Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Özelleştirelim mi, satalım mı?
Önder Bilgel
TÜRKİYE’DE özelleştirme ilk defa 1950’lerde telaffuz edildi, 1980’lerde gündeme alındı, 1990’larda ise hayata sokuldu. İlk örnek, 1983 seçimlerinden önce televizyonda yayınlanan açık oturumda Turgut Özal ve Necdet Calp’ın bazı kamu hizmetlerinin kazançları karşılığında ‘gelir ortaklığı’ senedi ihraç etmek gibi son derece rasyonel ve yerinde bir uygulamayı; “köprüyü satarız-sattırmayız” seviyesinde tartışmaları oldu.
Özelleştirme, önem sırasına göre, felsefi, siyasi ve ekonomik uzantıları olan bir ekonomi-politik tercihtir. Ekonomiyle ilgili olsa da özünde siyasi bir tasarruftur. Devletin maliye ve gelirler politikalarıyla doğrudan ilintilidir ve diğer ekonomi politikası tercihleriyle uyum içinde, bütüncül bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Türkiye’de ise hiç özelleştirme yapılmadı. Özelleştirilme sanılanlar hemen her zaman mal satışı oldu.
Özelleştirme dar anlamıyla devlet mülkiyetindeki bir kamu varlığının özel mülkiyete geçişini ifade etse de, geniş anlamda mülkiyet devriyle birlikte hukuki yapıda bir değişmeyi de içerir. Kamu yararı gerekçesiyle sadece kamusal mülkiyete tahsis edilmiş bir alanın özel girişime açılması anlamını taşır. 1929 Büyük Buhranı’nın ardından Keynesgil politikalar ekonomi yönetiminde ağırlık kazandı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir yandan sosyalist yayılmanın etkisiyle, diğer yandan bağımsızlığını kazanan eski sömürgelerin millileştirme uygulamaları ve kalkınma arzuları nedeniyle devletin ekonomideki ağırlığı bütün dünyada arttı. Kapitalist ekonomilerde bile sosyal devlet anlayışı güç kazandı. 1970’lerin sonuna kadar süren bu dönem, Bretton-Woods sisteminin çökmesiyle birlikte, kamu kesimi açıkları ve yüksek enflasyon sorunlarını yaygınlaştırdı. Neoliberal politikalar bu sorunları çözme iddiasıyla ortaya atıldı.
Piyasa mekanizmasına tam bir güveni esas alan neoklasik okulun şekillendirdiği neoliberal ekonomi politikaları 1980’li yıllara damgasını vurdu. ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher yönetiminin öncülüğünde yürütülen politikaların temel bileşenlerinden biri özelleştirmeydi. Özelleştirmenin dayandığı varsayım, devletin mutlak manada ve doğası gereği verimsiz, özel sektörün ise verimli olduğuydu. Ekonomik kaynakların tahsisinde piyasa mekanizmasının dışında bir sisteme yer olmadığı gibi, ekonomi alanına giren faaliyetlerde de kâr dışında bir güdüye yer yoktu. Devlet, işlevini, zorunlu olarak yapması gereken ve devredemeyeceği savunma, kolluk, adalet gibi çok az sayıda alanla sınırlıyordu. Kamu iktisadi kurumları bir yana, sosyal devlet ilkesinin gereği görülen sağlık, eğitim, kültür ve sosyal güvenlik bile özelleştirilmeliydi. Zira bütün bu alanlarda özel girişimin önü açıldığında, kamusal mülkiyete göre, kullanılan birim kaynak başına çok daha fazla toplumsal fayda sağlanacaktı. Böylelikle mülkiyet devri aslında toplam kamusal faydayı ve refahı artıracağından halkın yararına olacaktı. Devlet, zarar eden işletmelere, açık veren sosyal güvenlik kuruluşlarına, ürününü satarken üretime devam etmesini sağlayacak bir fiyat bulamayan çiftçiye kaynak aktarmamalıydı. Akaryakıtı ve elektriği, ekmeği ve sütü ucuza satmak, tarımsal üretime teşvik vermek, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti sunmak, birilerinin parasıyla başkasına iyilik yapmaktı. Piyasalar her şeyi ayarlar, özel sektör en verimli üretimi yapardı.
Söz konusu düşüncenin dayandığı varsayım önemli zaaflar taşıyor. “Devlet yaparsa mutlaka kötü yapar. Özel sektör her zaman iyi yapar” varsayımı önemli zaaflar taşıyor. Hatta tam tersi durumları kanıtlayan bulgular vardır. Kamu işletmelerinin verimsizliği bazı durumlarda bir vakıa olarak ortadaysa da bunun nedeninin mülkiyet yapısı olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. Marjinal sermaye hasıla katsayısı -yani birim sermaye stoku artışı karşılığında sağlanan üretim artışı- açısından bakıldığında, hem dünyada hem de Türkiye’de, kamu kuruluşlarının özel sektörden zaman zaman daha verimli olduğunu ortaya koyan araştırmalar da vardır. Ortalama %3,3 büyüme hızı ile geçen, buna karşılık ortalama reel faiz oranının %22 olduğu 1990’lı yıllarda, özel sektörün tasarruflarını nasıl artırdığı tablomuzda görülebilir. Halbuki üretim (milli gelir) aynı oranda artmamıştır.
 
Devlet Verimsiz Değil mi?
Peki devletin verimsiz olduğu tamamen yanlış mı? Aslında hayır. Çok fazla büyüyen her kuruluş için söz konusu olabilecek “optimum büyüklüğü aşma” sorunu kamu kesimi için de söz konusu. Devletin her alana müdahale etmesi, şartların değişmesi sonucu kamu mülkiyetinde kalması artık gereksiz hale gelen ekonomik işletmeleri bile ısrarla elinde tutması, bürokratik düzeneğin katılığı dolayısıyla işletmeciliğin gerektirdiği esnekliği gösterememesi, bir ekonomik aktör olarak devleti verimsiz kılabilir. Ama bu durum söz konusu kritik ölçeğe ulaşan bütün kuruluşlar için geçerlidir. Özel sermayeli de olsa gereksiz ve kontrolsüz büyüyen işletmelerde bürokratik atalet ve zindeleştirici küçülmeye karşı direnç gözlenebilir.
Kamu işletmelerinin yönetiminde yolsuzluklar yapılması, ehil olmayan kişilerin yönetime getirilmesi, siyasi iktidarın yandaşlarına kaynak aktarmak için kamu iktisadi teşebbüslerini kullanması ciddi bir verimsizlik kaynağıdır. Bazı iktisadi devlet teşekküllerinin özel sermayeli bankalardan, piyasadaki cari şartlardan daha kötü şartlarla borçlandırılması buna örnek verilebilir. Ama benzeri uygulamaların özel sektörde olmadığı savunulabilir mi? Bırakın Türkiye’deki sayısız örneği, aynı türden yolsuzluk, adam kayırma, kaynak aktarma uygulamaları bütün dünyada özel sermayeli kuruluşlarda da söz konusu olabiliyor. Mesela ABD’deki; Enron-WorldCom-Tyco-Delphi-Arthur Andersen yolsuzlukları serinin son örnekleriydi. Oluşan zarar, ya borsa üzerinden, ya vergi kayıpları şeklinde veya kurtarma operasyonlarıyla yine kamunun sırtına yükleniyor.
Tartışma teknik düzeyde ‘verimlilik-verimsizlik’ çerçevesinde tabii ki yapılabilir. Sorun konuyu, “devlet bankacılık yapamaz, devlet şirket idare edemez, sanayicilik yapamaz” şeklinde ideolojik bir tavır haline getirmektedir. Bu tavra yol açan felsefi arka plan, “piyasalar optimal dengeyi herzaman sağlar” yaklaşımıdır. Neyse ki bu iddianın, neoliberalizmin iflah olmaz fanatikleri dışında hiçbir çevrede savunucusu kalmadı. Piyasaların kendi başlarına işlemesinin sebep olduğu dengesizlikler ve hatta krizlerle ilgili çalışmalar, sahiplerine ekonomi dalında birçok kez Nobel ödülü kazandırdı. Ama asıl acıklı olan, bu tavrın ateşli bir biçimde savunuculuğunu yapanların, ekonomi politikasının farklı alanlarında bununla taban tabana zıt görüşleri dillendirmeleri oluyor. Petkim’e veya Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri’ne aktarılacak paranın bütün vatandaşların hakkını yemek olacağı görüşü, tarımsal üretim yapan müstahsile (dünya fiyatlarına göre) yüksek taban fiyat verme, mazot fiyatlarını ucuzlatma veya Merkez Bankası’na faizleri indirmesi, kuru yükseltmesi yönünde telkinde bulunma tavrıyla -felsefi düzlemde- büyük bir tutarsızlık içerir. Zarar eden KİT’lerin yeniden yapılandırılması, özel sermayeye açılması, hatta tasfiyesi gerekebilir. Ama devletin ekonomiye, kaynak tahsisine ve bölüşüme bir şekilde müdahil olması gerektiğine (kalplerinin derinliklerinde de olsa) inananlar konuyu genel bir ideolojik yaklaşım çerçevesinde değil, ancak pratiğe dönük ve tek tek örnekler temelinde tartışmalıdır.
 
Özelleştirme Siyasi Bir Tavırdır
Özelleştirmenin siyasi yönü ekonomik yönünden daha ağır basar. IMF ve ABD Hazinesinin, Washington Konsensüsü ile gelişmekte olan ülkelere dayattığı “On Emir” arasında en önemlileri, devletin küçültülmesi ve kamuda mali disiplinin sağlanması, yani devletin ancak geliri kadar harcama yapmasıdır. “Devletler de şirketler gibidir. Dolayısıyla devlet de şirket gibi yönetilmelidir” şeklinde formüle edilen bu görüşün en somut yansıması, Türkiye’de çok tartışılan ihale kanununda ortaya çıkıyor. Buna göre kamunun bir alım yapabilmesi ancak önceden kaynak ayrılmış olmasına bağlı. Kaynağı olmayan harcama yapılamaz. Kağıt üzerinde çok güzel duran ve kulağa hoş gelen bu ilkenin gerçek hayattaki sonuçları her zaman bu ölçüde hoş olmayabiliyor. Mesela; ilgili bütçe kaleminde öngörülen tahsisat bittiği için, devlet okullarına, yoğun kar yağışı altında bile kalorifer yakıtı alınamaması veya aynı gerekçe ile tutuklunun duruşma için adliyeye götürülememesi ve polis devriye araçlarının sayısının azaltılması devlet olmanın gereği ile ne ölçüde bağdaştırılabilir? Ticaret ile siyaset farklı nitelikte alanlardır ve farklı işlevlere sahiptirler. Ticarette paranız yoksa harcama yapmazsınız. Siyaset ise belli harcamaları yapmak için, toplumdan aldığınız yetkiye dayanarak kaynağı oluşturma çabasıdır. Siyasetçi, toplumun verdiği temsil yetkisi ile egemenlik erkini kullanır. Vergi salmak, para basmak, fiyatları ve gelirleri etkileyecek müdahalelerde bulunmak egemenlik erkinin sınırlarına girer.
Siyasetin ticaret gibi yapılmasını arzulayan küresel güç merkezlerinin amacı, ellerindeki ekonomik güçle dünya siyasetine maliyetsiz biçimde yön verirken bir taraftan da kâr sağlamaktır. IMF’nin özelleştirme, özerk kurumlar, ihale yasası gibi konulardaki ısrarı sadece ekonomik kaygılarla sınırlı değildir. Fizik kurallarına göre, doğada maddeler az yoğun oldukları ortamdan çok yoğun oldukları ortama yönelir. Para da, güç de böyledir. Dolayısıyla, liberalizmin “doğal durum”una müdahale edilmediğinde, başka güç harcamaya gerek olmaksızın ekonomik kaynaklar da, siyasi denetim de küresel temerküz noktalarında birikir. Liberalizme göre ABD ekonomisi ile Türkiye ekonomisi arasındaki ayrımlar yapaydır. Küresel tek pazarın parçalarını birbirinden ayırmaya, dolayısıyla “doğal durum”u bozmaya yönelik çabalar hem beyhudedir hem de suçtur. Liberalizmin siyasal önermesini tamamen paylaşmayanlar, bilerek veya bilmeyerek, sonuçlarını savunur duruma düşmemelidir. Devletin boşaltacağı alanın ne şekilde doldurulacağını öngörmeden, “hepsini satmak, derhal satmak” anlayışıyla hareket etmek, sonuçta telafisi mümkün olmayacak kayıplara yol açabilir. Üstelik bir yandan bu görüşleri ateşli biçimde savunurken diğer yandan kişi başına milli gelirin 1.500 doların altında olduğu illerde yatırımı teşvik için vergi ve SSK prim muafiyeti tanımak, dışardan bakanların bıyık altından tebessüm etmesine yol açacak bir tutarsızlık örneği teşkil eder.
 
Özelleştirme Yapılmamalı mı?
Bu sorunun cevabı özelleştirmenin ekonomik yönüyle ilgilidir. Felsefi ve siyasi açıdan bakıldığında özelleştirmeyi tartışılmaz evrensel gerçekliklerden biri olarak ortaya koyan tezler bir tarafa bırakılır, konu ekonomik bir uygulama olarak ve bütünsel bir yaklaşımla algılanırsa daha sağlıklı bir çözümleme yapmak mümkün olur. Özelleştirmeye şartlardan bağımsız ve ilkesel olarak karşı çıkmak da en az yukarıda tanımlanan ideolojik çerçevede savunmak kadar bağnazca bir tutumdur. Şartların değişmesine bağlı olarak, kamu yararı kalmamış alanlarda kamu mülkiyetindeki işletmelerin devri hatta tasfiyesi, tekel imtiyazlarının kaldırılması son derece makul bir uygulama olabilir. Aynı şekilde, verimsizliği ve noksan etkinliği giderilemeyen devlet girişimlerinin, sonuçta toplam kamu yararını artıracak şekilde özel sektöre devredilmesinde de bir yanlış yoktur. Devletin mülkiyet devri yaptığı işletmeler, bankacılık, enerji, iletişim gibi stratejik sektörlerde ise kamu yararının korunması için devletin düzenleme ve denetleme yetkisinin makul bir düzeyde sürmesi gerekir. Özelleştirmeye konu olan faaliyet kendi yapısı veya pazarın özelliği dolayısıyla ‘doğal tekel’ niteliği taşıyorsa yine özel düzenlemelere ihtiyaç doğar. Zira tekel pazarlarda noksan rekabet şartlarından doğacak verimsizliği özel girişim önleyemez. Ayrıca bazı durumlarda ticari olarak kârlı olmasa da mal ve hizmet üretiminin yapılması gerekebilir. Bu durumlarda kamusal fayda için yapılan üretim dolayısıyla oluşan ek maliyet kamu tarafından karşılanır.
Kamuya ait mülkiyetin devrinde kamusal faydayı öncelemek esastır. Özelleştirme; ekonomi (para, maliye ve gelirler) politikalarıyla anlamlı bir bütünlük oluşturacak tarzda ve gerekli yasal düzenlemelerle birlikte sistemli şekilde yapılırsa toplumun menfaatine olur. Ama verimlilik sağlamayacak harcamaları veya anlık ihtiyaçları, söz gelişi faiz ödemelerini karşılamak amacıyla kamu varlıklarını elden çıkarmak özelleştirme değil, satıştır. Sonuç olarak başlangıçtaki soruya en doğru cevap; “özelleştirmeye evet, satışa hayır” olmalıdır.
 
Türkiye’de Durum
Özelleştirme Türkiye’nin gündemine “satış” olarak geldi ve Türkiye’de hep satış yapıldı. İlk satışlar, SEK, Et-Balık Kurumu, Yem Sanayi gibi kamunun düzenleyici olarak bulunmasının elzem olduğu sektörlerde gerçekleştirildi. Mesela SEK’in satışında; satış sözleşmesinde faaliyete devam şartı bulunan 30 işletmenin özelleştirme öncesi toplam 185.262 ton olan yıllık ortalama çiğ süt işleme miktarı, cezai yaptırımlara rağmen yılda ortalama 157.622 ton düzeyine indi. Üç yıldan sonra işletmeler kapandı. Doğu bölgelerinin tek rasyonel ekonomik faaliyeti olan hayvancılık büyük darbe yedi. Hem uygun şartlarla toplumun hayvansal protein ihtiyacını karşılamak mümkün olmadı, hem de iç göç ve güvenlik başta ciddi toplumsal sorunlara yol açıldı.
Şimdilerde, kamu varlıklarının ve olanaklarının özel amaçlı tahsisi yoluyla veya kanunsuz yoldan işgal yoluyla zenginleşmeye alışmış kesimlerin beklentilerine uygun düşecek tarzda yeni satışlar tartışılıyor. Üstelik bu satışlarda esas amacın, on yıldır iç borç kisvesi altında tezgahlanan düzenekle, inanılmaz miktarda gelir aktarılmış kesimlerin nakit akışının bozulmaması olduğuna ilişkin kuşkular bir hayli güçlü. Zaman zaman, “özelleştirmede, ‘iç borçların döndürülmesi için buradan kaynak sağlayalım’ mantığıyla hareket etmiyoruz” şeklinde açıklamalar yapılıyorsa da, aynı yetkililerin “bu borç stokunu azaltabilmesi için Türkiye’nin kendi kaynaklarını harekete geçirmesi lazım. Bunların başında özelleştirme gelir. Özelleştirmede çok büyük bir para söz konusu” şeklinde açıklamalarının da olması kuşkulara haklılık kazandırıyor. Üstelik, sadece bu borçları yapan kuşakların değil, bütün milletin üzerinde hak sahibi olduğu SİT alanlarının ve sahillerin de satışa sunulması büyük bir hata olacak. İç borç sorununun aciliyeti, ekonomiye maliyeti ve bugünkü yönetimin bu noktaya gelinmesinde hiçbir sorumluluğu olmadığı kesinlikle doğru. Ama yıllardır haksız kazançlar sağlamış kesimlerin ve bunların bağlantılı olduğu güç merkezlerinin tepkisini çekmemek adına “hele Hazineye ait araziler ve işletmeler meselesini, İmar Yasası olayını bir yola koyalım, bunlardan Hazine’ye bir girdi olsun, iç borç stokları iyice erimeye başlasın, Türkiye o zaman sıçramayı yapacaktır” şeklinde yaklaşımlarla meseleyi ele almak hata olur. Söz konusu hata %6 ile %3 arasındaki oransal bir sapma değil, galaksiler arası bir sapmadır.
İktidar erki, “at binenin, kılıç kuşananın” atasözünün içerdiği anlamla işler. İktidarın yegane meşruluk kaynağı, egemenliğin sahibi olarak vekalet yetkisini veren, yani halktır. Farklı mülahazalarla atılacak her adım işe yaramayacağı gibi adımı atan gövde ile kalbi birbirine yabancılaştırır. Aslında ait olmadıkları galaksilerin cazibe merkezine kapılıp kendi aslî konumlarına yabancılaşanlar içlerinde sürekli çelişki yaşarlar. Bir dedikleri bir dediklerini tutmaz; niyetleriyle işleri tutarsız olur. Kazanç sağlayamazlar, “kendi”lerini kaybettikleriyle kalırlar.

Paylaş Tavsiye Et