Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Tematik olarak Avrupa sineması
İhsan Kabil
AVRUPA coğrafyasında 20’nci yüzyıla damgasını vuran sanat dalı olarak sinema, ülkeden ülkeye ve yönetmenden yönetmene farklı bir karakter sergiler. Tarihî dönemler belli bir yaklaşımı öne çıkararak yönetmenlerin ortak çizgilerde buluşmasını sağlarken, bu kesişme aynı zamanda sinema akımlarının doğmasına yol açar. Avrupa sinemasına bölgelere ayırarak bakıldığında (ortak yapımları hariç tutarsak), başat olarak Fransız, İtalyan, İngiliz, Alman, İspanyol ve İskandinav sinemaları öne çıkar. Alt birimlere ise İsviçre, Avusturya, Hollanda, Belçika, İrlanda, İzlanda ve Doğu Avrupa ülkeleriyle Rusya sinemaları dahil olur.
Avrupa sinemasının, kültürdaşı Amerikan sinemasına göre ayrım çizgisi olarak alınabilecek özelliği; Amerikan sinemasının western, bilim-kurgu, komedi, melodram, kara film, müzikal gibi tarzlarla bilinen tür sineması niteliğinin karşısında, Avrupa sinemasında gerçeküstücülük, kurgu kuramı, dışavurumculuk, sosyalist gerçekçilik, sinema-gerçek, yeni gerçekçilik, manevi duyarlılık, yeni dalga, dogma gibi akım sinemasının ağır basmasıdır. Ancak her iki sinema da zaman zaman bu görünmeyen sınırı aşarak birbirinin anlatım unsurlarını kullanma yoluna gitmiş (örneğin, Amerika’da deneysel, yer altı, bağımsız sinema çalışmaları; Avrupa’daysa popüler sinema anlamında tür sineması, spagetti westernler ve rock müzikalleri) ve sinema kültürünün süzüle süzüle bir düzeyi yakalamasıyla birikimler, mevcut yapımlarda materyal olarak işlev görmüştür.
Avrupa’nın, ihtiva ettiği insanî değerler bakımından en öne çıkan sineması, akım ve yönetmenlerinin belirleyiciliğiyle Fransız sineması olmuştur. Orta yol sinemanın kalabalık kadrolu, görece daha hızlı, dışadönük ruh halinin bir yansıması olan, baskın karakterinin dışında; birkaç kişi arasında geçen olay örgüsüyle insanın iç dünyasına yakın plan yoğunlaşmanın daha rahat yapılabildiği, görece daha durağan ve mizansen olarak içe dönük bir anlatımın yaygın olduğu bir imgeleştirme hakimdir. Amerikan sinemasının Avrupa sineması üstünde ağırlığını hissettirdiği ve “kendi gibi” filmlerin yapılmasına yol açtığı 1980’lerin öncesinde (Türkiye’de bugün çekilen filmlerin dramaturjisini, jenerik yazımını ve afiş tasarımını göz önüne getirelim), daha homojen bir Fransız sinemasının varlığından söz etmek mümkündür. 1950’lerde yayımlanmaya başlayan Cahiers du Cinema adlı dergide yazan François Truffaut, Jean-Luc Godard, Eric Rohmer, Jacgues Rivette gibi isimlerin sinemaya atılmasıyla Yeni Dalga akımının doğması ve Alain Resnais, Robert Bresson, Agnes Varda, Claude Sauet, Claude Lelouch gibi yönetmenlerin ortaya koyduğu dil ve alternatif iletim bu homojen Fransız sinemasının tescili olmuştur. Yeni Dalga’nın belirgin özelliği, yönetmenlerin kişisel dünyalarını perdeye taşımaları, sinema dili hususunda hür bir ruha sahip olmaları, senaryoyu da kendileri oluşturarak ve belli bir özgün ve öznel üslup peşinden giderek ‘auteur’ (yaratıcı yönetmen olarak anlaşılabilir) bir çizgide kamera kullanmalarıdır. Ne var ki, bunu gerçekleştirirken oldukça serbestlik hisseden kimi yönetmenlerin filmlerinde (‘Ahlak Hikayeleri’ ve ‘Komediler ve Atasözleri’ tematik başlıklarını verdiği filmlerde yer yer Rohmer de dahil olmak üzere) müstehcenlik söz konusu olabilmektedir. Ama yine de ‘duygusal filmler’ diye kategorize edilen Fransız sineması örnekleri, toplumsal ilişkiler yumağı bağlamından biricikliğiyle sıyırdığı insanın, kendi ruh alemlerinin ve tekil varoluşsal çalkalanmalarının bir resmedilişini sunar.
İtalyan sinemasının değerlerine uzandığımızda, temsil gücü yüksek olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik akımını görürüz. Bu akım çerçevesinde öne çıkan yönetmenler ise Roberto Rosselini, Vittorio de Sica, Luchino Visconti, Federico Fellini ve Michelangelo Antonioni’dir. Bu yönetmenler savaş sonrası yıkımı birebir yaşayan insanların hayatını projekte etmek üzere sokağa inerek, hayatı naturalist tatlarda yalın gerçekliğiyle yansıtma yoluna gitmişlerdir. Ancak zikredilen yönetmenlerin tümü kariyerlerinin ilk yılları itibariyle insanî bir duyarlılık halet-i ruhiyesi içinde bu akıma sadık kalmışsa da, sonraları örneğin; Vittorio de Sica bulvar filmlerine kaymış, Visconti aristokratik geçmişinin peşine düşmüş, Fellini sinema aygıtıyla oyuna başlamış, Antonioni ise adeta Yeni Dalgacı bir tavırla insanlık durumu dediğimiz varlık ve hiçlik denizinde kulaç atmaya yönelmiştir.
İngiliz sinemasında 1960’larda Tony Richardson, Lindsay Anderson gibi yönetmenlerle sarih olan ve ortalama insanın güncel sorunlarına eğilip, sınıf ve varoluş özelliklerini vurgulayan ‘Özgür Sinema’ akımı oluşmuştur. Günümüze uzanan çizgide ise David Lean, Ken Russel ve Richard Attenborough, İngiliz sinemasının ağır topları olarak görülebilir. Manevi konulara eğilen, ancak bunu neredeyse sonsuz bir serbesti anlayışıyla pop bir tarz ve görsel anlatımla gerçekleştiren Russel’a karşın Attenborough, klasik sinema yaklaşımında filmler ortaya koyar; toplumsal karmaşa ve ‘çılgın kalabalıktan uzak’, farklı bir duyarlılık peşinde bir pastel ressamı gibidir.
Daha çok Kuzey Avrupa kökenli olan ve Danimarkalı yönetmen Lars von Trier ile müşahhas olan 1990’ların ‘Dogma’ hareketi ise, yerleşik sinemanın burjuva kodlamasına karşı gerçekçilikten yana tavır alarak, değişik kamera ve renk formatlarıyla ‘hayatta olduğu gibi’ şiarına yakın duran bir dil resmedilişine yönelir.
Avrupa zihniyet dünyasının içinde manevi duyarlılığı yüksek bir sinema performansı ise İskandinav sinemasında Carl Dreyer ve İngmar Bergman, Fransa’da Bresson, Portekiz’de Manoel de Oliveira, Rusya’da Andrey Tarkovski ile kendini gösterir. Bir yönüyle muhafazakâr bir sinema olarak değerlendirilebilecek bu usta yönetmenlerin çalışmaları -muhafazakârlığın, varolan adaletsiz ve manevi değerleri kendi menfaatlerine kalkan eden ve statükoyu korumaya ve idame ettirmeye dönük yorumunun dışında-, insan yaratılışıyla Yaratıcı arasında kurulan bağıntı ışığında; varoluşu, kişisel ve toplumsal ilişkileri o patetik estetik temelinde belirleyip, film kadrajını da bu anlatımın aşkın imgeleriyle mücehhez kılar. Ömürleri sinema sanatının ortaya çıkışıyla zamansal olarak çakışan bu sanatçıların aidiyet duygusu içinde oldukları Katolik, Protestan, ve Ortodoks inançları, Jung’un kolektif şuurdışı olarak adlandırdığı düzlemdeki ana belirleyici unsurlardandır. Yine de eleştirel bakış açısından, bu duruş beraberliğine Bergman’ın ilk ve orta dönem filmlerindeki ve Bresson ve Tarkovski’nin kimi görselleştirmelerindeki müstehcenlikleri tenzih ederek dahil edilmeleri, tutarlılık bakımından daha yerinde olacaktır.

Paylaş Tavsiye Et