Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Türkiye Ekonomi > Senin SİAD’ının rengi ne?
Türkiye Ekonomi
Senin SİAD’ının rengi ne?
Melikşah Utku
KANARYA severler derneklerini ve köy-ilçe kalkındırma cemiyetlerini saymazsak, Türkiye’deki en yaygın sivil toplum örgütlenme başarısını işadamları ve sanayicilere borçluyuz. Kendisini ulusal düzeyde yapılandıran beş-altısı dışında, ülkenin hemen hemen her il ve ilçesinde kurulmuş bir SİAD ile karşılaşmak mümkün. Sonuç itibarıyla üyelerinin çıkarlarını daha ziyade yerel platformlarda korumak ve dillendirmek için kurulmuş olan SİAD’ların bu bolluğunu anlamak mümkün belki, ama ulusal çapta örgütlenenlerin birbirinden ne gibi bir farkının olduğu sık sık karşılaştığımız bir soru.
Özellikle, TÜSİAD ile MÜSİAD arasında, sermayenin “rengi” dışında ne gibi bir farkın olduğu, sadece yerel basının değil, yabancıların da ilgisini çekiyor. Oysa kamuoyuna yansıyan şekliyle bu iki derneğin söylemleri arasındaki bariz farklılık hemen dikkati çekiyor. Mevcut iktidar hangi siyasi yönelişten olursa olsun, TÜSİAD’ın genel tutumu istikrar politikalarını destekleyen yönde olurken, MÜSİAD çoğu zaman bu tip politikaları yetersiz bulmakta, ekonomi politikalarının daha yapısal problemlere eğilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
İşin aslı, MÜSİAD’ın “Mü” önekinin neyi ifade ettiğinden çok daha derinlere gidiyor. Mesele, tüm SİAD’ı oluşturan iki kitlenin, yani sanayici ve tüccar kesimin farklılığından ve zaman zaman da çatışmasından kaynaklanıyor. Bu farklılığın tarihi oldukça eskilere, kapitalizmin başlarına dek uzanıyor.
Ortaçağ’ın sonlarına doğru Avrupa’da palazlanmaya başlayan burjuva sınıfının sermayesi, ağırlıklı olarak tacir sermayesinden oluşmaktaydı. Henüz üretici sınıfların üretimlerini pazarlama imkanının olmadığı, pazarların uzak, ticaretin riskli olduğu o dönemlerde, talebi toplayanlar, bu talep doğrultusunda hammadde ve sermayeyi bir araya getirip üreticiyi fason olarak kullananlar, daha ziyade tacirlerdi. Merkezileşmiş sanayi üretimi için gerekli sermayeyi büyük ölçüde sağlayan tacirler, zamanla tacir sermayesinin sanayi sermayesine dönüşümünü de sağladı.
Tacir sermayesi risk kavramından yola çıkarak bir artı değer üretimine giderken, sanayi sermayesi istikrarı arar olmuştu. Değişim ve istikrara karşı sanayici ve tüccarın bu farklı yaklaşımı, bazı dönemlerde ciddi çıkar çatışmalarına sebep oldu. Değişimi kucaklayan risk sermayesi ile statükoyu mümkün olduğunca hakim kılmak isteyen sanayi sermayesi, gelişmiş ülkelerin iktisat tarihlerinde sık sık karşı karşıya geldi.
Türkiye’de sanayi sermayesinin gelişiminin, Batı’dan çok daha farklı olarak seyrettiğini kabul etmek gerekiyor. 20’nci yüzyılın sonradan sınaî kalkınmaya geçmiş olan tüm ekonomileri gibi, Türkiye’de de devlet destekli bir sanayici elit oluşturma politikası güdüldü. 1930’lardan itibaren himaye edilen şirket sayısında her ne kadar ciddi bir düşüş yaşandıysa da, ayrıcalıklardan faydalanan şirketlerin ölçeği giderek büyüdü. İş dünyası ile devlet arasında bir geçiş görevi yapan İş Bankası çevresi de, bu devletçilik döneminde azalan kaynakları, daralan iş dünyasına yöneltmekle meşguldü. Bu meyanda iş dünyasının, söz konusu dönem içindeki en ciddi başarısı, İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar’ı, istifa eden veya ettirilen Mustafa Şeref’in yerine İktisat Vekili olarak getirtmesiydi. İş dünyası ile devlet arasındaki bu gergin ilişki, Cumhuriyet tarihine damgasını vuracaktı.
İş dünyası ile devlet arasındaki gergin ilişkiler ve iktidardaki anlayışın sürekli bir değişim içinde olması yüzünden istikrarlı bir karar ve yatırım ortamı sağlanamadı. Bu sebeple daralan görüş açısı, devletin himaye ettiği ve teşvikte bulunduğu burjuva sınıfının yatırımlarını sanayi yerine kısa vadeli spekülatif rant sağlayacak alanlara yönlendirmesine ve birer sanayi kuruluşundan ziyade mali holdingler olarak faaliyet göstermesine sebep oldu. Türkiye’de “sistem kaynaklı” yaşanan istikrarsızlık ortamı, rejim ile gergin de olsa işbirliğini sürdürebilmiş olan elit iş çevresinin yapısında ciddi bir dönüşüme de sebep oldu.
1980 öncesinde devlet desteğiyle büyümüş olan İstanbul merkezli sanayi sermayesi, dışa kapalı bir iç piyasada tekel durumuna ulaşmış ve cılız tüccar sermayesini de kontrol edebilir hale gelmişti. Giderek verimsizleşen, ama aynı zamanda devletle içselleşerek kemikleşen bu elit, 1980 sonrasında ortaya ciddi bir siyasî taraf olarak çıktı. Zira o güne kadar hayli “istikrarlı” bir şekilde seyreden şartlar, 1980’li yıllarda oldukça değişmiş; iç ve dış rekabet ve yeni yükselen sektörler, statikliğe alışmış olan Türk sanayi sermayesini hayli zorlamaya başlamıştı.
1980’den sonra ülkeye giren ihracat gelirleriyle canlanan orta ve küçük çaplı sermaye, teşviksiz ve himayesiz olduğu halde, Anadolu insanının girişkenliği ile hızla gelişip serpildi. Bu yeni sanayici ve işadamının yüzü, topluma tanıdık geliyor; onu, elit işadamları zümresini yadırgadığı gibi yadırgamıyordu. İşte bu Anadolu sermayesi, minnet borcuyla hareket etmediğinden, devletin ekonomiye müdahale hakkı karşısında, elit işadamlarının sustuğu bir anda isyan ediyor, devletin ve elit işadamlarının tepkisini topluyordu. Nitekim 28 Şubat’la birlikte barizleşen devlet söylemi, söz konusu sermayeye yönelik olarak “haddini bil, yoksa yaftalanır ve bütün rejim güçlerini üzerinde bulursun” tarzındaki mesajlarla doludur. Anadolu’daki yeni sermaye, değişimi ve riski sevmesi, malını ve hizmetini fason olarak üretmesi bakımından tacir tipliydi. 80’li yıllarda elinde numune dolu bavullarla hiç yabancı dil bilmediği halde yurtdışına iş bağlantısı kurmak için giden yüzlerce müteşebbisin öncülüğünde gerçekleşen bu yeni sermayenin, kısa süre içinde yerleşik sanayi sermayesine kafa tutmaya başlayacağı oldukça netti. 90’larda kurulan MÜSİAD’ın üye tabanını işte bu sermaye oluşturuyordu.
MÜSİAD, üyelerinin de taşıdığı bu değişimci ve alternatif arayışını seven maceraperest ruhu, kamuoyuna yönelttiği mesajlara büyük ölçüde yansıtabilmiş bir kuruluş olmuştur. Bu alternatif sermayenin, İstanbul’da düzenlediği uluslararası fuarı, gazeteler “Medine Pazarı” olarak lanse etmişlerdi manşetlerine. Ama üçüncü fuarla birlikte, MÜSİAD’ın varlık sebebinde temel bir tenakuzun olduğunun ilk sinyalleri de gelmeye başladı. Her şeyden önce MÜSİAD fuarında, tabiri caizse “Frenk Havası” esmeye başlamıştı. Bundan önceki dönemlerde belli bir “hassasiyet” gözetilerek oluşturulan pazarlama, işletme ve üretim tarzları alternatif bir arayışı ifade ederken, gözlemlenen bu değişim bir anlamda teslimiyetin de ifadesi gibi algılandı kimilerince.
Dahası araya giren Şubat süreci pek çok müteşebbisi korkuttu; elden ele dolaşan “kara listelere” girmekten çekindiğini iddia eden bir kesim 28 Şubat’ı mazeret göstererek yolunu ayırdı. İşin aslı, MÜSİAD’ın bünyesinde barındırdığı o heyecanlı, tacir tipli müteşebbis, zamanla gelişmiş ve serpilmiş, belli bir sermaye birikimi sağlamış, sermayesini sanayiye yönlendirmiş, belli bir pazar payını elinde tutar olmuş, daimi müşteriler edinmiş ve en önemlisi kimi sermaye çevreleri ve devletle ilişkiler kurmuştu. Tabiatıyla artık risk almak yerine istikrarı tercih ediyordu.
Bu kopma süreci ancak ve ancak MÜSİAD üyelerinin bugünün hakim küresel kapitalizmine karşı ciddi bir ahlakî alternatif yapılanma koyabildikleri ölçüde yavaşlayacaktır. Bu tür bir yapılanma ise ekonominin işleyiş tarzından tutun, şirket içinde işçi-işveren ilişkilerine ve hatta aile hayatına ve kadının toplum ve iş hayatındaki yerine kadar tutarlı ve işleyebilir tanım ve çözümler getirebilmelidir. Tek başına MÜSİAD’ın böyle bir yükün altına girmesi beklenemez şüphesiz. Ancak bu yönde samimi bir teşebbüs, kim bilir belki ilgili ve duyarlı tüm kesimleri harekete geçirecektir.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Ekonomi
DİĞER YAZILAR