Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2004) > Türkiye Ekonomi > Hırsızın da suçu var, ama...
Türkiye Ekonomi
Hırsızın da suçu var, ama...
M. İbrahim Turhan
HOCA Nasrettin’in kıssası malum… Komşuların tedbirsizliğine kusur bulmaları karşısında “Hırsızın hiç mi suçu yok?” diye serzenişte bulunur. Halbuki hırsız, tanımı gereği, üzerine düşen ve kendisinden beklenen davranışı göstermiştir. Aslolan, sistemi, kötü niyetlilerin emellerini rahatlıkla yerine getirmelerine izin vermeyecek şekilde kurgulamak ve gerekli tedbirleri (hırsızın her zaman var olacağını unutmadan) sistem yaklaşımı içinde almaktır. Değneksiz gezmek ancak köpeksiz köyde yaşayanlar için makul görülebilir. Yoksa, Hoca merhumun bir diğer kıssasında ifadesini bulduğu üzere, taşların bağlanıp köpeklerin salıverildiği memleketlerde sık sık sorunlar yaşanması mukadderdir.
Ekonomi yazısı için tuhaf bir giriş olduğunu kabul ediyorum ama derdi bağcı dövmek değil üzüm yemek olanların; batık banka sahiplerinin mal varlıklarına el koyulması çerçevesinde şekillenen ve son dönemde ekonomi gündemini işgal eden tartışmaları doğru anlamaları bakımından bu tespitler önem taşıyor.
Geçen yıl 3 Temmuz’da İmar Bankası’nın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin kaldırılması ve bankanın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF)’na devredilmesiyle başlayan gelişmeler, 14 Şubat’ta Uzanlara ait 219 şirketin yönetimine el konulmasıyla yeni bir aşamaya geldi. TMSF, batık İmar Bankası’ndan doğan kamu alacağının tahsili için uygulanan tüm yaptırımlara karşın Uzan Grubu şirketlerinde mal ve para kaçırmanın sürdüğünü, operasyonun bu süreci durdurmayı amaçladığını açıkladı. Son olarak da İmar Bankası’nın iflasını isteyerek el konulan mal varlığının nakde çevrilmesini kolaylaştıracak bir adım atıldı.
 
Neden Uzanlar?
Aslında TMSF’ye borcu olan sadece Uzanlar değil. 26 Aralık’ta yürürlüğe giren ve Uzan Grubuna yönelik operasyona temel teşkil eden 5020 sayılı yasa, yetkililer tarafından açıklandığı üzere benzer durumdaki diğer eski banka sahiplerini de kapsıyor. Bayındırbank, Bank Kapital, Etibank, Pamukbank ve Yaşarbank’ın hakim ortakları TMSF ile bir ödeme planı üzerinde anlaştılar ve şimdilik risk altında değiller. Hakim ortaklarla imzalanan bu beş protokol sayesinde toplam 3 milyar 644 milyon dolarlık ödeme planı oluşturuldu. Her ne kadar TMSF’ye devredilen 22 bankanın tamamı için benzer bir uygulama söz konusu olamayacaksa da, daha en az 10 eski banka sahibinin aynı çerçevede değerlendirilmesi mümkün. Bu durum, Uzanlara yönelik operasyonun siyasal hesaplarla gerçekleştirildiğine ilişkin spekülasyonları da beraberinde getirdi. Halbuki hükümet ve BDDK, bunu çok indirgemeci bir açıklama olarak değerlendiriyor.
Gerçekten de nesnel olarak bakıldığında, İmar Bankası’nda yaşananlarla diğerleri arasında ciddi farklılıklar olduğu görülüyor. İmar Bankası’nı “dünya malî yolsuzluklar literatürü”ne geçirecek kayıt sistemi bunlardan biri. Resmî olarak kayıtlı mevduat tutarı 753,5 trilyon lira iken gerçek meblağın 8,5 katrilyon lirayı bulması, yani kayıtlar ile gerçek durum arasında 1’e 10 gibi inanılmaz bir fark olması olayın boyutunu değiştiriyor. Ayrıca bankanın, yetkisi olmamasına rağmen, sadece makbuz karşılığı hazine bonosu ve devlet tahvili satışı yapması, daha doğrusu olmayan devlet kağıtlarını müşterilerine satmış gibi göstermesi de durumun vahametini artırıyor.
Operasyonun sadece siyasal intikam için yapılmadığını kanıtlamak için öne sürülen başka iddialar da var. Bankaya el konulmasından sonra Kemal, Hakan ve Yavuz Uzan’ın yurt dışına çıkmış ve mahkeme kararına rağmen hâlâ dönmemiş olduğu, gruba bağlı diğer şirketlerden mal kaçırmak için usulsüz yollara yönelindiğine dair ciddi bulgulara ulaşıldığı bunlar arasında en önemlileri. Ama İmar Bankası’nın özel durumu uygulamaya neden oradan başlandığını açıklıyor olsa bile bu, yasaların herkese eşit biçimde uygulanacağı gerçeğini değiştirmemeli. Zira batırılan veya yaygın ifadesiyle hortumlanan paralar, Hazinenin, yani bütün halkın cebinden çıkıyor.
 
Bankacılık Sisteminin ‘Yatışmaz Yapısı’
Dünyada büyük bankacılık krizi sayılan krizlerin maliyeti, milli gelire oranla ortalama %10 civarındadır. Türkiye’de yaşanan son krizin maliyeti ise %30’u buluyor. Bir başka deyişle, üretimimizin yaklaşık üçte biri batan bankaların oluşturduğu açıkları kapatmak için harcanmış durumda. TMSF’nin devraldığı bankaların toplam yükü, İmar Bankası’yla birlikte 55 milyar dolara; kamu bankalarına aktarılan 22,1 milyar dolarla birlikte, bankacılık krizinin toplam maliyeti 77 milyar dolara ulaştı. Bu demektir ki, 2003 yılı sonunda 139 milyar dolara yükselen iç borç stokunun 58,3 milyar dolarlık kısmı, Hazinenin batık bankalar nedeniyle aktardığı kaynaklardan oluşuyor. Yani ekonomimizin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duran, kriz ihtimali karşısında kırılganlığı artıran, bizi İMF’ye muhtaç edip daraltıcı faiz dışı fazlalarla elimizi kolumuzu bağlayan devasa iç borç stokunun %42’si buradan kaynaklanıyor!
“Hortumcular memleketi batırdı” açıklaması doğru ama yetersiz. Zira birkaç puan getiriye tamah ederek birikimlerini off-shore maceralara atan mûdiler ile bu noktaya gelinceye kadar gereken önlemleri almayan bürokratlar ve siyasetçiler de en az onlar kadar sorumluluk taşıyor. Yani evi soyan hırsız kadar kapıyı-pencereyi açık bırakan ev sahibi ile nöbette ihmalkârlık eden bekçi de suçlu. Vergi mükelleflerine şimdilik 6 milyar dolara mal olan İmar Bankası on yıldır kamunun yakın denetimi altındaydı. Bizzat BDDK tarafından yapılan resmî açıklamadan; 20 Haziran 1994 tarihinde İmar Bankası, o zamanki Bankalar Kanununun 64’üncü maddesi kapsamında yakın gözetime alındığını öğreniyoruz. Kredilerin neredeyse tamamını Uzan Grubuna kullandırdığı, bankacılık işlevlerinden uzaklaştığı ve ciddi likidite sıkışıklığı yaşandığı o zaman bile ortaya konmuş. Diğer birçok banka için de durum farklı değil. Cavit Çağlar’ın 1991’de aldığı İnterbank, 1995’ten beri yine aynı madde çerçevesinde gözetimde olduğu halde Etibank’ın özelleştirilmesi sırasında banka Çağlar’a satıldı.
 
Sistem Yaklaşımı Şart
Türkiye’de 1933 yılında kabul edilen ve üç yıl yürürlükte kalan 2243 sayılı Mevduatı Koruma Kanunu ilk Bankalar Kanunu olarak nitelendirilebilirse de bankacılık sistemini düzenleyen ilk kapsamlı yasal düzenleme, 9 Haziran1936 tarih ve 2999 sayılı Bankalar Kanunu oldu. İkinci yasa 1958, üçüncüsü ise 1985’te yürürlüğe girdi. Bu yasaların zamanlaması ekonomik yapı ve ilişkiler sistemindeki değişimlerle uyumluydu. 1993’te çıkarılan 512 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ve 1994 krizinin ardından çıkarılan 538 sayılı KHK da böyleydi.
Anayasa Mahkemesi, KHK’ların dayanağını teşkil eden yetki yasasını iptal edince, özellikle denetim ve alınacak önlemlerle ilgili cezaî yaptırımlara ilişkin yasal boşluk oluştu. Ama, hükümet üyelerinin banka pazarlıklarına karıştığı iddialarının kol gezdiği o dönemlerde kimse durumdan şikayetçi görünmüyordu. 1999’a gelindiğinde Anayasa Mahkemesi’nin gerekli düzenlemeleri yapmak için verdiği süre doldu ve son dakikada, 18 Haziran 1999’da 4389 sayılı Bankalar Kanunu alelacele yürürlüğe konuldu.
Bu yasa, kamuoyuna büyük bir reform olarak sunuldu, ama ömrü uzun olmadı. İMF ile yapılan 17’nci stand-by anlaşmasının ön koşulu olarak çıkarılan 4491 sayılı yasa ile Bankalar Kanunu sil baştan düzenlendi. Bu tarihten itibaren ise -ekonomimizde yarattığı tahribat bu denli korkunç olmasaydı- gülünç olarak nitelendirilebilecek bir sürece girildi. Uygulanan istikrar programının 2001 kriziyle çökmesinin ardından, neredeyse İMF ile yapılan her görüşmede ve tabii buna uygun olarak açıklanan her yeni ekonomik pakette, Bankalar Kanunu değişiklik geçirdi. Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programı ve 18’inci stand-by 4491 sayılı kanunla; kamu bankaları reformu ise sadece bir ay sonraki 4684 sayılı değişikliklerle malî sisteme yansıdı. Bankalar Kanununa ilişkin değişiklikler, 31 Ocak 2002’de ve 9 Nisan 2003’te çıkarılan yasalarla hız kesmeden devam etti. Son operasyona dayanak teşkil eden 5020 sayılı yasa şimdilik son düzenleme.
Türkiye, 1998’den beri ekonomisini neoliberal politikalara daha uygun ve dünya sistemine daha fazla eklemlenmiş hale getiren bir sürece girdi. Yönetimlerin, kendilerine özgü bir ufukla ve dirayetle müdahil olamadıkları süreç neredeyse kendiliğinden, daha doğrusu uzaktan kumandayla işliyor. Son yirmi yılın mirası olan ülkenin karşı karşıya bırakıldığı ekonomik yapıdan kaynaklanan tehdidin ürkütücülüğü karşısında sığ ve sloganik eleştirilerin anlamsızlığı açık. Ama aynı çizgide devam etmenin de en az o kadar açmaz olduğunu görmemiz lazım. Şeytan taşlamaktan besmele çekmeye fırsat bulamama çaresizliğinden kurtulmanın yolu, olağanüstü durum yasalarına benzer tepkiselliklerden de, uluslararası sistemin direktifleri doğrultusunda deneme-yanılma testlerinin konusu olmaktan da geçmiyor. Çözüm; hırsız kadar ev sahibinin de suçlu olduğunu, köpekleri salmak kadar taşları bağlamanın da sorunun parçası olduğunu anlayarak sistem yaklaşımı ile kalıcı ve ülke gerçeklerine uygun düzenlemeler yapmakta. Yani yaşanan krizleri müşahhas ve birbirinden kopuk sorunlar olarak algılayıp her yeni tıkanıklıkta (veya denizaşırı talimatta) parça parça değişiklikler yapmak değil; sorunu derinliğine tahlil etmek ve sistemli bir hareketle çözüm bulmak gerekiyor. Bunun için ise her şeyden evvel yönetimin bir misyonu ve ona uygun bir ufku olmalı.
 
Rakamlar Yalan Söylemez
Rakamlarla yalan söylemek mümkündür, ama rakamlar yalan söylemez. Yüksek enflasyon-yüksek faiz sarmalı Türkiye’nin on yılını heba etti. Kişi başına milli gelir 1990’da, 2002’deki seviyesinin üzerindeydi. 1990’lı yıllar boyunca ekonomi ortalama yıllık %3,3 büyürken her yıl milli gelirin %4,7’si kadar reel faiz ödememizin bir sonucuydu bu. Aynı dönemde dolar cinsinden ödediğimiz yıllık faiz ise %23 idi! Bu çarpık yapının finans sistemine, “250 dolara bile gecelik repo faizi” vermeyi vadeden bankalar şeklinde yansımasından daha tabii ne olabilir? Üstelik sırf bu reklam kampanyasına harcanan paralar, sağlanacak kârın veya hatta gelirin değil, toplanan mevduatın üçte birine denkmiş; ne gam? Nasıl olsa TMSF garantisi var.
Finans teorisi sistematik riskten kurtulmanın mümkün olmadığını söyler. Türkiye; verimsiz sanayici, muhteris bankacı, işbirlikçi basın, tamahkâr tasarruf sahibi, dirayetsiz bürokrat ve yolsuzluğa eğilimli siyasetçi işbirliğiyle bile-isteye bu tabloya sürüklendi. Yönetimdekilerin Türkiye’ye sevdası ve inancı yoktu ki, misyonları ve ufukları olsun! Aksini iddia edenlere Ziya Paşa’nın sözleriyle bir hatırlatmada bulunmak yeter: “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”. Bu, Türkiye’nin yeni dönemlerinde sorumluluk sahibi olan kadroların da dikkate alması gereken bir uyarı.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Ekonomi
DİĞER YAZILAR