Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2004) > Dosya > Küreselleşme: Deniz kültürünün egemenliği
Dosya
Küreselleşme: Deniz kültürünün egemenliği
Orhan Gazigil
KÜRESELLEŞME tartışmalarında en çok üzerinde durulan konu belki de bu olgunun tarihte ilk kez bugünkü şekliyle insanlığın karşısına çıkmış olmasıdır. Bir merkezden yayılan ve siyasi, kültürel egemenliğin nimetlerinden yararlanarak kısa bir sürede, Doğulu-Batılı ayrımı yapmadan tüm insanlığı aynı kültürel, sosyal kategoriler içine sokmaya çalışan bu olgu, bilinen tarih içerisinde eşine rastlanmamış bir durumu temsil ediyor. Küreselleşmenin neden günümüzde bu şekilde ortaya çıktığını ve neden bugünün bir sorunu olduğunu anlamak için yine bugün geçerli olan başka bir durumu hatırlamakta yarar var: Küreselleşmeyle eşzamanlı olarak, jeopolitik üstünlüğün tarihteki en bariz şekliyle bir süper güç tarafından (ABD) günümüzde ele geçirilebilmiş olması.
Jeopolitik ilminin kurucuları dünya üzerindeki güçleri “deniz ve kara güçleri” olmak üzere ikiye ayırır. İnsanlığın yaşadığı iki farklı kültür tipini ifade eden bu ayrım, yeryüzündeki egemenlik mücadelesinin taraflarının da kimler olduğunu belirtir. Tellusokrasi (kara gücü) ve tallosokrasinin (deniz gücü) oluşturduğu iki farklı kutup aynı zamanda iki temel kültür biçimini de ifade eder. Bu ayrıma göre tellusokratik-karasal kültür, üzerinde yaşamaya mahkum olduğu toprak-karanın katılığı, sertliği ve istikrarını, ürettiği kültüre de yansıtır. Kara mekanında ortaya çıkan kültür, katı bir hukuk ve ahlak öğretisini, ideokratik devlet biçimini ortaya çıkarır. Bu mekanda toplumsal bilinç ve çıkarlar bireyin bilincinin ve çıkarlarının üstünde bir değere sahiptir. Tallosokratik-deniz kültürü de yine mekana bağlı bir tip doğurur: İstikrarsız, yeniliğe açık ve bireyin çıkarlarını önceleyen, ticarete dayalı bir kültür biçimi. Demokrasi bu yönüyle deniz mekanının ürettiği bir siyasal yönetim biçimidir.
 
‘Deniz ve Kara’nın Tarihsel Mücadelesi
Jeopolitik okulun tarih yorumu ‘deniz ve kara’ arasında sürüp giden mücadeleyi konu alır. Atina-Sparta, Roma-Kartaca arasında ilk çağlarda süren mücadele jeopolitikçilere göre bunun tarihteki ilk örnekleridir. Bu mücadelede uzun bir dönem galip gelen taraf sürekli kara gücü haline dönüşmektedir.
Zbigniev Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” adlı eserine bu tarihi mücadeleyi özetleyen bir ifadeyle başlar: “Kıtaların siyasal mücadelede etkin olmaya başlamasıyla Avrasya, dünya hakimiyetinin merkezi haline geldi. Avrasya’da meskun olan farklı toplumlar, çeşitli yolları kullanarak dünyanın diğer bölgelerine girdiler ve bu bölgeleri yönettiler... 20’nci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte tarihte ilk kez, Avrasyalı olmayan bir güç, Avrasya ülkeleri arasında hem hakemlik görevini üstlendi, hem de dünyanın en büyük gücü haline geldi.” Yazarın sözünü ettiği bu büyük güç Amerika Birleşik Devletleri’dir. Brzezinski tarihte ilk kez ortaya çıkan bu durumu başka bir ilkle daha pekiştirir: ABD bugüne kadar hiçbir ülke tarafından gerçekleştirilemeyeni hayata geçirmiş ve tarihin en büyük süper gücü olma özelliğini kazanmıştır.
ABD’nin jeopolitik hakimiyeti, jeopolitikçiler tarafından deniz gücünün karaya egemen olması şeklinde yorumlanır. Böylece kara güçleri ile deniz güçleri arasında yüzyıllar boyunca süren dünya hakimiyeti mücadelesinin deniz güçleri lehine sona erdiği ve ABD ile birlikte deniz gücü ve onun temsil ettiği kültür tipinin galibiyetini ilan ettiği iddia edilir.
Deniz hakimiyeti teorisini ortaya atan Mahan, denizin egemenlik mücadelesinin Coğrafi Keşifler Çağı’yla birlikte başladığını, 20’nci yüzyılda ise zirve noktasına ulaştığını ifade eder. Denizi zirveye ulaştıran etkenlerin başında Anglosakson kapitalizminin ve endüstrisinin tek bir yapı oluşturabilmesi gelmektedir. Bu özelliği en iyi yansıtan yönüyle 20’nci yüzyılda tallasokrasinin en büyük dayanağı ABD olmuştur.
Bugün ABD’nin müdahalesiyle karşılaşan ülkeler demokrasi, çoğulculuk, insan hakları gibi değerlere saygı duymadıkları için cezalandırılmaktalar. ABD’nin egemenlik alanlarını genişletmek için giriştiği müdahaleleri meşrulaştıran bir bahane gibi görülmesine rağmen, bu söylemin tallasokratik kültürün değerlerini dünya üzerinde hakim kılma isteğinin bir yansıması olduğu da açıktır.
 
ABD, Göçler ve Göçmenler
Küreselleşme yine bu perspektiften baktığımızda tallasokratik kültürün tarihteki en büyük yayılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Tallosokratik kültür yeniliği, değişebilirliği, yeniliğe açık olmayı arzulayan bir kültürdür. Neden başka bir ülkenin değil de ABD’nin bu kültür tipinin tarihteki en güçlü temsilcisi olduğunu anlamak için de, Amerikan tarihine kısaca göz atmak gerekiyor.
Amerika kıtasının beyaz insan tarafından ele geçirilişinin tarihi aslında bu mekanda ortaya çıkan yeni kültürün niteliğinin ipuçlarını da içinde barındırmaktadır. Avrupalı ‘freeman’lerin yeni umutlarla okyanus ötesi yolculuklara çıkarak kıtayı ele geçirmeleriyle başlar bu tarih. Bu insanları, yeni topraklarda çalıştırılmak üzere gemilere doldurularak Amerika’ya getirilen ve çoğu suçlulardan ve mahkumlardan oluşan insanlar izler. Bu insanlar Amerika kıtasına mülk ve varlık vaadiyle götürülürler; ancak yeni efendileri, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, bu kişilere vadettikleri hemen hiçbir şeyi vermezler. Toprak sahibi olup yeni bir hayat kurma hayaliyle Amerika’ya göç eden bu kişilere bir zaman sonra servant adı takılacaktır; yani köle. Afrikalı köleler keşfedilene kadar Amerikalı freemanlerin gözdesi olarak kalır bu servantlar. Hiçbir yasal hakları olmayan bu insanlar bir tarafta efendilerinin baskısı, diğer tarafta Kızılderili tehdidi altında yaşamaya mecbur kalırlar; ta ki siyah köle ticareti başlayana dek. Avrupalı beyaz göçmenlere bu defa da siyahlar katılır.
Kimi özgürce, kimi kandırılarak, kimi de köleleştirilerek Yeni Dünya’ya gelirler. Böylece Amerika’nın yeni tarihi göçlerin ve göçmenlerin tarihi olur. Verilere göre 1860 yılında 31 milyon olan nüfus, 1913’e gelindiğinde 96 milyona ulaşmıştır. Yerlilerin olmadığı -daha doğrusu yok edildiği- ve sürekli yeni insanların aktığı bir kıtadır Amerika.
Yeni insanların yeni meraklarının getirdiği kazanımları da es geçemeyiz. 1860-1900 yılları arasında ABD’de 670 bin teknik buluşun patenti alınır. Telefon, telgraf, ampul gibi icatlar hep bu dönemin ürünleridir. Batı uygarlığının teknojen bir uygarlığa dönüşmesi ancak ABD’de meydana gelen bu teknoloji devrimiyle mümkün olabilmiştir. İlerleyen yıllarda Hollywood’un insan zihninin sınırlarını zorlayan hikayeleri de, yine bu yenilik arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkacaktır.
Ancak ABD’de doğan ve bugün küreselleşmeyle birlikte bütün dünyaya yayılan kültürün başka bir özelliği daha var. Sürekli yenilenen mekan, kalıcılığa tahammülü olmayan bir kültürü doğurmuştur. Bugün popüler kitle kültürü denen şeyin ta kendisidir bu. ABD öncesi tallasokratik devletlerin insanları, denizi kullanarak geçimlerini sağlayan, ticarî amaçlarla okyanus ötesi yolculuklara çıkan insanlardı. Onların yeniliğe karşı olan meraklarının kökeninde belki de bu seyahat halinde olma durumu vardı. Oysa ABD ile birlikte tallasokrasinin niteliği değişmiştir. Artık farklı mekanlara seyahat eden ve farklılığı dışarıda arayan insanlar yerine tek bir mekanı sürekli yeniliklerle dolduran bir insan tipi oluşmuştur.
Brzezinski ABD’nin neden eşine rastlanmamış bir güç olduğunu ifade ederken, dünyada kitleler arasında ABD’ye sempatik bir meşruiyet kazandıran popüler kültürün de önemine değinir. Ancak ABD’nin uzun vadeli öngörülerde bulunabilmesi için ihtiyacı olan doktriner motivasyonun da yine bu kültür tarafından tahrip edildiğini belirtir ve kalıcı bir dünya egemenliğinin sağlanabilmesi için ideolojik-doktriner-kültürel yeni bir tasarıma ihtiyaç duyulduğunu söyler. Bu yüzden daha kalıcı, istikrarlı ve geleneksel öğretilerin yol göstericiliğine ihtiyaç duyulduğunu savunur.
İnsanlığın uzun tarihsel tecrübesini ve onun kazanımı olan gelenekleri bir tarafa bırakmak, onun yerine insanlığın kültür ortamını bir tabula rasa farz edip üzerine sürekli yeni yazılar yazmak Amerikan kültürünün başlıca özelliğidir. Bunun bir diğer anlamı, insanlığı her an sıfır noktasındaymış gibi görmek ve sürekli yeni başlangıçlar yapmak zorunda bırakmaktır. Burada asıl garip olan şey, sıfır noktasını uzun zaman önce aşmış olanların da yeni başlangıçlar peşinde koşmaya başlamalarıdır. Oysa ne Avrupalıların, ne Uzakdoğuluların ve ne de Müslümanların böyle bir ihtiyacı yoktur.

Paylaş Tavsiye Et