Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Medya ve tekelleşme: Her şey demokratik!
M. Mücahit Küçükyılmaz
TEKEL kavramı özünde ekonomi ile ilintili olduğu halde, son yıllarda iletişim alanında da yaygın bir şekilde kullanılır oldu. Hele ki küreselleşme olgusunun ivme kazandığı Soğuk Savaş sonrası dönemde kızışan pazar rekabetlerinin, aynı alanda faaliyet gösteren büyük şirketlerin evliliğine yol açması tekelleşmeyi gündeme taşıdı. Ancak, bir gerçekliği bütün kapsamıyla dile getirmek kaygısı, zaman zaman abartılı ve mantıkî dayanakları yeterince sağlam olmayan tanımlamalara sözüm ona bir meşruiyet temeli sağlamış gözüküyor. Örneğin, “Türk medyasında Doğan Grubu bir tekeldir” dendiği zaman, pek çok kişi baş sallayacak; bir anlam kaymasıyla karşı karşıya olunduğunu fark etmeyecektir. Gerçekten de sözü geçen grubun sahibi, kâr için pek çok yolu mübah sayan, iktidarların kaderiyle oynayıp onlarla kendi ticarî çıkarları doğrultusunda ilişki kuran, üretime değil rant ekonomisine bel bağlayan kasaba tüccarı tipinin iri ölçekli ve post-modern şeklini temsil ediyor olabilir. Böylece ona yönelik tanımlamaların bazen maksadı aşabileceği ve gerçeklikle çelişebileceği ihtimali göz ardı ediliyor. Eğer sektörün bütün işlemleri “tek” bir “el”de toplanmışsa, burada bir tekelleşme söz konusudur. Oysa devasa bir medya gücünü yönetmesine rağmen, bu grup piyasaya tek başına hâkim değildir ve pastayı halen Çukurova, Merkez ve Doğuş gibi gruplarla paylaşmak zorundadır. Anılan isimlerin her biri için ayrı ayrı bir dikey bütünleşme: Medya kuruluşunun, ürünün son şekli müşteriye ulaşıncaya kadar geçen her aşamayı bünyesinde gerçekleştirmesi; ajans, matbaa, dağıtım…) ya da temerküz: Medya gücünün ağırlıklı olarak bir kişinin elinde toplanması) durumu geçerli olabilir. Bunlara ilaveten, bir çeşitlendirme’den: Belli bir alanda faaliyet gösteren ticarî kuruluşun kârlı gördüğü değişik alanlara da el atması; televizyon kanalları ve gazetelerin otomotiv, sanayi, gıda, pazarlama, turizm vb. sektörlere yönelmesi) de bahsedilebilir. Medya ile ekonomi arasında yaşanan bu kavramsal geçişkenlik ve karmaşa, aslında ikisi arasındaki göbek bağının, özellikle medya için, hayatî bir işleve sahip olmasının sonucu. Pek çok etik tartışmanın nedeni olarak, yeterince denetlenemeyen ve demokrasilerin çoğu kez hazırlıksız yakalandığı bu sorunlu ilişkiler yumağı karşımıza dikiliyor. Üstelik işin içine siyasetin de dahil olması, konuyu aynı zamanda bir demokrasi sorununa dönüştürebiliyor.
 
Demokrasi ya da Soft Totalitarizm
Le Monde Diplomatique gazetesinin başyazarı Ignacio Ramonet, basının gerçek işlevinin ne olması gerektiğinden bahsederken şöyle der: “Eğlence sektörünü elinde tutan şirketlerin belirlediği dev endüstriyel şemada bilgi, her biri için her şeyden önce bir tecim eşyasıdır ve bu nitelik, asıl görevi demokratik ortamı aydınlatmak ve zenginleştirmek olan medyayı bu işlevinden uzaklaştırır.” Bilgi’nin bir güç olarak algılandığı Aydınlanma’dan bu yana, ona teorik niteliğinin ötesinde yüklenen nesne değeri, aynı zamanda ona bir etki gücü de verdi ve bu gücün özneye göre anlam kazanmasına yol açtı. Artık insan ruhunun varoluşsal sorularına cevap arayan felsefî bir araç olmaktan çıkan bilgi, sonuna eklemlendiği teknik ile (Tekno-logos) bütünleşerek teknolojinin hizmetine girmişti. Bu dünyevîleşmenin sonucunda, her türlü bilgi’nin aktarımı/iletimi devasa kârlar getiren, stratejileri ve siyasetleri yönlendiren bir meşgale haline geldi. Bu yüzden günümüzde medya, ekonomi ve siyaset/iktidar ile varoluşsal bir etkileşim içinde. Şöyle ki, bilgi’nin iletimi için yoğun bir finans desteği gerekmekte; bu destekle gerçekleştirilen iletişim faaliyeti de geri dönerek paranın ve ekonominin eğilimlerini belirlemekte. Burada reklamın da –ahlâkî yönünü dışarıda tutarak- bir bilgilendirme işi olduğu söylenebilir. Varlığını sürdürmek için siyasetin/iktidarın belirlediği hukuk çerçevesine ihtiyaç duyan medya, kendisi zaman zaman siyaseti ve hukuku belirleyici etkiye ulaşabiliyor. Örneğin, Yurttaş Kane filmine konu olan ABD’li medya devi Hearst, istediği zaman savaş çıkarabilecek güce sahip olduğunu söyler.
Yine Ramonet, “dünyanın yeni güçleri ve efendileri”ni şöyle tarif eder: “Onların gözünde siyasî güç, sadece üçüncü kuvvettir. Önce ekonomik güç gelir, ardından medya gücü. Bu ikisini elinizde bulundurduğunuz vakit –İtalya’da Berlusconi’nin gösterdiği gibi- siyasî gücü ele geçirmek artık bir formaliteden başka bir şey değildir.”
Gerçekten de Berlusconi tecrübesi, demokrasinin esasını oluşturan kuvvetler ayrılığı ilkesini zorlayıcı bir örnek olması bakımından ilginçtir. Ahlâkî içeriğinden boşandırılmış her türden davranışı kâr amacıyla gerekçelendirebilen ve gerçekleştirebilen “tüketim toplumu”, tekel kavramının başta değinilen dar örneklerini aşarak asıl anlamına uygun düşmesini sağlayacak ürünler de vermedi değil. Bilindiği gibi Montesquieu, siyasî-ekonomik-kültürel gücün tek elde toplanması durumunu despotizm olarak adlandırır. Fakat 20. yüzyıl boyunca şahit olunan modern despot yönetim tariflerine pek uymayan bir nevî post-modern despotizm, İtalya’da Sylvio Berlusconi eliyle uygulanır. Özellikle sol entelektüeller –Montesquieu’nün, “özgürlüğün korunması için sınırlanmamış kudretin engellenmesi gerekir” tezinden hareketle- Berlusconi örneğini tam bir despotizm olarak değerlendirir. Öyle ki, İtalya’da ekonomik ve politik erk, kültürel/ideolojik gücün medyatik desteğiyle tek kişi tarafından ele geçirilmiştir. Bu bir anlamda “tekellerin temerküzü” yoluyla ülke yönetimine sahip olunabildiğini örnekler; oysa bir başka açıdan, her şey seçimle, demokratik hukuk kuralları çerçevesinde gelişir. Kimileri bu durumu demokrasinin yumuşak karnı kabul ederek demokrasi militanlığına soyunurken; kimileri daha “özgürce” düşünerek sınırsız bireysel mülkiyeti savunabilir. Ne var ki, ortam rekabete bu denli açık olduğu ve neo-liberalizm bu denli kutsanmaya devam ettiği müddetçe, demokrasi meydanı daha pek çok Berlusconi namzedini ağırlayacak gibi görünüyor. Medyanın, kuvvetler ayrılığı ilkesine müdahalesiyle demokrasinin köşe taşları yerinden oynarken, geriye yaman bir soru kalıyor: Yoksa demokratik birikimin varıp dayanacağı nihaî nokta, soft totalitarizmden başka bir şey değil mi?

Paylaş Tavsiye Et