Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Terörün beslendiği psikoloji
İbrahim Zeyd Gerçik
TERÖR, dehşet anlamına gelen Fransızca bir kelime; düşman olarak tanımlanan varlığın iradesini ve çalışma sistemini şiddetli korkuyla felç etme. Fransız İhtilali’nin öncelikle kendi toplumu üzerinde deneyerek sistemleştirdiği ve kutsadığı şiddet metodu. Robespierre jakobenizmine kadar, lanetlenmiş bir iktidar metoduydu terör; onunla kutsandı. Bir bakıma, dehşete egemenlik tacı giydirildi.
Terörün kendisi başlı başına bir amaç değil; amaçlara hizmet için kullanılan bir araç. Amaç ise siyasi, sosyal, ekonomik, dinsel veya ideolojik olabilir. Bir şiddet eylemini terör eylemi kılan etken, onun doğrudan topluma, sivil hedeflere yöneltilmiş olmasıdır. Hazırlıksız ve savunmasız kitleleri hedef alması bakımından terör, şiddetin en yoğun yaşandığı savaştan ayrılıyor. Tarihi süreç içinde birçok devlet; ordu, istihbarat ve gizli polis teşkilatları aracılığıyla kendi toplumuna veya diğer toplumlara karşı; etnik veya ideolojik temelli birçok örgüt ise devlete ve muhaliflerine karşı onu kullandı.
Terörün uluslararası hukukta ortak bir tanımı olmamasının temel nedenlerinden biri, bazı devletlerin de bu metodu kullanıyor olmasıdır. Eylemi yapanla onu tanımlayan ve adlandıran aynı güç olunca, bu güç kendisini sınırlandıracak bir tanımlamayı yapmaktan kaçınıyor. Bu nedenle günümüzde devletlerin yaptığı terör, kutsal savunma hakkı ve potansiyel tehditleri yok etme gibi tanımların arkasına gizlenirken, terör sadece devletlerin tüzel kişiliğine yönelik şiddet eylemleri olarak görülmeye çalışılmakta. Halbuki o, birey ve örgütlerden çok devletler tarafından kullanılıyor. Pek çok terör eyleminin arkasında devletlerin istihbarat örgütleriyle, taşeron olarak kullanılan örgütlerin veya yine onlar tarafından kullanılan, toplumdan dışlanmış ve siyasal talepleri şiddetle bastırılmış grupların olduğu bir gerçek.
Terörün saldığı dehşet, mantıklı karar verme gücünü yok ederek, geride kalan bireylerin sadece kendi varlıklarını korumaya odaklanmalarına neden olur. Bu durumun sonucunda yön duygusu ve toplumsal düzen anlayışı kaybedilerek panik hissi ortaya çıkar. Yoğun toplumsal panik ise sosyal düzeni oluşturan kural ve yapıları işlemez kılar. Sistemlerin işlememesi, alışılagelmiş şartların, kuralların ortadan kalkması sürekli tehdit kaygısını, belirsizliği ve güvensizliği artırır; bireyler kendilerini daha güçsüz, savunmasız ve aciz hissederler. Zaten teröristin esas hedefi de ölen kişiler değil, yaşamaya devam eden toplumdur. Terörü askeri tedbirlerle ve sert politikalarla çözmeye çalışan devletlerin de, gittikçe daha totaliter bir yapıya bürünerek, her karşı hamlede kendilerine ve halklarına daha fazla zarar vermeleri kaçınılmazdır. Böylece, sosyal, siyasal ve iktisadi yapılar krize veya kaosa sürüklenir.
Terör uygulayan güçlerin, toplumun bütününü kontrol altına alabilmesi; terör eylemlerinin büyüklüğüne ve sürekliliğine, toplumun ve onun kurumlarının bilgi ve hazırlık düzeylerine, ortak inanç ve değerlere olan bağlılığa veya toplumu oluşturan insanlarda şiddet eylemlerini gerçekleştiren güce karşı çıkılamayacağına ilişkin bir teslimiyet yargısı oluşması gibi etkenlere bağlıdır. Böyle bir kontrol ihtimali ise tarihte, herhangi bir ideolojiye mensup örgütlerin düzenlediği terör eylemleriyle değil, ancak devletin topluma karşı uyguladığı terörle gerçek olmuştur. Fransız İhtilali’nin Terör Dönemi olarak anılan Robespierre iktidarı dönemi, Mussolini İtalya’sı, Hitler Almanya’sı ve Stalin’in Sovyet Rusya’sı resmi ideolojinin yerleştirilmesi için terörün kutsandığı devletlerdi. Robespierre bunu ifadelendirmişti de: “Özgürlüğün düşmanlarını terörle dizginleyiniz. Terör hızlı, ciddi ve bükülmez adalettir.” Toplum içindeki farklı inanç, kültür, ırk ve ideolojileri sindirmeye ve yok etmeye yönelik devlet terörü milyonlarca insanı, tapındığı lider ve ideoloji için kurban etmekten çekinmedi.
Devlet veya örgüt olsun, terörist yapılar kendilerine karşı bir özgüven eksikliğiyle malûl oldukları için, paranoyak bir halet-i ruhiye ile, kendileri dışındaki dünyaya kuşku ile bakar, güvenemezler. Güvensizlik ise hem teröre kaynaklık eden, hem de onun oluşturmak istediği psikolojidir. Bunun sonucunda ortaya çıkan engellenme duygusu öfkeyi; süreklilik kazanmış engellenme de nefreti doğurur. Bu da nihilist bir algılamayı besleyerek vicdani değerleri örter ve teröre hazır bir zihne zemin hazırlar. “Benim toplumum acı çekiyorsa bana acı veren güçlerin ve ona destek olan devletlerin toplumları da acı çekmelidir. Güç dengelerinin eşitsiz olduğu bir savaşta güçlünün toplumsal dinamiklerinde oluşturabileceğim korku ve güvensizlikle onu besleyen kaynakları sarsabilirim” gibi yargılarla gerekçelendirilen nefret, masum insanlara karşı genelleştirilir. Böylece, her türlü sivil hedefe saldırmak meşrû görülerek, terörün zihinsel temeli oluşturulmuş olur. Haklılık ve adalet arayışı yerini gücün kaba ve hoyrat diline bırakır. Bu durumda, “Acı çektirerek itaat ettirmeye çalışan bir güce karşı ancak acı çektirerek ayakta durabilirim; kuvveti dayatan bir güçten, ona acı vererek hakkımı alabilirim” yargıları temel algılamayı oluşturur. Bir bakıma, zalim ve mazlum eşitlenir ve adaletin unutulduğu bir “göze göz, dişe diş” politikası toplumların körleşmesiyle sonuçlanır.

Paylaş Tavsiye Et