Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Söyleşiyorum
Başbakanlık Müsteşarı Ömer DİNÇER: “Türkiye’de en küçük iş bile Ankara’dan çözülüyor”
Söyleşi: Yalçın Çetinkaya
Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer, devletin en üst düzey bürokratı olarak görev yapıyor. Başbakanlık Müsteşarlığı aslında bürokrasinin en üst noktası ve atanmışları temsil eden bir görev. Bu makam, aynı zamanda statükoyu da koruyan bir makam.
Ancak Sayın Ömer Dinçer, özellikle Kamu Yönetimi Reformu olarak bilinen projesiyle statükonun yüreğini ağzına getirdi ve bu reform projesiyle epey gündemde kaldı. “Bu proje, merkezî yönetimin yerel yönetimler tarafından kuşatılmasına zemin hazırlamaktadır” gerekçesiyle başta muhalefet partisi olmak üzere, medya ve statükoyu temsil eden kişi ve kurumlarca eleştirildi.
Oysa Kamu Yönetimi Reformu, özetle Türkiye’de tıkanan bürokrasiyi rahatlatmayı, devlet ve halk arasındaki karşılıklı güvensizliği ortadan kaldırmayı, bürokratik verimliliği artırmayı, insanımızın yaşam kalitesini yükseltmeyi ve insan hak ve özgürlüklerini genişletmeyi hedefliyor. Evet, aynı zamanda yerel yönetimlerin güçlenmesini sağlayan bir reform paketi; ama Kamu Yönetimi Reformu’nun, merkezî yönetimin yerel yönetimlerce kuşatılmasına yol açmak gibi bir özelliği de yok. Tam tersine bu reform paketi, merkezî yönetim ile yerel yönetimlerin daha iyi ve verimli çalışmalarına yol açacak bir niteliğe sahip.
Kamu Yönetimi Reformu’nu, projenin mimarı Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer ile konuştuk.
 
İzninizle, Kamu Yönetimi Reformu’nun felsefesinden başlayalım. Türkiye’de kamu hizmetleriyle ve devletin işleyişiyle ilgili genel bir yakınma her zaman var olagelmiştir. Ama bu reform girişiminden önce gerçekten neye ihtiyaç duyulduğu sağlıklı bir biçimde tahlil edildi mi? Yani bu da öncekiler gibi “yukarıdan aşağıya” bir nitelik mi taşıyor, yoksa farklı bir felsefesi var mı?
Sorunuzu bir içerik, bir de yöntem bakımından ele alabiliriz. İçerik olarak, “felsefesi nedir?” diye baktığımızda söylenecek çok şey var. “Yukardan aşağıya mı?” diye sorduğunuzda, aslında bir usulden bahsetmiş oluyorsunuz. 1980’li yıllardan sonra tüm dünyada kamu yönetimi alanında çok yeni düşünceler gelişmeye ve çok farklı uygulamalar ortaya konulmaya başlandı. Daha önceki kamu yönetimi anlayışına baktığınızda, daha çok kapalı sistem bir yönetim anlayışı, mekanik bir bürokratik işleyiş tarzı ve devleti öne çıkaran bir amaç söz konusudur. Kapalı sistemde, yönetim ve yöneticiler neyin devletin ve toplumun yararına olduğunu kendileri bilirler ve bu doğrultuda kararlar vererek uygulama yaparlar. Bu, tek taraflı bir iletişimdir ve devletten halka doğru gider. Mekanik bir bürokrasi ise aslında daha çok kendi içine dönük, belirli etkiler karşısında hep aynı tepkileri veren, geçmiş uygulamaları aynen tekrar ederek aynı başarılara ulaşacağını varsayan bir yaklaşım ortaya koyar. Halbuki çevresel faktörlerde değişiklik söz konusu oluyorsa çoğu kez aynı etkilerin oluşmayacağı ve dolayısıyla aynı tepkileri vermenin benzer başarıları getirmeyeceği açıktır.
 
Kamu yararı dediğimiz şey nedir o halde? Bunu kim belirleyecek?
Pratikte bakanların, müsteşarların, savcıların, hakimlerin, emniyet müdürlerinin ve askerî komutanların toplum için öngördüğü, uygun gördüğü şeyler kamu yararı gibi ortaya çıkmaktadır. Halbuki 1980 sonrası yönetim devrimi bunun tam tersi uygulamalar ve sonuçlar ortaya koymaya başladı. Her şeyden önce açık sistem yönetim modelleri tüm dünyanın öngördüğü ve başarı için de temel şart kabul ettiği bir durum olarak ortaya çıkıyor. “Açık sistem”i iki şekliyle de söylemek mümkün; birincisi aslında kamunun yaptığı işleri, ilgili tarafların biliyor olması. Buna şeffaflık diyoruz. Yani kamu, yönetim ve yöneticileri olarak hangi kararları veriyor, ne yapıyor ve niçin yapıyor sorularının cevabını ilgili bütün kesimler kolayca bilebilmelidir. Açık sistem, hizmet tasarımı yaparken kamu yöneticileri ve yönetiminin, hizmeti sunacağı kesimlerin beklenti ve istekleriyle ilgili düşüncelerini almasını ve onları hizmet tasarımına dahil ederek hizmetinin kalitesini artırmasını da içerir. Çünkü kalite, hizmeti alacak kesimlerin beklentileri ne oranda karşılanıyorsa o kadar iyi demektir. Ve nihayet yine bunun bir boyutu olarak, hizmeti sunduktan sonra da ilgili kesimlerin bu hizmetten ne kadar memnun olduklarının ölçülebilir olması gerekir. Bizim istediğimiz şey tam anlamıyla bu. Bu yönetimde paradigma değişikliği demektir. Şeffaf, hesap veren, aslında varlığını hizmet ettiği halktan aldığının farkında olan, denetlenebilir ve karşıdaki insanlara güvenen bir yönetim modeli öngörüyoruz.
Yaptığımız şey, modern toplum uygulamalarının, modern yönetim anlayışının kendi içinde geçirdiği evrime uyum sağlamasına çalışmaktan ibarettir. Şöyle izah edeyim; aslında biz yepyeni bir toplum yönetim sistemi oluşturmuyoruz. Cumhuriyet’le birlikte oluşturduğumuz modern yönetim anlayışı, değişen çevre şartları karşısında yeni şekillere ve uygulamalara sahne olmaya başlıyor. Bizim öngördüğümüz şey, işte bu yeni uygulama modellerine ayak uydurmaktan ibarettir. Biz dünyada önemli bir devlet ve rekabet edebilir bir ülke olmak istiyoruz.
 
Böyle bir reform sizce bu ideallere kavuşmak için yeterli imkanı sağlayabilecek mi? Bu ülkenin sosyal olarak kendine has özellikleri var malum…
Bahsettiklerimin hepsi zihniyetle ilgili bir değişimi de içermektedir. Biz yeniden yapılanma fikrini tartışırken zaten doğrudan doğruya bir bakanlığın reorganizasyon çalışmasını yapmayı, bakanlıklar arası ilişkileri düzenlemeyi veya merkezî idare ile mahallî idareler arasındaki ilişkileri düzenlemeyi öne almadık. Önce kamu yönetiminde bir zihniyet değişikliği olması üzerinde durduk. Çünkü insan zihni değişmeksizin reform olmaz. Yönetimle ilgili bir karar verilirken birtakım öncelikler, hassasiyetler, maddi veya manevi değerler elbette göz önüne alınmalıdır. Bu tip bir değişim kararı verirken aslında bizim üç karar alanımız olmalıdır. Bir tanesi çevresel değişikliklerdir. Küresel anlamda, ekonomik, sosyal, siyasî, hukukî, teknolojik olarak ne tür değişim ve gelişmeler oluyor, dünya nereye gidiyor ve bir on-yirmi yıl sonra nasıl ve hangi tür yeni değerler ortaya çıkacak? Bunları bilmeye, tahmin etmeye ihtiyaç var. İkinci alan ulusal alandır. Bu alanda da mevcut yapımız, başarılar, başarısızlıklar, sahip olduğumuz imkanlar, imkansızlıklar, fırsatlar, potansiyeller, kaynak yetersizlikleri, üstünlüklerimiz, zayıflıklarımızı bilmeye ihtiyaç var. Bu ikisi bizim aslında rasyonel olarak geleceğe yönelik neyi yapmamız gerektiğini belirler. Ama bir de üçüncü alan vardır ki o da tercih imkanı verir bize. Üçüncü alanda toplumun öncelikleri, hassasiyetlerimiz, maddi ve manevi değerlerimiz, inanışlar vardır. Bütün bunlar bizim belki rasyonel alanda ortaya çıkan alternatifler içerisinde, seçmemize yardım edecek ögeler olarak ortaya çıkar. Bu açıdan bakıldığında, tabii ki kendimize has özelliklerimiz vardır ve bütün bu yeniden yapılanma sürecinde onlar da dikkate alınmıştır.
 
Türkiye’de memur sayısı fazla mı? Çünkü bazı istatistikler Türkiye’nin bu konuda OECD ortalamalarının altında olduğunu gösteriyor. Devlet vatandaşa sunduğu hizmetlerde verimlilik esasına göre çalışabiliyor mu?
Nicelik olarak meseleye baktığımızda bu toplumda nüfus başına ona hizmet eden devlet memuru sayısı, kamu görevlisi sayısı gerçekten düşüktür. OECD veya Avrupa ülkelerinin ortalamasının altındayız, doğru. “Devlet memuru veya kamu görevlisi sayısı çok” diyemeyiz, dememeliyiz de. Fakat kamu personel sistemimizin kendi içinde çok önemli ve ciddi sorunları var. Onlardan bir tanesi nitelik sorunudur. Mesela bizde adalet mekanizmasında çalışan hakim ve savcı sayısı çok azdır; başka ülkelerde neredeyse tüm kamu personeli içerisindeki payı yüzde 5 ila yüzde 8 arasında iken, bizde binde 5 civarındadır. Sağlık personeli sayısının oranı da çok düşüktür. Uzman oranı, nitelikli personel oranı son derece düşüktür. Ama buna mukabil genel hizmetler üreten alanda çok sayıda personelimiz var. Yani şoför, odacı, çaycı, temizlikçi, santral memuru, sekreter diyorsanız, bunların sayısı yüksek. Bugün genel idarî hizmetlerle hizmetlilerin çalışanlara oranı yüzde 35 civarındadır. Bunun dışında, diğer hizmetlileri ve işçileri de hesap ettiğiniz zaman bu oran yaklaşık yüzde 45’e varmaktadır. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki; aslında devlet memurluğu kavramını yeniden ele almak gerekmektedir. Az önce bahsettiğim görevliler, gerçekten devlet memuru olmak durumunda mıdır acaba?
 
Anayasa’da, belirlenmiş bir “devlet memurluğu tanımı” yok mu?
Var tabii. Anayasa devlet memurluğuyla ilgili tanımlamaları yaparken “devletin aslî ve sürekli hizmetlerini yapanlardır” diyor. Veya tam tanımını vereyim: “Devletin aslî ve sürekli hizmetleri devlet memurlarıyla yürütülür.” O zaman soruyu şöyle soralım kendimize: Gerçekten şoförün, odacının, sekreterin, danışmanın -bunu çoğaltabiliriz- devlet memuru olması gerekir mi? Şu anda rakam vermekte zorlanıyorum ama, 150 ila 200 bin kişi doğrudan doğruya halka hizmet üretmiyor, devlet memuruna hizmet üretiyor. Bu doğru bir şey midir?
 
Tasarı yasalaşırsa kamu hizmetlerinin özel işletmecilik mantığı ile sunulacağı, bundan kamu çalışanlarının hak kaybına uğrayacağı ve yoksul halkın zarar göreceği iddiaları var. Bunların doğruluk ve haklılık payı var mı?
Bu iddia doğru değil. Belirli bir hizmeti aslında daha profesyonel bir mantıkla sunabilirsiniz. Ama bunun tam işletme mantığı ile yürütüldüğünü söylemek doğru değil. Bizim işletmecilik alanındaki çalışmalardan ders almaya, “benchmarking” yani kıyaslama yapmaya ihtiyacımız var. İşletmeciler küresel düzeyde tüm dünyaya egemen olacak noktaya gelmişlerse, çok etkin ve başarıyla uyguladıkları yönetim modellerini kıyaslama yoluyla kamu yönetimine aktarabiliriz. Buradan da kamu hizmetlerini etkin ve verimli hale getirmek mümkün olur. Şimdi size soruyorum: Bir hizmeti niçin tasarlar kamu yöneticisi veya kamu yönetimi? Halkını mutlu etmek, onun hayatını kolaylaştırmak ve hayat kalitesini yükseltmek için. O zaman o hizmetin tasarlanmasında, onun ne istediğini ve ne beklediğini sormasının ne mahzuru olabilir? Eğer bu hizmeti sunarken devletin bütün vatandaşlarına eşit sunması gerekiyorsa, ücretsiz sunması çok tabiidir. Ama toplumun bütününden aldığı vergilerle toplumun sadece belirli bir kesimine hizmet sunacaksa, bunu ücretlendirmesinin ne mahzuru var? Ayrıca her iki tür hizmeti de sunduktan sonra yaptığım bu hizmetten memnun musunuz diye sormasının bir mahzuru olabilir mi? Mesela sağlık hizmetini sunarken, özel bir hastanenin sunduğu kalitede bir sağlık hizmeti bekliyoruz. Bunu da “işletme mantığıyla yönetiliyor” diye eleştirmenin hiçbir haklı tarafı olamaz.
 
Temel Kanun adlandırması Türk kamu hukuk sistematiğine aykırı değil mi? Kanunlar arasında sıralama olur mu?
Bu, kamu yönetiminde yeniden yapılanma çalışmaları içinde bize yöneltilen en haklı ve en doğru eleştiridir. Ve tek eleştiridir. Gerçekten de bizim Türk hukuk sisteminde bir üst hukuk normu yoktur. Bir üst hukuk normu olarak sadece Anayasa vardır; normatif belirleyici bir özelliğe sahiptir, bütün kanun ve düzenlemeler de ona uymak zorundadır. Bu kamu yönetiminde temel kanun aslında bu açıdan bakıldığı zaman zorlayıcı ve kapsayıcı bir niteliğe sahip değil. Ancak iki sebeple bu kanunu çıkarma ihtiyacı duyduk. Birincisi; aslında biz kamu yönetiminde Türkiye’nin belki otuz-kırk yılını etkileyecek bir düzenleme yapıyoruz. Madem ki toplumun geleceğiyle bu kadar ilgili, onu bu kadar etkileyecek, öyleyse tüm toplumun mutabık kalacağı bir çalışma olsun dedik. Bu boyutuyla da adeta kamu yönetimi alanında bir vizyon çalışmasıdır. Devletin saydam olması, vatandaşımızın bilgi edinme hakkının bulunması, hizmetlerin tasarımında onların istek ve beklentilerinin göz önüne alınması, kamu yöneticilerinin hesap verebilir olmaları, tüm kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kaynağı kullanan herkesin denetlenmesi, vatandaşa güvenin esas olması, sorunun çıktığı en yakın yerde çözülmesi, devletin aslî fonksiyonlarını yerine getirerek daha çok planlayan ve denetleyen bir güce kavuşturulması ve sırtındaki yüklerin atılması gibi pek çok temel ilke aslında bizi bir yönüyle geleceğe taşıyacak alanlardır. Biz kamuya sorduk bunu. “Bu temel ilkelerde mutabık mıyız?“ dedik. Temel ilkelere kimse itiraz etmedi.
 
Kamu yönetiminde yeniden yapılanma sürecinde, kamu kurumlarının yeniden yapılanması gerekmeyecek mi?
Meselenin ikinci boyutunda, birbirinden farklı kamu kurumlarının yeniden yapılanma çalışması yer alıyor zaten. Bütün yönetim sistemlerinde ve bütün örgütlerde kaçınılmaz olarak şöyle bir durum var: Her kurum veya her örgüt, kendi çevresiyle etkileşim içindedir. Bu nedenle bir diğer kurumdan ve örgütten zaman içinde farklılaşır. Ve giderek kendi amaçları, kendi çıkarları bütünün ve genelin amaçlarından kopmaya başlar. Türkiye’de biz bu farklılaşmayı çok belirgin bir biçimde yaşıyoruz. Farklı bakanlıklar, farklı kurumlar, farklı KİT’ler ve benzeri mekanizmalarla, hatta merkezî ve mahallî idarelerle aslında her kurum ve kuruluş birbirinden müthiş derecede farklılaşmış vaziyette. Her bakanlık kendi çıkarı için bir diğeriyle çatışıyor ve çekişiyor. Ve bu bizde çok büyük bir enerji kaybına sebebiyet veriyor. Hep birlikte ortak bir vizyona ve istikamete gitmemiz gerekirken birbirimizle çekişerek güç kaybediyoruz ve büyük bir maliyetle karşı karşıya kalıyoruz. Kamu yönetiminde yeniden yapılandırmayla ilgili temel kanun, herkese ortak bir vizyon, ortak bir rehber kuralları oluşturarak yeniden yapılanırken herkesi aynı istikamete yöneltmek amacını güttü. O açıdan bakıldığında bu müthiş bir sinerji oluşturacak ve kamu yönetimindeki bütün örgütleri ortak bir istikamete yöneltecek bir fayda sağlayacaktır.
Türkiye’de yeniden yapılanmanın gereksiz olduğunu düşünen hiçbir kesim yok. Muhalefet partisi de bunu söylüyor. Ama yeniden yapılanma için hiç kimse model önermedi. Biz çıktık bir model önerdik. Hiç kimse böyle bir model oluştururken, henüz taslak aşamasındayken muhalefet partisine gidip de bunu sormayı düşünmemiştir. Biz gidip muhalefet partisine “Bu ülkenin geleceğiyle ilgili şöyle bir şey yapmak istiyoruz” dedik. Onlar bizimle yüz yüze görüşmelerde bizim yaptığımız reform çalışmalarının yetersiz olduğunu, aslında çok küçük bir adım attığımızı, daha büyük adımlar gerektiğini söylediler. Ama kamuoyunun önüne çıktığımızda “Üniter devlet yapısı bozuluyor” diye aynı muhalefetin eleştirisi ile karşı karşıya kaldık. Bu ne demektir? Toplumun önünde kurumsal çıkarlar, toplumsal çıkarların önüne geçiyor demektir. Bizim siyasi kültürümüz böyle yoğrulmuş.
 
Acaba muhalefeti de intizama sokmaya çalışan ve yönlendiren başka muhalefet mekanizmaları mı var?
Yönetim ve yeniden yapılanma dediğimiz şey çok teknik ve uzmanlık gerektiren bir konudur. Bunu sadece uzmanların çok ayrıntılı tartışmaları ve modellemeleri gerekirdi. Normal şartlarda böylesine uzmanlık gerektiren bir husus Türkiye’de, konu hakkında uzman olmayan insanların kendi siyasetlerine ve kendi ideolojilerine malzeme olarak kullandıkları bir sürece dönüşüyor. Bu kanunla ilgili tartışmalar yapılırken muhalefet partisinden bir yönetici “merkez yerel tarafından kuşatılıyor” dedi. Ve biz hangi kişiyle veya kurumla karşılaşmışsak, hiçbir teknik uzman ve çabaya başvurulmaksızın bize tekrarlanan söz bu oldu. Sayın Cumhurbaşkanı’nın kanunları iade gerekçelerine baktığınızda, teknik değerlendirmelerden ziyade, siyasal ve ideolojik bir gerekçenin varlığı hemen göze çarpar. Çok basit bir şekilde kanunun 4. maddesi aslında son derece modern, AB uyum sürecinde bizim yapmamız gereken ve tüm dünyanın da kendi insanlarına layık gördüğü bir uygulamaydı. Biz de tüm dünyanın uygun gördüğü şeyi kendi ülkemizdeki insanlara da yapalım dedik. Bakınız madde ne diyor: “Kamu yönetiminin amacı halkın hayatını kolaylaştırmak, onun huzur, güvenlik ve refahını sağlamak, yaşam kalitesini geliştirmek ve bireysel hak ve özgürlüklerini kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmaktır.” Tam da burada bir felsefe değişikliğine ihtiyacı var Türkiye’nin. Biz insanların hak ve özgürlüklerini kullandıkları alanı genişletmeye çaba sarf ettik. Zaten tüm dünya bunu yapmıyor mu?
 
Yerel yönetim ve merkezî idare arasındaki yetki ve sorumluluk dengesi nasıl sağlanmalı? Yerel yönetimlere yetki devri gerçekten de Anayasa’ya aykırı mı? Yetkilerin devredileceği il özel idareleri de idarenin parçası değil mi?
Burada yine otoriter zihniyetten bahsetmem lazım size. Otoriter zihniyetin en temel özelliği aslında başkasına güvenmemesi ve “en iyiyi, en doğruyu ben yaparım, başkaları hata yapıyor” demesidir ve Türkiye’de bu zihniyet çok büyük oranda kendini hissettiriyor. Bizim çalışmalarımızla ilgili de aynı şeyi düşünmek gerekir. Yani “bu değişimi AK Parti değil, CHP yapar” iddiası belki burayla ilgilidir. Vaktiyle “bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” yaklaşımı vardı biliyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında anayasal olarak merkezî idare ile mahallî idarelerin ilişkileri düzenlenmiş ve çok güzel tanımlanmıştır. Bir kere bu ülkede idare; merkezî idare ve mahallî idare diye ikiye ayrılır. Birbiriyle uyumlu ve birbirini tamamlayacak şekilde iki idare vardır. Bunlar arasındaki ilişki de merkezî idarenin mahallî idareyi denetlemesi şeklinde ortaya çıkar. Yani federatif bir özellik yoktur. Yapı itibariyle baktığınızda da bu ikisi bir bütünün tamamlayıcı iki parçasıdır. Bizim yapmak istediğimiz şey nedir diye bakıldığında, çok basit bir metodu ve modern yönetimin mantığını kullandığımız görülecektir. Yönetimin beş temel fonksiyonu vardır aslında, ama biz üçe ayırdık: Planlama, yürütme/uygulama ve denetim. Bir kere kesin olarak planlama, politika üretme, amaç ve standart oluşturmayı merkezî idare yapmalı. Sonra da merkezî idare uygulamaların ve mahallî idarelerin yaptıklarının bu amaç, politika, plan ve standartlara uygun olup olmadığını kontrol etmeli. Yani planlama ve denetim merkezî idarenin temel görevidir. Peki uygulamada ne olacak diye baktığımızda, bunu da iki düzlemde ele aldık. Eğer herhangi bir hizmet ulusal nitelik taşıyorsa veya birden çok ili kapsıyorsa, bunu merkezî idare yapsın. Ama bir hizmet il ile ilgiliyse, mahallî ve müşterek nitelikte ise, mahallî idareler yapsın. Mevcut uygulamalarda mahallî idarenin çözmesi gereken pek çok sorun merkezî idare tarafından çözülüyor; daha doğrusu çözülmeye çalışılıyor. Bu maliyetlerimizi artırıyor, süreçleri uzatıyor ve bürokrasiyi daha karmaşık hale getiriyor. Sorunu, en yakın yerde çözecek mekanizmalar üretirsek, sorunu çözmekle ilgili yöntemi belirleme hakkını merkeze verirsek ve merkez de bu sorunun o yöntemle veya o ilkelere göre çözülüp çözülmediğini kontrol ederse, işi daha ucuza mal edeceğiz, daha etkin yapacağız. Hep örnek verdim; Koçi Bey IV. Murat’a diyor ki, “Padişahım eskiden tımarlar sancaklarda dağıtılırdı, orada yapılan bir hatayı saray düzeltirdi. Şimdi duydum ki siz tımarları saraydan dağıtacakmışsınız. Sizin yapacağınız zulmü kim düzeltecek?” Türkiye en küçük bir işi bile Ankara’dan çözüyor. Bütün güç Ankara’da toplanmış. Bunun maliyetini, bu merkezîleşmenin ortaya çıkardığı verimsizliği ve etkin olamayışı hesap etmek zorundayız.
 
Reformla eğitim-öğretim birliğinin zedeleneceği iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum ulusal bütünlüğü olumsuz etkiler mi?
Biz önce ilköğretim okullarını İl Özel İdareleri’ne devretmeyi planlıyorduk. Okulların yönetimini İl Özel İdareleri’ne bırakmakla birlikte, öğretmen atamalarını yine merkezden yapacaktık. Ama bu tip eleştiriler ve hassasiyetler ortaya çıkınca, uygulamanın tehir edilmesi gerektiğine karar verdik. Yani bu eleştiri haksız bir eleştiri.
 
Bölgesel farklılaşmanın ve gelir dengesizliğinin bu kadar yoğun olduğu Türkiye’de yerel yönetimin yetkili kılınması sakıncalı sonuçlar doğurmaz mı? Gelir imkanları sınırlı olan yerel yönetimler kaliteli hizmet üretebilir mi? Yerel yönetimlerde nitelikli ve yetişmiş insan gücü sıkıntısı yaşanmaz mı?
Mahalli idarelerin kendi alanlarında çıkan ve ulusal nitelik taşımayan sorunları kendi bünyelerinde çözmesi kesinlikle doğru bir yaklaşımdır. Yönetim açısından baktığımızda Anayasa da zaten temel ilke olarak Türk yönetim sisteminin yerinden yönetim ve merkezden yönetim ilkeleriyle yönetileceğini kabul ediyor. Mali kaynaklarla ilgili olarak ben size şunu soruyorum: Zaten şu anda müthiş bir adaletsizlik yok mudur? Bu adaletsizlik merkezî idarenin bizzat varlığı halinde ortaya çıkmadı diyebilir misiniz? En güçlü merkezî yönetimin olduğu bir zaman diliminde, Türkiye en yoğun ve en çarpıcı gelir adaletsizliğini yaşıyor. Peki o zaman hiç kimse bunu niye sorgulamıyor? Herkes yetki devredildiğinde bu mali kaynaklarda adaletsizlik olacak diyor. Aslında mali kaynakların ortaya çıkarttığı gelir adaletsizliği ve bölgesel kalkınmışlık farklılıkları, yetkilerin merkezden ve mahalden olmasıyla doğrudan alakalı değildir; ürettiğiniz kaynakları nasıl paylaştığınızla ilgili bir meseledir. Ve bizim ülkemizde kaynak paylaşım metodolojisi çok basit, çok anlaşılabilir olmakla birlikte çok bozuktur. Biz nasıl kaynak paylaşıyoruz? Kentin nüfusuna göre kaynak veriyoruz. Ayrıca nasıl paylaşıyoruz? Bir kentin ürettiği değerden pay olarak veriyoruz. Vergi gelirlerinin belirli oranını aktarıyoruz. Ve böylece nüfusu düşük olan yerler ve ekonomik katma değeri düşük olan iller ve beldeler daha fakir kalıyor. Bu bir tarafıyla gelir dağılımındaki dengesizliği, bir tarafıyla da göçü teşvik ediyor ve bunlar daha büyük maliyetlere sebebiyet veriyor. Bu ülke kontrolsüz bu anlamda. Belediyelerin hangi parayı nereye harcadığını kimse bilmiyor. Bakanlıkların hangi parayı nereye, nasıl harcadığına dair düzenlemeler yeterli değil.
 
Bu kontrol nasıl sağlanacak o halde? Çünkü bu gerçekleştirildiğinde, öyle anlaşılıyor ki kaynak israfının da önüne geçilecek.
Kontrol dediğimiz şey kurumların ürettikleri faaliyetleri ve projeleri adım adım üretirken ve yerine getirirken, verdiğimiz kaynağı doğru kullanıp kullanmadıklarını inceleyerek ve tetkik ederek sağlanır ancak. Bizim bir başka eksikliğimiz de şuydu; kamu kaynaklarını nasıl paylaşacağımızı ve nasıl kullanacağımızı öğretecek politikalarımız olmadığı gibi, bu politikaları oluştururken kullanacağımız bilgilerimiz de maalesef yoktu. Müsteşar olduktan hemen sonra yaptığım çalışmada kamu kaynaklarının paylaşımı ve kullanımı politikalarını üretmek amacıyla bir program başlattım. 15-20 kişilik bir ekip yaklaşık sekiz aydır ‘Türkiye’de kamu kaynakları nasıl paylaşılmalı?’ sorusuna cevap arıyoruz. Ve biz bu soruya cevap bulduğumuzda yeniden bir kaynak paylaşım politikası üreteceğiz; buna bağlı olarak da Belediye Gelirleri Kanunu hazırlayacağız. Ben belediyelerin yeterli kabiliyetlere sahip olduğunu düşünüyorum. Bu kabiliyetleri şu anda ortaya koyamıyorlarsa, bunun nedeni merkezî idarenin ve otoriter anlayışın hareketleri sınırlayıcı tavırlarıdır. Bir çocuğa ait kararları sürekli siz veriyorsanız o çocuk hiçbir zaman karar verme kabiliyetini geliştiremez. Yerel yönetimlerin bütün kararlarını merkezden veriyorsak, onların hangi kabiliyete sahip olduğunu öğrenme şansına da sahip olamayız.
 
Türkiye’de yerel otorite ve patronaj ağlarının etkili ve yerel yönetimler üzerinde bu çevrelerin nüfuz sahibi olduğu, bundan dolayı da yerel yönetimlere devredilecek kamu hizmetlerinin üretiminde yolsuzluklar yaşanacağı görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yolsuzluğun ana kaynağı aslında idarenin merkezî veya mahallî idarede olmasıyla alakalı değildir. Yolsuzluk, yönetim sistemlerinin kapalı olmasından kaynaklanmaktadır. Yönetim sistemleri ne kadar kapalı ise yolsuzluk ihtimali o kadar yüksektir. O yüzden kamu yönetim sistemini açık hale getirirsek ve bir de performansa dayalı bir ölçüm ve değerlendirme sistemi oluşturursak yolsuzluğun hem merkezde, hem yerelde azalacağını düşünüyorum. Mahallî idareler merkezî idarelere göre daha açık sistemlerdir. Kamuya daha açıktırlar, halka daha yakındırlar ve yapacakları yolsuzluklar o yüzden daha kolay açığa çıkar.
 
Bu reformla merkezî denetim gücünün zaafa uğratılacağı iddiası çok tartışıldı. Bu tasarı yasalaşırsa gerçekten de denetim ve gözetim zaafı doğması riski var mı?
Hayır yok. Bunu iddia edenlerin şöyle varsaydıklarını zannediyorum: Merkezin gücü 100’dür. Bu gücün 40’ını eğer mahalli idarelere aktarırsak merkez 60 güce sahip olacak, yerel de 40 güce sahip olacak; böylece merkez zayıflamış olacak. Halbuki hiçbir yönetim araştırmasında bu doğrulanmamıştır. Gidip literatüre bakın lütfen, ister kamu yönetimi alanında, ister örgüt yönetimi alanında merkezin gücü 100’se ve bu gücün 30’unu, 40’ını paylaşmışsa toplam güç 140 olmaktadır ve bir sinerji doğmaktadır. Nitekim Batılı ülkelerin 1980’li yıllardan sonra hızla şekil değiştirmeleri ve daha stratejik alanda rekabet edebilecek noktaya ulaşmaları bundan kaynaklanmıştır. Amerika’ya bakın. ABD’nin 1960’lı yıllardaki başarısı aslında 70’li ve 80’li yıllarda zayıflamıştı. 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra ABD tekrar kendisini toparladı. Bundaki en önemli faktör 1980’li yıllarda yaptığı yeniden yapılanma çalışmaları olmuştur. Çünkü sivil toplumun ve özel sektörün gücünü kamu yönetiminin gücüne katmıştır.
 
Türkiye AB’ye tam üyelik aşamasına doğru ilerliyor. Ulus-devlet kimliği ile uluslararası kurallar arasında bir gerilim yaşanıyor. Öte yandan Türkiye’de özellikle modernleşmenin başladığı 150 yıldan beri sivil toplumun yer aldığı çevre ile merkez arasında da bir gerilim zaman zaman hissediliyor. Bu reform girişimi bu bağlamda nereye oturuyor? Uluslararası konjonktür Islahat Fermanı’nda ve 1946’da çok partili sisteme geçişte belirgin biçimde etkili olmuştu. Burada da aynı etki söz konusu mu?
Bu yeniden yapılanma çalışması aslında bu gerilimi bütünüyle açığa çıkarmıştır. Yeniden yapılanma gerçekten başarılmamış olsa bile, bu yönüyle çok önemli bir yarar sağladı. Toplumun her kesiminde aslında bu değişime ihtiyaç olduğunu açığa çıkardı ve gerilimin kaynaklarını gösterdi. Daha da önemlisi değişmenin önünde duran merkezle çevre arasındaki farklılığı korumaya çalışan güçlerin bütün argümanlarını ortaya çıkardı. Bunları öğrenmiş olduk.
 
Başbakanlık Müsteşarlığı bürokrasiyi siyasal erke karşı temsil eden, ilişkilerde geçişi sağlayan ve aslında atanmışları seçilmişlere karşı temsil eden bir makam. Normalde bürokrasinin en tepesindeki insan, statükoyu koruyan insandır. Sizin kimliğiniz ise daha farklı görünüyor. Bu konumunuz durumu kolaylaştırıyor mu, güçleştiriyor mu?
Ben atanmışları temsîlen bulunuyorum; doğru. Benim üzerimde birçok spekülatif tartışma yapılıyor olmasının sebebini de burada arayabiliriz. Başbakanlık Müsteşarı’nın aslında statükoyu temsil ediyor olması, kamu bürokrasisinin çıkarlarını koruyor olması gerekir. Bense sanki değişim talebiyle statükoyu sarsan ya da temsil etmeyen bir görüntü çizdim mi, onu bilmiyorum. Ama zaten böyle birisinin başlı başına değişimi talep etmesi bir eleştiri kaynağı olabilirdi. Nitekim oldu da. Ve şunu söylemek lazım: Ben bu açıdan bakıldığında siyaseti de temsil etmem. Çünkü gördüğünüz gibi siyasetin önemli bir kesim ve kanadı da aslında değişime karşı duruyor. Bu toplum gelecekte rekabet edebilir bir toplum olmak istiyorsa, gelişmiş ülkelerle konumlandırıldığında 66 ülke arasında 65. sırada değil de ilk on içerisinde olmak istiyorsa değişime ihtiyacı var. Bu açıdan bakıldığında stratejik olarak çok doğru bir şey yapıyor ve bürokrasiye diyorum ki, biz değişelim. Çünkü toplumun en kritik ve en belirleyici ögesi biziz. Ve en kritik ögesi olarak biz değişirsek bu toplumun diğer bütün aktörleri de değişmek durumunda kalır. Çünkü açık sistemde sistemin ögelerinden birisi değişirse giderek diğerleri de değişir. Şimdi siyasette iktidar partisi değişimi öngörüyor. Bu değişim bürokrasiyi de değişmeye zorluyor. Esas değişimi kabul etmesi gereken bürokrasidir, yani biziz. Ben bu yüzden bütün bakanlıklara gidiyor, madem ki bu toplum değişecek gelin bunun önderliğini biz yapalım, biz değişelim, nasıl değişileceğine dair modeli de biz üretelim diyorum. Bu metodolojik olarak doğru bir şeydir.
 
Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyor ve başarılar diliyoruz.

Paylaş Tavsiye Et