Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Fetih nice kapılar açar...
Turgut Cansever
İSTANBUL hem İslam Dünyası hem de dünya kültürü açısından özel bir önem taşır. Britannica’ya göre, insanlığın yönelişindeki en önemli üç şehir; Kudüs, Mekke ve İstanbul’dur. İstanbul’un fethi bu yönelişin en büyük hamlesidir.
Fetih, açılım demektir. Fetihle başlayan açılım, bir taraftan geleceği mümkün kılarken diğer taraftan geleceği inşa eder. İstanbul’un Fatih’in eliyle gerçekleşen fethi, İslam Dünyası ve insanlık için benzeri az bulunabilecek, mukayesesine imkan olmayan bir açılımdır.
İstanbul’u fetheden Müslümanlar, insanın dünyadaki esas vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğu şeklindeki Hadis-i Şerif’in önemini gözetmenin yolunu aramışlardır. Bu güzelleştirmenin nasıl bir güzelleştirme olduğu da doğrusu büyük önem taşır. Müslümanlar, Hıristiyan Batı dünyasının, ve modern dünyanın güzelleştirme kriterleri ve amaçlarından oldukça farklı bir güzelleştirme ideolojisine sahiptiler. Bu yapıyı derinliği ile bilmek bizim geleceğimiz açısından da çok önemlidir. Bu güzelleştirme; bütün İslam kültürlerinde olduğu gibi yapılanın kendi başına var olmasından kaynaklanan, nesnelerin bir araya geliş düzeninden doğan bir uyumu içerir. Fetihten sonra İstanbul’da yapılan her eser, bu dünyayı güzelleştiren bir nesne haline gelir. Fakat bu nesne aynı zamanda bir bütünün de parçasıdır. Her binanın kendi içerisindeki unsurları da, müstakil varlıklar olarak bir bütünlüğün güzelleştirici unsurlarını meydana getirirler. İnsanlık tarihi boyunca bu meseleye büyük bir derinlikle temas eden yegane kişi, Muhyiddin-i Arabi’dir.
Füsusu’l-Hikem/Peygamberlerin Hikmetleri’nin tarihidir. Muhyiddin-i Arabi bu eserinde her peygamberin hikmetinin içerisinden diğerinin hikmetinin çıktığını belirtir. Birincisinin içerisinden ikinci peygamberin hikmetinin, ikincisinin içerisinden onu takip edenin, daha evvel gelmiş peygamberlerin hikmetlerinin içerisinden de Son Peygamber’in hikmetinin çıktığını, böyle olunca geçmiş peygamberlerin hepsinin hikmetlerinin Son Peygamberin hikmetine göre değerlendirilmesi lazım geldiğini anlatır. Son Peygamber Hz. Muhammed (S.a.v.)’in bütün peygamberlerin hikmetlerine ilave ettiği ve evvelkilerin hiç birisinin içerisinde bulunmayan iki hikmet; ferdiyetin yüceliği ve güzellik sevgisidir. Güzellik sevgisi tekamülün son aşamasıdır. Fatih’in de, onu takip eden Osmanlı padişahlarının da şehzadelikleri sırasında Füsusu-l-Hikem’le eğitildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla Osmanlı padişahları, bu konuyu gerçekten müdrik bulunuyorlardı.
 Fatih İstanbul’a gelince, şehir ile ilgili iki önemli icraatta bulunur. İlkin, Ayasofya’ya bir minare ilave eder. Eğer minareleri kaldırarak Ayasofya’ya bakarsanız, şehrin yapı yığınının içerisinde sadece diğerlerinden daha ileri safhada bulunmaktan başka özelliği olmayan iri bir yapı görürsünüz, başka bir şey değil. Fatih Ayasofya’ya minare ilave ettirerek tarihin, geçmiş kültürün anlaşılmasını sağlamış ve kendi yerinin ne olduğunu ifade etmiştir. Kendi adımının nasıl bir geleceği hazırlayacağının da işaretini vermiştir. İkinci olarak, Ayasofya’nın üzerinde bulunduğu tepe kadar önemli bir başka tepede, inşası bitmemiş olan Havariler Kilisesi’nin temelleri üzerinde, Fatih Camii’ni yaptırır. Nasıl ki bir peygamberin hikmetine öbür peygamberin hikmeti eklenerek insaniyet gelişmiş ise, Fatih de bunun bir örneğini vermek üzere o tepede Fatih Camii’ni inşa ettirir. Tabii ki Fatih’in yaptıkları bunlarla sınırlı değildir. İstanbul’un fethine katılan paşaları ve komutanları; Mahmut Paşa’yı, Murat Paşa’yı, Rum Mehmet Paşa’yı ve diğerlerini, İstanbul’un güzelliğine güzellik katmakla görevlendirir. İstanbul’un çeşitli köşelerinde, Aksaray’da bir yerlerde, Üsküdar’da bir tepede, yahut da Mahmut Paşa’daki başka bir tepede yer alan küçük eserler, İstanbul’un, oluşmakta olan Osmanlı dünyasının yeni yerleşme alanlarının merkezlerini vücûda getirir ve o merkezlerin inanç sembolleri ile güzellik unsurlarını teşkil ederler.
Sultan II. Beyazıt, Ayasofya ile Fatih Camii arasına kendi adıyla anılan camiyi inşa ettirir. Bu üç külliyenin oluşturduğu sıra, müthiş bir şiirsel güzellik taşır. Beyazıt Camii’ni takip eden büyük eser, Yavuz Sultan Selim’in inşa ettirdiği Sultan Selim Camii’dir. İstanbul’un silueti üzerine herkes daha evvel var olan o siluetin güzelliğini tamamlayacak bir unsur ekler ve eklenen her unsur, bu oluşumun daha evvelkilere göre -ve onları göz önünde tutarak- bir adım öteye götürülmesini ve yeni bir nitelik kazanmasını mümkün kılar. Sultan Selim Camii yapılmadan evvel Fatih Camii bu büyük güzelliklerin bir ucunda duruyordu. Sultan Selim Camii yapılınca Fatih Camii bu güzellikler manzumesinin içine yerleşti. Şehzade Camii ise bu defa Fatih ile Beyazıt’ın arasında tepelerde değil; ama ikisinin arasındaki düzlükte, aynı zamanda Haliç’e ve Marmara’ya bakan bir noktada inşa edilir. Bu yerlerin seçimi namütenahi bir önem taşır. Böyle bir olayı Orta Çağ’da, Batı Avrupa’da, büyük abidelerin inşasında akıldan geçirmek bile mümkün değildir. Çünkü meydana getirilen insan katkısının, Allah’ın yarattığı topoğrafyaya göre nasıl bir yere oturacağını, o topoğrafyaya nasıl bir güzellik katacağını Batı Avrupa’nın insanları gündemlerine almıyorlardı. Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii, bütün bu oluşumun sonuna konmuş noktadır. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii ise bütün bu oluşumu karşıdan seyreden bir nokta olarak ortaya çıkar. Allah’ın yarattığı güzellik ile insan dehasının bu müthiş uyumu, insanlık tarihinde benzerine kolay kolay rastlanılmayan bir olaydır.
 İstanbul yalnız camilerden ibaret değildir. İstanbul, insanların yaşama biçimi bakımından bir güzellikler dünyasıdır. Yalnız, şehrin içerisinde yaşanmaz. Haliç’te de yaşanır. Bir kıyıdan öbür kıyıya kayıklarla geçilir. Meşhur mesire yerleri vardır. Bu mesire yerleri çoğunlukla Boğaz çevresinde yer alır. Bu eşsiz güzelliğin korunması ve geliştirilmesi için büyük bir îtinâ gösterilir. Fatih, fethin ertesi günü Okmeydanı’nın bir çayır olmasına karar verir. II. Beyazıt döneminde bu çayır genişletilir. Üzerinden çatal tırnaklı hayvanların geçmesi yasaklanır. Aynı şey Kâğıthane, Alibey çayırları ve Boğaz mesireleri için de geçerlidir. Öyle ki insanlar bu çayırlara yalnız bazı mevsimlerde girebilirler. Bu düzeni yaşatmak için de çayır bekçileri vardır. Yamaçlardaki fundaların güzel, alçak dokusu ağaçlara ağaç olma niteliğini kazandırır. Bu alçak bitkilerin örtüsünü muhafaza etmek ve idame ettirmek için fundacı takımları oluşturulur.
Bunların ötesinde de evlerden söz edilmesi gerekir. Camilerin her minaresi, her şerefesi, her yarım ufak kubbesi nasıl bir ziynet ise, şehir için her evin az meyilli çatısı, saçağı, cumbası, penceresi de böyle bir ziynettir. Pencere dizgileri ile tezyin edilen bina cepheleri, cumbaların gölgeleri altında kalan alt katlar, bu evrenin arasında ağır renkli ağaçları ile büyük abidelerin kaidelerinden itibaren denize kadar sarkan az meyilli geniş saçakların altındaki koyu mor renkli evler önceden kararlaştırılmış, belirlenmiş ve öylece dondurulmuş bir düzen değil; silueti adım adım bir evvelkine dayanarak vücuda getirilmiş eşsiz bir şehir dokusu oluşturur.
Bu eşsiz oluşum; mutlak bir tarih bilincinin, mutlak oluşumun bir süreç olduğu idrakinin ve geleceğini bu idrak içerisinde güzelleştirmek iradesinin bir yansımasıdır. Her birey, insanı yücelten ve insana saygılı, güzel bir dünya inşa etmenin sorumluluğunu üzerinde taşımış ve evini yaparken diğer insanlarla arasındaki fiziki ve sosyal mesafeleri düzenlediği bilinciyle hareket etmiştir. Bu hareket tarzı sayesinde hem sosyal hem de fiziki ilişkiler düzeninin en yüksek seviyede güzelleştirilmesi sağlanırken insanlık tarihinin en büyük mucizelerinden biri de meydana getirilmiştir. İşte fetih bunun kapısını açmıştır.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Turgut Cansever