Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Topluyorum > Balkanlar, Türkiye ve Türkiye’nin 11 Eylül’ü
Topluyorum
Balkanlar, Türkiye ve Türkiye’nin 11 Eylül’ü

 

Arkadaşlar, tartışmalarımıza, Türkiye’nin yakın çevresindeki bölgelerle devam ediyoruz. Bu ayki dosya konumuz Balkanlar. İsterseniz ‘Bizim Rumeli’ de diyebiliriz.
‘Bizim Dosyalar’a geri döndük desenize!
Hayır, biliyorsunuz dosyanın adı tartışmanın sonunda katılımcı bir biçimde koyuluyor.
Bildiğim kadarıyla Balkan Paktı’nın İmzalanması 4 Şubat. 1448 Kosova Savaşı ve 1912 Balkan savaşı da Ekim ayında. Aralık ayında Balkan tarihiyle ilgili ne var?
Aralığın gelişi Kasımdan bellidir. 10 Kasım Kırklareli’nin, 13 Kasım Tekirdağ’ın 25 Kasım Edirne’nin ve 26 Kasım da Çanakkale’nin kurtuluş günleri. Yani Aralık 1922 Bizim Rumeli’ye yeniden kavuştuğumuz ay oluyor.
Biraz zorlama oldu ama yine tarih alakasını kurduk. Balkanlar da Kafkasya gibi coğrafyanın tarihi belirlediği, parçalanmanın ve çatışmanın hakim olduğu bir bölge.
Evet, hatta öyle ki Batı dillerinde Balkanization (Balkanlaşma) fiili var.
Yani kelimenin anlamında olumsuzluk yüklü. Biz Rumeli diyerek daha olumlu bir anlam yüklemişiz. Avrupa doğuya doğru ilerlerken sınır olan bölgeye Yakın Doğu, bir sonrakine de Orta Doğu diyor. Osmanlı da ufuk olarak gördüğü yere Rumeli diyor. Tarih boyunca bakışlarımızı yönelttiğimiz, ilerlememizin hedefinde yer alan yerlere Rumeli demişiz. Önce Anadolu Rumeli idi, sonra Balkanlar.
Balkan kelimesinin Türkçe bir kelime olduğu söylenir. Orman veya çalılıkla kaplı engebeli , sert ve yalçın araziye verilen isimdir. Aslına bakarsanız bu coğrafyaya Osmanlılar Rumeli derken Batılılar Türkiye Avrupa’sı veya Avrupa’daki Türkiye derlerdi. İç Anadolu, Doğu Anadolu nasıl algılanıyorsa, Yunan ayaklanmasına kadar Batıda Rumeli de aynı ölçüde Müslüman ve Türk alanı olarak algılanıyordu. Balkanlar bu bakımdan daha tarafsız, Müslüman-Türk vurgusundan arındırılmış bir tanımlama. Fakat Fransız İhtilalinden sonra milliyetçiliğin paramparça ettiği bölge tam anlamıyla bir kaos ortamı olunca Balkan kelimesi de olumsuzluk taşımaya başladı. Son dönemde bölgeye Güneydoğu Avrupa deniliyor. Bu da AB’nin genişleme vizyonuyla alakalı.
Bu isimle bir işbirliği süreci başlatıldı biliyorsunuz. Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci, bölge ülkelerinin kendi aralarındaki işbirliğini geliştirme ve kalıcı istikrar getirme yönünde bir girişim.
Bölgenin istikrarı bölge ülkelerinin elinde olsa sorun yok da; burası tarih boyunca hep büyük güçlerin çatışma alanı olmuş. Unutmayalım ki I. Dünya Savaşı Balkanlarda atılan kurşunla başladı.
Balkanları bu kritik konuma getiren hangi özelliği?
Balkanlar aynen Kafkaslar gibi geçiş bölgesi. Asya’nın güneye, denizlere indiği yerlerdeki büyük kavim karmaşası burada da var. Balkanlar ortak bir din ya da egemenlik etrafında birleşmemişse mikro alanlara bölünüyor. Tarihte bölgeyi ya Roma egemenliği, ya da Bizans’ın Ortodoksluğu bütünleştirmiş. Daha sonra Osmanlı-İslam paydasında daha büyük emperyal bir düzenin parçası olarak bir düzene kavuşmuş. Balkanların kendi içinden bir düzen çıkardığı vaki değil.
İskender Makedondu, Balkanlardan çıkmış sayılmaz mı?
İskender Balkanlardan çıkıyor ama kurduğu düzende Balkanlar merkez değildir. Balkanlar İskender’in ana parçası değil; İskender’in adıyla anılan şehirlerin Balkanlarda olmaması bunu gösteriyor. Balkanlar genellikle kenar bölümleri oluşturmuş. Yani Doğu ya da Batı Roma’nın kenarı olarak ve barbar kavimlerin odağı olarak görülmüş. Bunun bir istisnası var, bir tek Osmanlı’da Balkanlar merkezi bir konum kazanmış. Balkan medeniyeti, Balkan şehri varsa Osmanlı ile kurulmuştur. Balkanlarda gerçek anlamda şehir hayatı, camiler, çeşmeler, köprüler Osmanlı ile var olmuştur.
Evet, Osmanlı Balkanlara girdiğinde yerleşik şehirler, güçlü ziraat, bir siyasi düzen, toplumsal yapı, ekonomik yapı yoktu. Bizans’ın dağılmasından sonra bir otorite etrafında birleşememiş devletler, dağılmakta olan bir feodalizm ve bu feodal yapı altında ezilen bir halk, vardı. Osmanlı Balkanları sömürmek, talan edilecek şeyleri Anadolu’ya aktarmak için gitmedi. Zaten kaynakları olan bir bölge de değildi.
Ama yine de orayı egemenliği altına almadı mı? Balkanlar bağımsızlıklarını hep Osmanlıyla savaşarak kazandı.
Anakronizm hatasına düşmeyelim. Bir kere Fransız Devrimi öncesi bu kavramların bir önemi yoktu. İkincisi, bağımsızlık dediğiniz şeyin tarifini iyi yapmak gerekir. Mesela Sırp isyanında, Bulgar isyanında, Balkan Savaşlarında etnik kimlikle yapılan bir çatışma yok. Çatışmalarda ilgimizi çekmesi gereken hususlardan bir tanesi modernitenin, yani Fransız Devriminin etkisi. İlerici moderniteye göre Osmanlının geri bir aşamayı temsil ettiği iddia edilir. Ama Fransız milliyetçiliğinin getirdiği semboller ve modernleşme Balkanlarda Osmanlının kurduğu düzenin yerine gerçekte bir ulus bilinci değil, bir etnik bilinç getirdi.
Yani modernite siyasal bir ulus bilincini değil, primitif dönemlere ait son derece kuvvetli bir kabilecilik ya da aşiret asabiyesini mi doğurdu?
Evet, Osmanlı öncesi parçalanmış Balkanlar tablosunu yeniden ortaya çıkardı ve hâlâ o tablo sürüyor. Mesela Bosna Savaşında Sırpların Boşnaklara uyguladığı yöntemler aslında mikro milliyetçilik ile tarihteki barbar psikolojinin sentezinden ibaret. Yugoslavya’yı bir bütün olarak 50 yıl idare etmiş olan Sırplar, ilk fırsatta kökenlerindeki pagan unsurları açık bir şekilde ortaya koydular. Balkanlarda 1389’dan 1789’a kadar 400 yıl süren Osmanlı egemenliğinde hiçbir etnik çatışma yaşanmadığı gibi Balkanlar dünya siyasetinin merkezi oldu.
İsterseniz daha yakın dönemlere gelelim. 19’uncu yüzyıldan II. Dünya Savaşı sonuna kadar Balkanlar çalkantılı bir dönem geçirmiş. Bunu nasıl değerlendirmek lazım?
Osmanlı’nın tasfiye edileceği yüzyıl boyunca Balkanlar, Rus ve Germen rekabetinin en önemli alanı oldu. Balkanların; birisi Tuna’ya, diğeri Adriyatik’e doğru giden iki stratejik hattı bu çatışmanın yoğunlaştığı cepheleri teşkil etti. Tuna hattı Rusların, Adriyatik hattı Almanlar ve Avusturya-Macaristan’ın etkisine geçti. Bu iki Batılı güç, Osmanlı’nın kurduğu ve arkasında bir felsefe de barındıran iskan, strateji, ekonomi, siyaset politikalarının kurumsal yapısını bir anda dağıtıverdi.
İngiltere ve Fransa’yı unuttuk.
İngiltere ve Fransa Balkanlarda mutlak Rus ya da Germen egemenliğinin yol açacağı gelişmelere ve muhtemel tehditlere karşı dengeleyici güç olarak devreye girdiler. Tarih boyunca Almanlar güçlenince doğuya, Ruslar batıya yönelmiştir. Bunun en iyi gözlendiği ülke Polonya’dır. Almanlar güçlenince Polonya doğuya, Ruslar güçlenince batıya kayar. Dolayısıyla Doğu Avrupa’da Germenlerle Rusların karşı karşıya gelmesi büyük savaşlara yol açmıştır. Aslında Dünya Savaşının doğmasına sebep de yine Germen ve Rus hattının Saraybosna’da karşılaşması oldu. Ruslarla Germenleri Doğu Avrupa’da karşı karşıya getirmemek gerekiyordu. İngiliz ve Fransız dış politikasının bu soruna bulduğu çözüm; Polonya’dan Adriyatik’e kadar inen kuşakta küçük, zayıf, dış müdahalelere açık tampon devletler hattı oluşturmak olmuş. Yugoslavya diye bir sanal birimi üreten de, korumaya çalışan da İngiliz ve Fransız diplomasisidir. Hitler bu hattı kırdığı zaman Ruslarla temasa geçti ve yine Dünya Savaşı çıktı.
Aslında zamanında Osmanlı da aynı şeyi yaptı; ama parçalayarak değil bütünleştirerek. Meşhur Polonya atasözü var ya: Türk atları Vistül’den su içtiği zaman Polonyalılar kurtulacak diye. O da bu gerçeğe işaret ediyor. Osmanlı güçlenince araya giriyor ve Polonya rahat ediyor.
Osmanlının farkı daima yapıcı olması. Balkanlarda da farklı unsurların uyum içinde ve bir arada yaşadığı bir devlet kurma ve devleti sürdürülebilir kılma başarısını gösterdi. Hangi Osmanlı Balkan şehrini alırsanız alın, bir etnik zenginlik vardır. Sadece Türklerin, sadece Bulgarların, sadece Sırpların yaşadığı bir şehir yoktur. Bütün Osmanlı şehirleri bu etnik unsurları bir arada barındırdı. Halbuki 1993’ten sonra Sırplar sadece Sırpların yaşadığı şehirler yaratmaya çalıştılar. Banyaluka’da, Foça’da, Srebrenica’da hatta Saraybosna’da yaşananların temelinde bu vardı. Şehri homojenleştirdikleri ölçüde devletin de saflaştırılabileceğini sandılar. Halbuki idare edenlerin böyle düşünmemesi gerekir. Osmanlı bunu sağladı. Fransız ihtilali ile mikro milliyetçilik hareketleri başladığı zaman bile Osmanlı doğru refleksler göstererek büyük devlet tavrını korudu.
Devam edecek olursak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ‘demir perde’nin sağladığı geçici bir istikrar dönemi oldu; ama Sovyet sisteminin çöküşe başlamasıyla birlikte de Pandora’nın kutusu açıldı.
Evet, çünkü Balkan devletleri sahici varlıklar değil, uluslararası güçlerin bölgesel politikalarının ortaya çıkardığı yapılardı. Soğuk Savaş bitince yeniden 19’uncu yüzyılın klasik etki alanları gündeme geldi. Germenler- Slovenler Almanlara, Romenler Fransa’ya yöneldi. Ruslar ilk anda devreye giremediği için Bulgarlar ve Sırplar kararsız kaldılar ve hâlâ o kargaşayı yaşıyorlar. Arnavutlar ve Boşnaklar mağdurlar, en fazla zarar görenler oldu. Çünkü Osmanlı gibi güçlü bir hâmi devlet yoktu. Almanlar Hırvatistan ve Slovenya’yı tanıyarak Yugoslavya’nın dağılma sürecini bilerek başlattılar. Bunu ABD’nin Irak’a müdahalesine cevap olarak görmek de mümkün. Mart’ta Bağdat bombalandı, Mayıs’ta Almanya Hırvatistan ve Slovenya’yı tanıdı. Eğer Amerika o dönemde Balkanlara müdahale etseydi karşısında AB Bloğunu bir bütün olarak görecekti. Müdahale etmeyip Avrupa’yı kendi iç işlerinin çözümünde yalnız bıraktı. Böylece uluslararası sistemde “Yugoslavya bölünmemeli” iradesi de doğmadı. Almanya’nın böyle bir etki kurmasından ve AB içinde merkezî rolünü tahkim etmesinden rahatsız olan İngiltere-Fransa bloğu, 1995’e kadar Yugoslavya’nın temel aktörü Sırbistan’ı ayakta tutmaya çalıştı. Tek başına etkin olması mümkün olmayan Rusya da bu yapıya destek verince İngiliz-Fransız-Rus çıkar birlikteliği oluştu.
Tıpkı I. Dünya Savaşı’ndaki gibi yani.
Yunanistan da buna katılmadı mı? Sırplar ve Yunanlılar arasında Müslümanlara karşı Ortodoks ittifakı oluşmuştu.
Yunanistan’ın bu blokta yer alması tamamen iç dengelerle ilgili görülüyor. Batısında Arnavutların yaşadığı bölge, kuzeyinde Makedonya, doğusunda Batı Trakya var. Bunların hepsi ile problemli olduğu için Sırpları doğal müttefik gördü. Buna karşılık da Arnavut, Boşnak, Makedon, Türk koalisyonu oluştu.
Bence ABD, AB’nin kendi içindeki bir meseleyi bile çözemeyeceğini kanıtlamak için bilhassa böyle davrandı. AB ekonomik güç olabilir, ama kendi içindeki bunalım çözücü mekanizmaları bile işletemediğine göre siyasi güç olamaz, mesajını vermek istedi ve nitekim olaylar böyle gelişti. İngiliz-Fransız-Rus bloğuna karşı Almanlar geri çekildiler ve kışkırtarak öne çıkardıkları unsurlar, Hırvatlar ve Boşnaklar bir anda sahipsiz kaldılar. Dayton’un hemen öncesinde çatışma küresel bir problem halini alınca ABD müdahale etti ve Almanlarla Amerikalılar anlaştılar. Dayton Anlaşması Amerikan-Alman ortak yapımı bir düzen kurdu. Almanların desteği ile Hırvatlar Sırpları topraklarından çıkardılar ve Hırvatistan, doğusu hariç homojen Hırvat bir yer haline geldi. Amerikalılar da Bosna’ya girince bugünkü Bosna-Hırvat sınırı aslında Amerikan Alman sınırı haline dönüştü. 1999 yılında hâlâ Balkanların büyük bir kriz alanı olmaya devam ettiğini görüyorduk. Tırmanan gerilim şimdi durulmuş gibi. Bunun en önemli sebebi Balkanlara AB perspektifinin verilmiş olması. Yani Balkanlarda bir düzen yine kendi iç dinamikleri ile değil, dışarıdan gelen ekonomi politik emperyal bir etkiyle oluşuyor.
Aslında bu konuların ayrıntılı değerlendirildiği yazılar dosyamızda mevcut. Tekrar yapmadan Türkiye’nin Balkanlar politikasına da kısaca değinsek.
Daha önce 1980’lerde Bulgaristan problemi olunca, Türkiye Yugoslavya ile iş birliği yaptı. Çünkü Bulgaristan ve Yunanistan ile aynı anda sıkıntılıydı. Türkiye Avrupa’ya Yugoslavya üzerinden çıkıyordu. Yugoslavya’da sıkıntı olunca Bulgaristan’da konjonktürün değişmesinin de etkisiyle kulvar değiştirdi. Türkiye’nin Balkan ve Kafkas politikaları benzerlik taşıyor. Balkanlarda Bulgaristan, Kafkaslarda Gürcistan; Balkanlarda Arnavutluk, Kafkaslarda Azerbaycan. Türkiye açısından Azerbaycan’ın ve Arnavutluk’un güçlü olması, Bulgaristan’ın ve Gürcistan’ın da tarafsız tutulması lazım.
Balkanlar Türkiye için hayatî önem taşıyor. Osmanlının varoluş mücadelesi Balkanlarda cereyan etti. Trakya Türk varlığına karşı kurulan planların başarısız olduğunun kanıtıdır. Türkiye İstiklal Savaşı’nı 6 Ekim’de İstanbul’u kurtardığında gerçek manada kazanmış oldu. İstanbul’u kaybetseydik, ‘Türkleri Asya’ya geri sürme’ hedefi gerçekleşmiş olacaktı. Türkiye, yok ettik sandıkları anda Zümrüdüanka gibi küllerinden yeniden doğmayı başardı.
Aynı metaforla devam edeyim ben de. Bu Zümrüdüanka’nın sağ kanadı Anadolu ise sol kanadı Balkanlar. Balkanlardaki büyük şehirlerin doğu yakaları kral yollarıdır. Mesela Sofya’dan İstanbul’a gelen yolun adı, “Çar yolu”dur. Berlin’e giden yola o isim verilmemiş. Çünkü kadim olan hep çekim alanıdır. 1990’ların başında bütün Balkanlar ve hatta Doğu Avrupa İstanbul’a bakıyordu, Zümrüdüanka kanatlanmıştı. Ama sonrasındaki gelişmelerle sol kanadını kırdılar, sağ kanadına da kastettiler. İşte Ağustos sayımızda “Bizim Avrupa”yı tartışırken işaret ettiğimiz noktalardan biri de bu. Yeniden küresel ufuklara ulaşmak istiyorsak her iki kanadımıza da ihtiyacımız var.
O zaman dosyamızın adı “Zümrüdüanka’nın kırık kanadı: Balkanlar”.
Arkadaşlar, bir dakika! Yani böylece tartışmayı bitirecek miyiz?
Niye, söyleyecek birşeyin mi var?
Hayır. Balkanları kastetmiyorum. Memlekette yer yerinden oynadı; belki de tarihî bir dönüm noktası yaşandı, bununla ilgili bir söz etmeyecek miyiz?
Ama TopluYORUM’un biçemi buna uygun değil ki. Biz burada dosya konumuzu tartışıyoruz.
İyi de herhalde bu ‘değişmesi teklif dahi edilemez’ hükümlerden değil.
Aslında doğru. Bu kadar önemli gelişmelere değinmemek olmaz. Tabii başkanımızın izni olursa.
Estağfurullah, burada başkanlık yok. Ortak karar neyse ona uyarız. Evet arkadaşlar itirazı olan yoksa TopluYORUM’da bir değişiklik yaparak gündeme ilişkin de bir bahis açıyoruz. Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Bildiğiniz gibi 15 Kasım ve 20 Kasım’da gerçekleştirilen eylemler henüz tam anlamıyla aydınlığa kavuşmadı. Ortada eylemleri üstlenen bir örgüt olsa da, bence analiz için polisiye romanların veya filmlerin klasik sorusu ile başlamamız lazım. Bu eylemlerden kim çıkar sağladı?
Çok açık değil mi? ABD ve İsrail. Türkiye 1 Mart tezkeresinde ABD’nin dümen suyunda gitmedi. Dahası bölge ülkeleriyle ortak bir inisiyatif başlattı. Başbakan İsrail’e gitmediği gibi Şaron’un ziyaret talebi de geri çevrildi. Birileri Türkiye’ye “hizaya gel” mesajı vermek, işbirliğine girmekte gönülsüz davrandığı bir ittifakla birlikte hareket etmeye mecbur kılmak istiyor.
Başbakan da “mesajı elimin tersiyle ittiğimi ve ayaklarımın altına aldığımı tüm dünyaya haykırıyorum” dedi.
Bence olayın daha derin boyutları da olabilir. Türkiye’de ne zaman işler yolunda gitse birşeyler olur zaten.
Arkadaşlar, bu komplo teorisi yaklaşımı çok doğru değil. Üstelik insanın elini kolunu bağlayan, “hiçbir şey yapamayız, zaten çok büyük bir komplonun kurbanlarıyız” anlayışıyla toplumu pasifize eden bir yönü de var. El-Kaide olayı açıkça üstlenmiş, bulgular da aynı yönde, hâlâ öküz altında buzağı aramanın anlamı var mı?
Anlayış’ın Ekim sayısında “Kod Adı Kılıçbalığı” filminin tanıtımı vardı. Bence sen o filmi bir izle. Bak ben sana filmden birkaç cümle aktarayım. ABD derin devletinin bir ajanı söylüyordu bunları: “Terörizmi, bize zarar veremeyecek hale düşecek kadar korkunç birşey olarak göstereceğiz… Amerikan yaşam tarzını ve değerlerini korumak için gerekirse on, yüz, bin masum kişinin hayatını harcayabilirim, kendiminki de dahil”.
İyi ama saldırılar bu amaca ulaşamadı ki. Üstelik bahsettiğiniz tarz bir tertip bu hesabı yapanlar açısından büyük riskler taşıyor. 11 Eylül ile ilgili de benzer şeyler söylendi, ama sonuçları bu kadar yıkıcı olacak bir eylemi hiçbir komplo gerekçesiyle açıklayamazsınız. Her şeyden önce bu eylemler küreselleşmeyi sınırlandırır. HSBC’nin vurulduğu bir ortamda en büyük darbeyi uluslararası kapitalizm yemiştir. Attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değmez.
Bu işlere karışanların resmî hiyerarşi içinde ve devletlerin merkezî yapılarında yer alması gerekmiyor ki. Ulus devletlerin daha ‘derin’lerden birileri de olabileceği gibi devletler üstü düzeyde, ama uluslararası sistemin merkez güçlerini temsil eden aktörler de alabilir.
Her iş amaca ulaşmaz. Amaca ulaşıp ulaşmadığından hareketle failleri tespit etmeye çalışmak yanıltıcı olabilir. Bir komployu tezgahlayanlar, olayların gelişimi veya hesapta olmayan bir ayrıntı sebebiyle hiç istifade edemeyebileceği gibi olaya hiç dahli olmayan bazı unsurlar en büyük yararı sağlayabilir. Zaten aslolan büyük olayların ardından “acaba kim yaptı” türü hafiyelik oynamak ve dedikodu üretmek değil “bu olayın sonuçlarını nasıl kendi lehime çevirebilirim” diye düşünmektir. Bakın saldırılardan sonra İsrail, ABD, İngiltere, AB, hatta Rusya ve Çin Türkiye’yi kendi politika çizgilerine yaklaştıracak girişimlerde bulundular.
Öncelikle şu tespiti yapmalıyız diye düşünüyorum; Sadece İsrail ve İngiltere değil, Türkiye de bu saldırıların hedefidir. Belki noktasal olarak değil, ama alan olarak hedef alınmıştır. Bu durumda “neden Türkiye?” sorusu anlamlı. Sinagogların, bir İngiliz bankasıyla İngiltere Başkonsolosluğu’nun hedef alınmasını düz mantıkla kolayca açıklayabiliriz. Ama ABD ittifakı içinde fiilen yer almamış, kısa bir süre önce Irak’a asker göndermeyeceğini açıklamış, Afganistan’daki görevini devretmiş, İsrail’le ilişkileri bariz biçimde gerilemiş bir Türkiye neden tam da şu anda hedef seçildi?
Halkı Müslüman olmakla beraber Batı ittifakı içinde yer alması, demokratik ve laik bir rejimi sürdürmesi, bu bakımdan da sık sık ‘model ülke’ diye anılması yetmez mi? Türkiye’nin bu model konumuyla İslamî yönetim kurmak istedikleri için bu eylemleri gerçekleştirdiği iddia edilen sözde gruplar açısından hedef haline geldiği propagandası yapılıyor. Bence ‘Medeniyetler Çatışması’ argümanını kullanarak dünyaya yeni bir düzen vermek isteyenlerin veya Batı ile Doğu’nun kendi denetimleri dışında eklemlenmesinden endişe edenlerin şimşeklerini üzerine çekmesi daha önemli. Bu bakımdan Türkiye uluslararası sistemin kilit halkası konumunda.
Peki Türkiye’nin seçilmesi mesela, AB ile İslam dünyasının bir araya gelmesini istemeyen ABD ve İsrail’in komplosu ise neden kendi varlıklarını vursunlar? Mantıklı değil.
Uluslararası sistem içinde Türkiye’nin kilit konumda olduğu yorumu doğru ama eksik. Türkiye’nin politikalarında son birkaç yılda önemli değişiklikler oldu. Şu andaki çizgisiyle uluslararası eğilimlere iki noktada çok aykırı duruyor. Bunlardan birincisi; 11 Eylül sonrasında dünyanın en özgürlükçü, demokratik ülkelerinde bile güvenlik eksenli politikalar ağırlık kazandığı ve temel haklarda gerileme gözlendiği halde Türkiye’de bu genel gidişin tam tersine güvenlik saplantısından kurtulmaya, özgürlüklerin alanını genişletmeye ve demokrasiyi güçlendirmeye yönelik adımlar atılması.
Evet gerçekten de ABD özgürlükleri kısıtlarken Türkiye genişletiyor; çok ilginç.
Sadece ABD değil, bu genel bir eğilim. İkincisi; yıllardır dış politikaya egemen kılınmış, “kan ve ihanet çemberiyle sarılmış Türkiye” algısının terk edilmesi ve “komşularıyla sorunsuz Türkiye” yönünde adım atılması.
Peki bu olaylar hükümetin bu yoldan çıkması sonucunu doğuramaz mı?
Sanmam, Dışişleri Bakanı’nın yaptığı terörizmle mücadele ederken AB ve demokratikleşme yolunda ilerlemeye de devam edileceği, terör saldırılarından sonra özgürlükleri kısıtlayan ülkelerin yanlışına düşülmeyeceği, tersine terörizme karşı demokrasinin ve özgürlüğün geliştirileceği açıklaması çok önemli. Yeter ki terörizmle mücadelede zaaf gösterilmesin, taraf tutulmasın.
Nasıl yani?
Terörizmi savundukları görüşe, ideolojiye, siyasal duruşlarına, etnik ya da dinî kökenlerine göre tasnif ederek kendinize yakın bulduğunuz gruplara karşı farklı tutum takınmayı kastediyorum. Türkiye bundan çok çekti.
Söylediklerin doğru da, konunun farklı boyutları da var. Mesela son olayların ardından hükümete yönelik, en az saldırılar kadar yıkıcı bir başka terör başladı; “terörün adını koyun, İslamî terör deyin” terörü. Aklı başında kimse masum insanların ne gerekçeyle olursa olsun öldürülmelerini haklı görmez ama bu olayı kullanıp, “Medeniyetler Çatışması” tezine malzeme toplamaya, Haçlı Seferleri’ne asker devşirmeye çalışan art niyetlilere karşı da dikkatli olmak şart. 11 Eylül’den sonra İsrail Filistinlilere, Rusya da Çeçenlere karşı aynı taktiği uygulamadı mı?
Oralarda durum farklı. Kendi topraklarında yaşayan insanlara karşı, uluslararası hukuku da ihlal ederek sürdürülen saldırılar söz konusu. Köşeye sıkışmış, elinden bütün meşru hakları ve hatta kendini insan gibi savunma hakkı bile alınmış halkların vatanlarını ve özgürlüklerini korumak için sürdürdüğü mücadele meşru nefsi müdafaa kapsamına girer belki, ama burada böyle birşey yok.
Yapılabilecek en büyük hata İslam ile terör kelimelerinin bir tamlama oluşturacak şekilde kullanılmasına kulakları alıştırmak olur.
Niye dindar insanlar teröre bulaşamaz mı? Son dönemde şahit olduklarımızı bırakın ama Japonya’daki “Yüce Gerçek” tarikatının metroya kimyasal silahla saldırması, 1978’de “Halkın Tapınağı” tarikatına bağlı 973 kişinin bebekleri ve çocukları da dahil bütün yakınlarını öldürerek intihar etmesi hep dinî coşku ile gerçekleştirilen eylemler değil miydi?
Doğru. Tarihte de benzer eylemleri bulabilirsin. Hz. Ali’yi mescidin kapısında vuran ibn Mülcem’in alnının da fazla secde etmekten nasırlanmış olduğu rivayet edilir. Ama burada yapılmaya çalışılan farklı. Aslında sorunun, terörün doğru tanımlanamamasından kaynaklandığı doğru. Ama konunun, sanıldığı gibi teröre sıfat bulmakla ilgisi yok. Uluslararası terör olgusunu bağımsız bir varlık gibi düşünmek hatalı. Siyasal yapıların bu kadar merkezîleştiği, sistemin kontrolü dışında bir coğrafya kalmadığı, teknolojinin sağladığı istihbarat imkanlarının Orwell’in ‘Big Brother’ını bile hayrete düşürecek bir seviyeye geldiği günümüzde uluslararası terörün uluslararası sistemin aktörlerinden bağımsız olamayacağı bence açık.
Terörü bazı devletlerin istihbarat servisleri yaptırıyor iddiası, somut bir gerçekliği yok saymak değil mi? Türkiye’den bildiğimiz DHKPC, PKK, Hizbullah gibi örgütler bir yana Baider Meinhoff, RAF, Kızıl Tugaylar, ETA, IRA, el-Kaide, bunların hepsi hayal mi?
Son aşamada tetiği veya pimi çeken terörist örgütler vardır tabii. Bu örgütler bağımsız bir varlık sahibi de olabilirler. Yani kendi ideolojileri ve gündemleri, kadroları vardır. Hatta bazen bahsettiğim tarzdan bir ilişkinin, birilerinin çıkarları için kullanıldıklarının, birileri tarafından kendilerine destek sağlandığının farkında bile olmayabilirler. Ama uluslararası sistemin bazı unsurlarının bunlara sızdığı, yönlendirdiği, kendi amaçlarına uygun bulduğu eylemlere lojistik destek sağladığı, zaman zaman kendi denetimlerindeki bölgelerde terörist faaliyetlere göz yumulduğu, eylemlerin hedefi olacak ülkelerin istihbarat birimlerine karşı bu örgütleri koruyacak ve bilgi akışını önleyecek gizleme/istihbarat geciktirme gibi daha pasif yöntemler uygulandığı bir gerçek. Gayri nizamî harp taktikleri bunları da içeriyor. Eylemler kamuoyunu belli bir şekilde düşünmeye ve davranmaya yöneltmeyi amaçlar. Bu bakımdan gerçekleştiriliş biçimi, ipuçlarının ve delillerin sıralanışı hep o kurgu çerçevesindedir. Tekrar ediyorum; birileri kendi inançları gereği bir savaş sürdürüyor olabilir; ama savaşın tarafları her zaman savaşanlarla sınırlı değildir.
Uluslararası sistemdeki genel gidişata aykırı iki eğilimden bahsedilmişti. Birincisi güvenlik eksenli politikalar hakimken özgürleşmeyi tercih etmek. Peki ikincisi ne?
Evet ben kaldığım yerden devam edeyim müsaadenizle. İkincisi; yıllardır dış politikaya egemen kılınmış, “kan ve ihanet çemberiyle sarılmış Türkiye” algısının terk edilmesi ve “komşularıyla sorunsuz Türkiye” yönünde adım atılması.
Uluslararası sisteme neden aykırı olsun ki? Bu her aklı başında yönetimin yapması gereken birşey değil mi zaten? Geçmişteki durum anormaldi.
Evet ama Irak’ta savaş varken ve bu savaş ekseninde bütün dünya kamplaşmışken, Suriye ve İran sürekli hedef gösterilirken, Kıbrıs sorunu ısıtılıp ısıtılıp önümüze konurken, Gürcistan iç savaşın eşiğindeyken, kısacası çevremizde sorunlu bölgelerin sayısı artarken Türkiye’nin bütün komşularıyla ilişkilerini, belki de yakın geçmişin en iyi düzeyine getirmiş olması yine uluslararası konjonktürün genel eğilimine ters bir durum.
Biraz daha açar mısınız?
Gayet açık değil mi? Türkiye kendisine çizilen sınıra sığmıyor. Birileri de uyarıyor.
Bu çok iddialı ve benim maksadımı aşan bir yorum oldu. Ben sadece bu kadar olumlu bir gidişatta, bu saldırıların ne siyasî istikrarı bozmaya, ne de dış politika çizgisini etkilemeye yeteceğinden bahsediyorum.
Müsaadenizle ben de bu noktada birşey eklemek istiyorum. Benzer bir gelişme 1990 sonrasında da yaşanmadı mı? O dönemde Soğuk Savaş yeni bitmişti ve dünyada yeni bir düzen kuruluyordu. Hatırlanacağı üzere cumhurbaşkanının ağzından, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” söylemiyle Türkiye bir atağa kalkmıştı.
Türkiye hakkı olanı talep etmişti demek istiyorsunuz.
Nasıl yani? Ne hakkı? Türkiye emperyalist bir ülke mi? Yayılmacı amaçları mı var?
Emperyalist değil, ama emperyal bir ülke tabii.
Aslında bu yorum çok da haksız sayılmaz. Biz I. Dünya Savaşı’nda yanlış bir tercihte bulunduk ve savaşa kaybedenlerin safında katıldık. Sonuçta 4 milyon km2 toprak kaybettik ve Anadolu’ya geriledik. II. Dünya Savaşı’na bu psikoloji içinde yakalandık ve kendimizi olayların dışında tuttuk, iki taraf arasında denge politikası izledik.
Niye, mihver devletlerine savaş ilan etmedik mi?
Savaş bittikten sonra, sırf formalite icabı.
Sonuçta ne kazandık, ne kaybettik. Her iki savaş sonrasında yaşananları da adil görmek mümkün. Ama III. Dünya Savaşı’na kazananların safında hem de faal bir şekilde katıldık.
III. Dünya Savaşı mı? Hiçbir şey anlamadım.
Soğuk Savaşı kastediyor.
Evet, bizim Soğuk Savaş dediğimiz aslında farklı yöntemlerle sürdürülen III. Dünya Savaşı’ydı. Türkiye bu savaşın en önemli cephelerinden biri oldu. Ağır bir bedel ödedi ve savaşın kazanılmasında belirleyici rol oynadı. Bu anlamda Federal Almanya ile karşılaştırılabilecek bir konumu vardı. Almanya, her iki dünya savaşındaki kötü siciline rağmen kaybettiği parçasına kavuşarak ve AB içinde merkezî konum kazanarak ganimetten payını aldı. Türkiye’de hakkını talep etti. Üstelik, yeni dünya düzeni, kapımızın önünde süren bir savaşla ilan edildi ve orada da Türkiye üzerine düşeni yerine getirdi.
Peki sonuç?
Sonucu ben söyleyeyim müsaade ederseniz. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” iddiamızın hem Adriyatik ayağı olan Bosna’da hem de Orta Asya’da darbe yedik. Hatırlayın, Türk siyasetçiler Orta Asya devletlerine kabul edilmez duruma gelmişti. Ayrıca bu on yıl içerisinde yaşadığımız iç ve dış siyasal krizler ile ekonomik krizler Türkiye’nin belini büktü. Biz “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” dedik, mevcut sınırlarımız bile tartışılır hale getirildi. 1991’de kişi başına millî gelirimiz yaklaşık 2.500 dolardı, 2002’de de 2.500 dolar.
Yani kısacası 1991’de bir laf ettik, on senemizi harcadılar, lafı ağzımıza tıktılar.
Peki bu son saldırıları Türkiye’nin benzer bir iddiada bulunmasına bağlamak doğru mu? Türkiye bir iddiada mı bulundu?
Ben de bu görüşe katılmıyorum. Bu izahı kabul edecek olursak eylemlerin Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya yönelik olduğunu varsaymak lazım. Böyle bir amaç için seçilen yöntem de, hedefler de uygun değil. Bu gibi durumlarda toplumda kenetlenme artar. İçeriye mesaj vermek ve farklılıkları derinleştirmek isteyenlerin, kamplaşmayı ve iç çatışmaları körükleyecek sembolik bir hedef seçmesi daha mantıklı olurdu. Bunun örneklerini geçmişteki faili meçhul siyasî cinayetlerde gördük. Ayrıca bu eylemlerin Türkiye’nin dış politika çizgisinde radikal bir değişime yol açmaya yetmeyeceği görüşüne ben de katılıyorum.
Bence daha önceki “kim yarar sağladı” tartışmamızda da ifade edildiği gibi sonuçlarından kalkarak yorumda bulunmak yanıltıcı olabilir. Bu saldırıları planlayanlar, gerçekleştirenler, yönlendirenler veya bunlara destek olanlar gerçekten bir hesapla hareket etmiş olabilir. Ama her zaman evdeki hesap çarşıya uymaz. Onların bir hesabı var diye, başka hesap sahiplerinin olduğunu unutmamak gerekir. El elden üstün olduğu gibi, hesap da hesaptan üstündür. Bütün komplolar hedefine ulaşacak diye bir kural yok. Ayrıca pekala hesap hatası yapmaları ya da mücadelenin kaybedildiği paniği ile mantıksız da olsa bütün kozları oynamaları gibi durumlar söz konusu olabilir.
Doğru söylüyorsunuz. Belki de söylenebilecek en kesin şey, bu gibi saldırıların kimler tarafından yapılırsa yapılsın insanlığın yüce değerlerine sığmadığı ve hayırlı bir sonuca ulaşamayacağıdır. Bu, kazananı olmayan kirli bir savaş ve taraflardan hiçbiri diğerinden daha masum değil.
Bunun üzerine söylenecek söz kalmadı. Hepinizin bayramını tebrik ediyor, bayram gibi bayramlara kavuşmayı diliyorum.

Paylaş Tavsiye Et