökülüyor her şey; merkez hâkim değil duruma
Mahza anarşi kalıyor dünyamızın payına.
 
Anarşi değil, direnç. Hamas, Filistin toplumunun tarih içindeki meşru mümessili. Yahudiler bu basit gerçeği kabullenip gerçek barışa yanaşmadıkça, dünyayı hepimiz ve daha da çok kendileri için yaşanmaz hale getireceklerdir.

Paylaş Tavsiye Et