Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2004) > Okuyorum > William James, din mühendisliği ve çağdaş din düşüncesi
Okuyorum
William James, din mühendisliği ve çağdaş din düşüncesi
İbrahim Kalın
William James’in Dinî Tecrübenin Çeşitleri adlı eserinden yaklaşık bir asır sonra Kanadalı filozof Charles Taylor, Bugün Dinin Çeşitleri adlı küçük çalışmasında James’in kitabını yeniden ele alarak, din ve dinî tecrübe konusunda bazı gözlemlerde bulundu. Bu ay, James’ten Taylor’a uzanan çizgiyi akılda tutarak, çağdaş din düşüncesinin bir olgu ve tecrübe olarak dine bakışı üzerinde duracağız.
 
WILLIAM James’in Dinî Tecrübenin Çeşitleri (The Varieties of Religious Experience) adlı eseri, felsefî muhtevası ve etkisi itibarıyla Amerikan dinî düşüncesine yön veren yapıtlardan biri. Sosyal bir vakıa ve kurum olarak dinden, bireyin merkezde bulunduğu dinî tecrübeye geçişi tasvir eden ve en nihayetinde savunan James, bugün üzerinde hâlâ konuşulan bir düşünür. Dinî Tecrübenin Çeşitleri’nin yayımlanmasından yaklaşık bir asır sonra Kanadalı filozof Charles Taylor, Bugün Dinin Çeşitleri (Varieties of Religion Today) adlı küçük çalışmasında James’in eserini yeniden ele alarak, din ve dinî tecrübe konusunda kayda değer bazı gözlemlerde bulundu.
James’in Dinî Tecrübenin Çeşitleri’ndeki ana sorunsalı, dinin modern dönemdeki yerini tespit etmekti. Bunun için James, bir kurum olarak çökmekte olan din (yani Hıristiyan kilisesi) ile, varlığını bireylerde devam ettiren dinî tecrübe arasında keskin bir ayrım yapar. Ona göre, bir kurum olarak Hıristiyanlık, sadece manevî irşad görevini yitirmemiş; aynı zamanda dinî hayat ve hissiyat sahibi insanlar için bir yük hâline gelmiştir. İstikametini kaybetmiş ve bir iktidar aracı hâline gelmiş dinin zararları, saymakla bitmez. Süreç içerisinde, dinî tecrübeyi dogmaya ve zahirî ritüellere indirgeyen kurumsal din, tabir caizse bir “din mühendisliği” hâline gelir; Hıristiyan inancından kaynaklanan teolojik sorunlar, inancın önündeki büyük engellere dönüşür. Sonuçta din, kendi başarısının ve tarihinin kurbanı olur. Fakat dinin (Hıristiyan kilisesinin) kurumsal otoriteryanizmi, dinî tecrübeyi büsbütün geçersiz kılmaz. James’e göre din düşüncesinin hayatiyet kaynağı, bu bireysel tecrübelerde yatar. Burada James bir adım daha atar ve kurumsal dinden uzaklaşmayı, dinî tecrübenin şartlarından biri olarak vaz eder. Modern Batı düşüncesinin bireyciliğiyle uyum hâlinde olan bu ayrım, muhtevası ve sahihlik derecesi ne olursa olsun bireyin dinî tecrübesini, geleneksel dinin temel kavramlarının üzerine koyar. Dinî tecrübeyi belirleyen ve anlamlı kılan, artık Tanrı, peygamber, vahiy, aziz, kutsallık gibi teolojinin tanımladığı kavramlar değil; bireyin kutsal ve dinî olarak algıladığı, tecrübeler ve hissedişler bütünüdür. Taylor’ın ifadesiyle dini ciddîye almak, artık “dini bireysel olarak yaşamak” demektir.
James’in bu argümanı, birbiriyle irtibatlı iki önkabule dayanıyor. Birinci önkabul, dinin bireyin tecrübeleri etrafında yeniden tanımlanması; diğeri ise, James’in benimsediği ve gelişmesine katkıda bulunduğu Amerikan pragmatizmi. Bu iki kazıyye arasındaki ilişki, bireyin dinî tecrübe olarak algıladığı şeyin, somut ve “pragmatik” bir veri olmasından kaynaklanıyor. Bir başka ifadeyle, teolojinin Tanrı, öte-alem, varlık hiyerarşisi gibi “soyut” ve tecrübeden çok dogmatik kabule dayanan kavramlarının yerine, bireyin kişisel ve yakınî tecrübelerinde anlam kazanan dini algılama biçimi esas kabul edilir. Kısacası din duygusu, kurumsal dinin (kilisenin) tasallutundan kurtarılır ve bireylerin “özgür” tecrübe alanlarına iade edilmiş olur.
Bu tahlilin arkasında “anti-Katolik” ve Protestan bakış açısının yattığını görmek zor değil. Hıristiyanlığın özellikle Amerika’daki dönüşümü Katolikliğin temsil ettiği dinî hiyerarşi ve cemaat kavramından, Protestanlığın temsil ettiği adem-i merkeziyetçi ve hiyerarşi karşıtı bir din tasavvuruna geçiş olarak tanımlanabilir. Zira Katoliklik, Kilise’yi ve onun başındaki Papa’yı Hıristiyanlığın ve Hz. İsa’nın “kutsal bedeni” (sacred body) olarak görürken, Protestanlık, “Her mümin, kendi başına kilisedir” ilkesini benimser. Nitekim bu iki görüş arasındaki fark, Katolik ve Protestan kiliselerinin teşkilatlanmasında açıkça görülür. Katolik kiliseleri, Amerika’daki nispî özerkliklerine rağmen, hem teolojik hem de kurumsal anlamda Vatikan’a bağlıdır. Buna mukabil, sayıları on binlere varan Protestan kiliselerinin her biri, kendi içinde bir cemaat yahut bütün olma özelliği taşır. Bir Katolik kilisesi açmak için Katolik hiyerarşisinin izni gerekirken, bir Protestan kilisesi açmak için, bir din adamı ve cemaat bulmak yeterli.
Bu iki dinî örgütlenme modelinden hangisinin daha “efektif” olduğunu şimdilik bir kenara bırakarak James’in izhar ettiği bu Protestan ruhunun, pragmatizmle olan irtibatına bakalım. Pragmatizm, dinî, felsefî, bilimsel ya da estetik manada hakikatin yegâne ölçüsünün “pratikteki geçerliliği” olduğuna inandığı için, kendine başlangıç noktası olarak genel-geçer teoloji kavramlarını değil; bireyin sınırlı, fakat somut tecrübelerinde ifadesini bulan dinî hissiyatı alır. Buna göre, bireylerin tecrübelerinden bağımsız bir dinî hakikat kavramından bahsetmek, metafizik bir hata yapmak demektir.
Herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek için, “pragmatizm” kelimesini burada kısaca ele alalım. Felsefî bir ekol olarak pragmatizm, bireysel çıkarcılığın ötesinde bir anlama sahip. James de dahil olmak üzere pragmatist düşünürler, hakikati ve felsefenin diğer kavramlarını, nesnel gerçekliğin akıl süzgecinden geçirilmiş bir “resmi” ya da “temsili” (representation) olarak gören klâsik felsefeye karşı çıkarlar. Pragmatizme göre hakikat, doğruluk, nesnellik, öznellik, düzen/nizam, adalet, rasyonellik gibi kavramlar, gerçekliği daha iyi kavramak ve yönlendirmek için insanların üzerinde anlaştığı ve benimsediği sembol, hipotez ve kurgulardan ibarettir. Felsefî kavramların ve bilimsel teorilerin, bundan öte bir anlamı ve işlevi yoktur. Zira, onlara göre, eşyayı olduğu gibi bilemeyiz. Kant’ın “numena” öğretisini çağrıştıran bu temel bakış açısı, bugün Amerikan felsefesinin temel kazıyyelerinden biridir.
James’in kurumsal ve kolektif dinî yaşam yerine bireysel dinî tecrübeyi kendine esas kabul etmesi, yukarıda temas ettiğimiz bireyciliğin ve pragmatizmin bir sentezi olarak görülebilir. Fakat bu sentezin doğruluk derecesi nedir? “Din” dediğimiz olgu ya da tecrübeyi feda etmeden ve büsbütün değiştirmeden James’in bakış açısını kabul etmek mümkün mü? Özellikle Batı medeniyetinin dinî-ahlâkî kimliğini temsil eden Yahudi-Hıristiyan geleneğinin dışındaki İslam gibi gelenekler için, bu din tasavvurunun herhangi bir geçerliliği söz konusu mu? Gerçekliği, onunla iştigal ediş biçimlerimize ve bireysel algılama şemalarına indirgediğimizde, “somut” bir gerçeklikten çok, zihnî ve birey-merkezci bir hakikat tasavvuru ihdas etmiş olmuyor muyuz? Dini, pragmatistlerin ileri sürdüğü gibi, bireyin “somut tecrübesi” temelinde yeniden tanımladığımızda, ilâhî ve aşkın olanı bireyin özerk alanına indirgemiş ve böylelikle “orto-doksi” ve “orto-praksi” kavramlarını anlamsız ve işlevsiz hale getirmiş olmuyor muyuz?
Taylor’ın James’le olan muhasebesi, bu soruların bir kısmına cevap vermeyi amaçlıyor. James’in Katolik kilisesinin sorunlu mirasına tepki göstererek, din konusunda yeni bir temellendirmeye gitmesi, kurunun yanında yaşın da yanması anlamına geliyor. Fakat onun dinî tecrübe modelinin asıl sorunlu tarafı, “tecrübe”yi, birey-ötesi kimliğinden arındırması ve atomistik bir çerçeveye hapsetmesi. Tecrübe, tanımı gereği paylaşıma açık bir hal ya da süreçtir. Tek tek bireyler olarak yaşadığımız tecrübeler, bireysel bir anlam alanına sahiptir şüphesiz; fakat dinî veya din-dışı her tecrübe aynı zamanda kamusal bir alanda yaşadığımız süreçler tarafından beslenir ve biçim kazanır. Okuduğumuz bir kitabın başkaları tarafından da okunduğunu bilmek, kitap ile kurduğumuz teke-tek ilişkinin önemli bir parçasıdır. Bir kitabın dünyadaki tek okuyucusunun kendimiz olduğunu varsaysak bile, okuduğumuz metni, metnin yazarıyla bir şekilde paylaştığımız gerçeğini göz ardı edemeyiz. Dahası, dinî tecrübe, muhtevası ve sahihlik derecesi ne olursa olsun, yine kurum ve gelenek halindeki dinin bize sağladığı bağlam içerisinde ortaya çıkar. Dünyadaki belli başlı dinî terminolojilerin hiçbirisiyle irtibatı olmayan bir tecrübenin, “dinî tecrübe” olarak adlandırılması, herhalde akla yatkın bir çıkarım olmaz. Şu halde James’in bireysel tecrübe merkezli din tanımlamasını, bırakınız İslamî, Hıristiyanî gelenek içinde dahi köklü bir revizyona tâbi tutmadan kabul etmek mümkün değil. Aynı şekilde onun pragmatizme ve bireysel tecrübeye dayalı din tasavvuru, dinî kavramların sekülerleşmesi sürecinde önemli bir rol oynadı. Zira dinî kavramları, aşkın ve birey-ötesi muhtevasından koparmak bu anlama geliyor.
Mamafih, dinin kurum, ritüel ve teolojiden önce bir tecrübe olarak ele alınması, üzerinde durulması gereken bir husus. İslam geleneğinde tasavvufun kelâm karşısındaki en büyük cazibesi ve başarısı bu olageldi. Bu noktada Taylor’ın tabiriyle, “aşırı kelâmîleşme” (over-theologization), sadece Katolik kilisesi değil; bütün dinî gelenekler için var olan bir risk. Fakat bu benzetmeyi de fazla zorlamamak lazım; zira inancın artikülasyonu onu güçlendirir. Dahası bu artikülasyon süreci, dinî inancın doğal bir şekilde evrilmesi ve derinleşmesidir. Bunu kaybettiğimiz anda inanç dogmatikleşir; muhtevadan ve “tecrübeden” yoksun bir emir ve yasaklar listesi haline gelir. İslam dünyasındaki çağdaş dinî düşüncenin fakirliğini, belki de burada aramak gerekiyor.

Paylaş Tavsiye Et