Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2009) > Müzik
Müzik
Just About Jazz
Selen Gülün
Yapım: Rec Plak, 2009
 
Caza Parlak bir Giriş
Selen Gülün mektepli bir cazcı; bir caz piyanisti. Mektepli ama emsallerinin zıddına, kuru ve donuk değil.
60’larda cazın anavatanında, çeyrek yüzyıl geçmeden Avrupa’da gördüğümüz akademik terbiyeden geçmiş caz müzisyenlerine artık Türkiye’de de rastlayabiliyoruz.
İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda yedi yaşında başlar Selen Gülün’ün müzik eğitimi. Ardından MSÜ Devlet Konservatuvarı. Yaşayan en büyük klasik müzik bestecimiz İlhan Usmanbaş da hocaları arasında. Aydın Esen ise mektepten değil, deyim yerindeyse alaydan hocası. Son olarak da Boston’da iki yıl caz kompozisyonu okudu.
Ünlü caz kontrbasçısı Charles Mingus’un adıyla anılan bir ödüle de hak kazanmış Selen Gülün. Şu an iki koldan ilerliyor mesleğinde: hem alaylı, hem mektepli. Bir yandan İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde hocalık, öte yandan yerli ve yabancı müzisyenlerle çalışmalar...
Just About Jazz, bestecinin bu minvalde Amerika’da yaptığı beste çalışmalarından müteşekkil. Bir ilk albümden ne beklenirse hepsini kapsıyor çalışma: umut, enerji, azim ve istikbal.
 
Kadın ve Caz
Sekiz parça barındıran Just About Jazz, aslında 2005 tarihli bir albüm. Fakat Rec Plak tarafından yeni bir baskısı yapılmış durumda. Bestecinin kendi adıyla anılan bir grubu da var: Selen Gülün Trio. Bu adla yaptığı albümün adı ise Sürprizler. O daha yeni tarihli bir albüm.
Selen Gülün’ün müziği herkese başka şeyler söyleyebilir; olağan bu. Fakat şu üç noktayı unutmamak gerek: kadın cazcı, kadın piyanist, kadın besteci.
Fakat Selen Gülün, saydığım bu üç hasletin toplamından çok fazla bir şey. Hele bazı anlarda, örneğin size Keith Jarret’ın selâm çaktığını hissettirdiği anlarda, genç bir yeteneği değil, bir usta adayını dinlediğinizi varsayıyorsunuz.

Tavsiye Et
Conception Vessel
Paul Motian
Yapım: ECM, 2009
 
Dünya Döndükçe Çalan Davul
Sürekli okurların gözünden kaçması olanaksız: Daha düne kadar rock’ın kolaçan edilmemiş köşe bucağını bırakmayan bu satırların yazarı, artık çoğunlukla caz’ırdamakta. Ve gönül verdiği ekolü de saklamıyor: ECM.
Bir şirket olarak ECM’nin caz anlayışından ve albümlerinin özelliklerinden söz etmiştim; Touchstones dizisinden de. Şirketin bünyesinden çıkmış ve son otuz yılın müzik tarihinde kilometre taşı niteliğine kavuşmuş albümlerden bir kırklama. Kısaca Touchstones bu. Yani cazın, özellikle de Avrupa cazının, bir adım daha ileri gidersek Kuzey Avrupa cazının bütün nefesi... Doğru, soğuk bir nefes bu ama kuru değil. Kendisi soğuk ama iç kavuran cinsten. Paul Motian imzalı Conception Vessel, böyle bir albüm yani.
Zaten kadro bizzat en baştan saygı duruşunu hak ediyor. Malum, Paul Motian davul ve vurmalılarda, Charlie Haden basgitarda, Sam Brown gitarda, Keith Jarret ise yalnızca piyanoda değil bu kez flüt de üflüyor. Handiyse altın bir kadrodan söz ediyoruz.
 
Her Daim Ayakta
Hatırlarsınız, Bill Evans’ın ekibindeydi Paul Motian; özellikle de trio dönemindeki performansıyla göz doldurmuştu. Teknik üstünlüğe hiç prim vermedi. Ve davulda kolayca kayılabilecek gösterişe de. Doğru, büyük işlere imza atmadı belki ama hep büyüklerle çalıştı; onlarla birlikte anıldı. Jack DeJohnette ve Elvin Jones gibi büyük işlerin izini sürmek, sonuçta da tarihî bir şahsiyet olmaktansa her adımda doğru ve iyiden yana tavır almayı tercih ettiği için belki de.
Paul Motian kalıcılığını kesinleştirmiş bir isim.
ECM’nin o alıştığımız risaleli baskılarından olmadığı için Conception Vessel albümünde ayrıntılı dokümana rastlamayacaksınız. Ama kırkına yaklaşmış altı parçanın beherinde Avrupa cazının en has ve hususi tınılarını tadacaksınız. Daha serinkanlı, daha az melodik, daha çok ritmik besteler ve o bestelerin estirdiği sükûnet hâli. Şaşırtıcı öğelerle de karşılaşacaksınız tabii ki. Örneğin “Georgian Bay” adlı ilk parça ile düpedüz İspanya kırlarında dolaşmaya çıkmışken, ikinci parçada bir İskandinav sahil köyüne yolunuz düşebilir.
Unutmadan, bütün parçalar Paul Motian’ın kendisine ait.

Tavsiye Et
Müzik ve Endüstri
Aslen kendilerine sanat zaviyesi yakıştırılmasına karşın bugün halka mal olmuş iki zihnî etkinlik alanı var: Müzik ve sinema.
Üstelik bu ikisinin arasında da taban tabana bir zıtlık hâkim: Sinema ilkece bir zenaat iken çoğunlukla sanat payesiyle taltif edilir; müzik ise aslen bir sanat olduğu hâlde ortalarda dolaşan ve o adla alınan ürünler bünyelerinde ya en iyi ihtimalle kırıntı düzeyinde sanat nüvesi barındırır, yahut üzerleri belli bir miktar ince işçilikle cilâlanmış sıkıştırılmış kavak talaşı kıvamındadır.
Her ikisi de kitleye seslenir. Evet ama her ikisinin hakiki ve adını hak eden örneklerine ulaşmak için aynı yöntemi uygulamak gerek: Kalabalığa seslenen panayır âleminden uzaklaşmak... Şöyle sormak haksızlık sayılmasa gerek: Tarihin hangi döneminde hikmeti bulmuş yüz binlerden söz edebiliriz?
Sandığımızın zıddına zamanımız bize hikmete ulaşmak konusunda ne kadar fayda sağlayabilmekteyse sanata, bahusus müziğe, müziğin gerçek örneklerine ulaşmak konusunda da aynı miktarda yardım etmekte. Eğitim süremiz boyunca aldığımız müzik eğitimi, radyolarda, özellikle de televizyonlarda karşımıza çıkan örnekler, hep aynı cins: hakikisinin ihtiyacını köreltmekten başka işe yaramayan sahte nektarlar. Susuzluk almayan, susatan mayi.
Günümüzde neredeyse dünyanın her yerinde müzik, üretimi ve kârı yüksek bir endüstri hâline gelmiş durumda. Müzik endüstrisi, belki de dünyanın en üretken, ama aynı miktarda en obur canavarı. Özellikle popüler müziğin iyice cılkı çıkarılmış pop versiyonu, (Doğru, pop müzik ile popüler müzik arasında Adem ile Havva arasındaki kadar fark var.) üretim anlayışından, kapitalizmin vazgeçilmezleri arasında sayabileceğimiz kalıcılık, müşteri memnuniyeti, bilinirlik falan gibi kabulleri dahi silmiş durumda. Üç gün önce “star” diye insanların önüne sürdükleri şarkıcıları, (Dikkat! Müzisyen değil, şarkıcı.) iki gün sonra kendileri bile unutuyorlar.
Hele pop müzik... Yani şu radyolarda dinlediğimiz, televizyonlarda izlediğimiz ve kendilerine müzik payesini münasip görmemiz istenen şeylerin hepsi... Evet, üzüle üzüle söylemek zorundayım, o sizin sevdikleriniz de dâhil. Hem de galiba en çok onlar. Aynen, o sazlı, bağlamalı olanları da. Dedim ya, söylerken ben de pek rahat değilim.
Son yirmi yıldır, pop müziğin esasını teşkil eden kolay anlaşılırlık, kolay beğenilirlik, akılda kalıcılık, tekboyutluluk türünden vasıfları dahi bulamamaya başladık artık o pazar artığı “mallarda”. Her aşamasından özensizlik ve muhatabına saygısızlık akıyor. Besteleyenin, seslendirenin, söyleyenin aklında tek bir tınısı kalmıyor ki muhatabınınkinde bir notası olsun kalsın.
Hâlbuki dünyanın başka yerlerinde endüstri müziğe el attığında bu gelişmeden bir tek kapitalistler kârlı çıkmaz. Müzisyenin karnı daha iyi doyar, dinleyenin de gönlü.
Bizde işler niçin böyle olmuyor?
Bir akıl sahibi, bir vicdan sahibi şu soruya cevap aramak zorunda: Nasıl oluyor da son yirmi yıldır gemi azıya almış bir biçimde endüstrileşen müzik piyasamızın yaptığı en iyi icraat, otuz-kırk yıl öncesinin pop müzik örneklerini yeniden basmak düzeyinde kalıyor?

Tavsiye Et