Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
‘Köy İstanbul’da ‘şehirli’ belediye olmak ya da ol(a)mamak
Gülçin Tunalı Koç
“ARTIK söylenecek söz kaldı mı ki” sorusunu sordurtacak kadar çok söz söylendi İstanbul için. Böyle olduğu halde, yüzyıllardır hakkında güzellemeler yapıldı durdu; yerme vakti gelmiştir diye düşünenlerin de çabalarıyla, konuştuklarımızda, okuduklarımızda, dinlediklerimizde ve yazdıklarımızda bir şekilde kendine hep yer buldu. Akıl almaz bir karmaşa ve keşmekeş içinde bir şekilde varolan düzen, hayatın sürekli dinamik olarak akması, irrasyonel olanın rasyonaliteyi, enformel olanın formel olanı alt edip durması gibi ifadeler de sıklıkla kullanıldı İstanbul söz konusu olduğunda. Bu farklı farklı İstanbul söylencelerine belediyeler dahil edildiğinde aynı şekilde kalemler yoruldu, kulaklar doydu. Hukukî mücadeleler, rant-çıkar hesapları, mevzuatlar, kanunlar, yürütmelikler, yolsuzluklar derken bir seçim daha geldi, kapıya dayandı. Gürültünün patırtının hiç eksik olmadığı koca kent yine suyu iyice sıkılmış limondan arta kalan son zerrecikleri ‘değerlendirmeye’ çalışan inşaat sektörünün eline teslim edilmiş görüntüsü vermeye devam etmekte. Böylesine bir durumda, şantiye halet-i ruhiyyesinin hiç bitmeyecek gibi durduğu şehirde yaşayanların çoğunun belediyeden ya da kentsel yönetimden anladıkları, ‘kentsel olanakların farklı kentsel gruplar arasında yeniden dağıtımı’ değil elbet. Kafalarımızdaki belediyecilik anlayışının temellerini bulmak için sanırım 60’lı, 70’li yıllara doğru uzanmak gerekiyor.
Gazoz kapağıyla nostalji furyasının o yıllardaki hayatımıza dair gözden kaçırdığı bir olgu, belediyecilik. Oysa ki, çocuklar külahta leblebi tozu yerken aile büyüklerinin ne yapmakta olduğu sorulduğunda ortaya çıkan tabloda belediyenin yeri büyük. Özellikle altyapı sorunları ve yasallaşmayla ilgili olarak sık sık merdivenlerini arşınladıkları bu devlet kapısını çoğu zaman nice mücadeleyle kurdukları unutulacak gibi değil. Bugün devasa bir şehir haline gelmiş İstanbul’un birer alt merkezi konumunda olan yerlerin kısa bir zaman öncesine kadar köy yönetmeliğine tabi olduğu düşünüldüğünde, belediyeciliğin, şehremaneti mantığından nasıl kurtlar sofrası mantığına taşındığına dair ipuçlarını takibe başlarız.
Şöyle ki, 1923-1957 tarihleri arasında vilayet ve belediye hizmetleri valilik uhdesindeyken, 1 Mart 1957’de belediye ile özel idare ayrılır. 27 Mayıs 1960 tarihinde ise belediye ve vilayet meclisleri feshedilir. 1961 Anayasasında belediye başkanlarının seçimle işbaşına gelmeleri yer alınca, 17 Kasım 1963’te ilk yerel seçimler yapılır. Haşim İşcan İstanbul’un seçimle gelen ilk belediye reisidir. O tarihten 12 Eylül 1980’e gelene kadar belediye başkanlarını halk seçer. Askeri yönetim, belediyelerin hizmeti aksatacak kadar politikaya angaje olduğu ve anarşistleri korudukları gerekçesiyle belediyeleri fesheder. 1980-84 tarihleri arasında belediye başkanları atamayla görevlendirilir. 8 Mart 1984’te Büyükşehir Belediye Kararnamesi çıkar; 26 Mart’ta da yerel seçimler yapılır. Bu tarihten itibaren belediye başkanları yine halk oylamasıyla seçiliyor. Bu bilgilere dikkatlice bakılınca, 1960-80 arası dönemin Türkiye genelinde büyük sosyal değişimlere sahne olduğu, aynı tarihlerde iç göçün ‘akın etme’ boyutlarına ulaşmaya başladığı görülür. Mesela Ümraniye, Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) kayıtlarına göre 1940 sayımında Üsküdar’a bağlı bir köy konumundadır ve nüfusu 501 kişiden ibarettir. 1955 yılında da köy konumundadır; nüfusu 1781’e ulaşmıştır. 1963’te belediye olan Ümraniye’nin 1965 sayımındaki nüfusu 14 bin 800’e, 1980’lerde ise 71 bin 954’e sıçramıştır. Mahallelerin, sağ-sol kutuplaşmalarında ‘kurtarılmış bölge’ şeklinde sınırlandırıldıkları 80 öncesi dönemde belediyeler de yandaş kurbanı olur. Özellikle 1974’te Ecevit’in ilan ettiği, ‘toprak işleyenin, su kullananın’ sloganı çerçevesinde kamu toprağını halka dağıtmak mantığıyla desteklenen gecekondulaşma süreci, çabucak ‘oy potansiyeli’ şekline dönüşmüştür. Bunun sebebi de siyasilerin gözünde ancak bu şekilde bir kıymet ifade ettiğinin ‘politik’ bilincinde olan halkın elindeki bu kozu sonuna kadar kullanmasıdır. Ağır ağır 80 öncesinde başlayan ama 90’lı yıllarda kendini iyice hissettiren ticarileşme ve rant kavgası, durumu içinden çıkılamaz bir hale sürüklemiştir. Mafya sözünün sıklıkla duyulduğu arazi piyasasında artık işin içine sadece göç eden fakirler değil, villa tipi ruhsatsız binalarıyla zenginler de katılmıştır. Belediye nokta-i nazarında bu iki kesim arasındaki fark, ‘fakirlerin’ belediye hizmetlerini kavga- dövüş, ‘zenginlerin’ ise paranın gücüne duyulan karşılıklı güven sayesinde elde etmeleridir. İşin ilginç tarafı, her iki kesimin de belediyeden anladıkları ‘şey’in aynı olması: Doğumdan ölüme hayatın hemen her noktasında karşılaşılan, bu yüzden içerisinde ‘adamın’ olmazsa işlerini halledemediğin devlet kurumu. 
Aslında bu şekildeki algılayış tarzımız bizim hâlâ kentsel manada yerel yönetimden bîhaber olduğumuzu ortaya koyuyor. Çabalara rağmen yönetime katılma, sivil inisiyatif, sivil toplum kuruluşlarına aktif katılım gibi kavramların yerlerini bir türlü bulamadığı asırlık metropolde kendimizi, aslında iç içe geçmiş köylerde bir büyük ağanın etrafında, çapları daha küçük ağalar tarafından yönetiliyormuş gibi hissediyoruz. Bu hissediş İstanbul’da oturanların hayli büyük bir oranının köy kökenli oluşundan kaynaklanıyor olsa gerek. Zaten İstanbul’u ‘köy’ gibi görenler de azımsanmayacak kadar çok. 2003 yılı itibariyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 27 metropol ilçeden cinsiyet, yaş, meslek, gelir ve eğitim durumu dikkate alınarak seçilen 2300 denek üzerinde yaptırılan araştırmanın sonuçlarına göre, “İstanbul hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna deneklerin üçte ikisi, kalabalık, stres, ulaşım, pislik, yoksulluk, rezillik, eziyet, başa çıkılmaz bir köy ve başa çıkılmaz bir kent gibi cevaplar vermişlerdir. Kanımca, İstanbul’un kent imajı yanında köy olarak da tanımlanması sadece fiziksel şartlar gözetilerek yapılmış bir adlandırma değildir. Bundan daha önemli olan, insanların ‘köy’ derken kastettiklerinin daha çok, bir kentten beklenilen profesyonel yasal düzenlemeler ve profesyonel hukuki bir yönetimle idare edilmeyen, enformel ilişkilerin ve süreçlerin bulunduğu yer şeklinde olduğudur. Bunda varolan resmi yapının da rolü büyüktür. Mevcut mevzuatın şehrin içinde cereyan eden dinamiklere ve buna bağlı olarak değişen ihtiyaçlara göre yeniden düzenlenmediği ve hâlâ adam kayırmacılık, iş bitiricilik, particilik esaslarına göre işleyen belediyecilik anlayışının hakim olduğu; yani hukuki-kamusal düzenlemenin ve öncülüğün bulunmadığı bir ortamda, insanların yasal çerçeve dışındaki yollara başvurması ve işlerini bu şekilde yürütmeye çalışıyor olması normal sayılmalıdır.
Toparlarsak; 1960’lardaki göç dalgasının beraberinde getirdiği sosyal değişimin bir türlü kesilmeyen yeni göçlerle palazlanarak kendi hakimiyetini kurduğu bu kentte, İstanbul şehir hayatının bir ürünü olan yerel yönetim anlayışının değişmesi gerekmektedir. Mevcut anlayış, dünya metropollerinde uygulanan ve böylece insana kentte yaşıyor olduğunu hissettiren yerel yönetim anlayışına yakınlaştığı ölçüde hem idarî yapıyı, hem de halk zihinlerindeki ‘şehirleşmeyi’ gerçekleştirecektir. Bunun için de önce o ilk göç dalgasıyla oluşan ve siyasî çıkarlar adına bir türlü değiştirilemeyen belediyecilik anlayışının, modern anlamda ‘yerinden yönetim’ esaslarına göre yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bunu gerçekleştirecek olanların ise, sosyal bilimcilerin sürekli vurguladıkları bir olgu olan köy ve şehir hayatlarının birbirinden farklı düzlemlerde işlediği gerçeğine binaen, ‘şehir’ formasyonu almış kimseler olması elzemdir.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Gülçin Tunalı Koç