Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Toplum > “Orda bir köy var uzakta...”
Toplum
“Orda bir köy var uzakta...”
Nazife Şişman
MUALLİM Cemal, eğitmen kurslarını bitirerek öğretmen olan Cumhuriyet kuşağındandır. Devlet memuriyetinin, özellikle Cumhuriyetin bekçisi kabul edilen öğretmenliğin prim yaptığı bir dönemde köy öğretmenliği yapar. Köyde yaşayan biri için oldukça yüklü bir maaşı vardır. Bir maaşıyla 15-20 altın aldığı rivayet edilir. Kazandığı para ile hayvancılık yapar, ticaretle uğraşır. İlk yaptığı işlerden biri de köydeki evini yenilemektir. İki katlı, cumbalı, temeli taştan, duvarları kırmızı tuğla ve çantı denilen çapraz ahşap montelerden oluşan, içi dönemin en kaliteli ahşap işçiliğini yansıtan bezemelerle donatılmış olan bu ev, aynı zamanda köyün genel atmosferini bozmayacak bir mütevazılığa da sahiptir. Yıllarca bakımsız kalmış olmasına rağmen bugün hâlâ ayakta olan ev, fonksiyonel açıdan içinde yaşanılır olduğu gibi, estetik açıdan da köyün bütünlüğü içindeki yerini muhafaza etmektedir.
•••
Muallimden otuz kırk yıl kadar önce, Esat Ağa namıyla tanınan, müstantıklık yapan (bugünkü sorgu hakimine benzer görevleri olan ve vergi toplama yetkisini haiz bir memuriyet) bir köy ağası da yeni bir ev yapar köyde. İki katlı, on odalı bir konaktır bu. 1944 depreminde (Gerede) yıkılıncaya kadar kalabalık bir aileyi barındırır bu meşhur konak. Anlatıldığına ve daha sonraki inşaatlarda kullanılan bir iki parça kalıntıdan anlaşıldığına göre, dönemin ahşap işçiliğinin incelikli bir şekilde kullanıldığı, Safranbolu, Göynük gibi yörelerdeki evlerin karakteristik özelliklerini taşıyan bir evdir. Elbette köydeki diğer evlerle karşılaştırıldığında hem estetik açıdan fark edilecek özelliklere sahiptir, hem de büyük oluşun ihtişamına. Büyüklük ve kullanılan malzemenin kalitesindeki farklılığa rağmen, yine de diğer köy evleriyle paylaştığı özellikler çoğunluktadır. Hanay denilen geniş girişi, sütlük, kuruluk, aş odası, ambar vs. gibi bölmeleri, fonksiyonel açıdan da ortak kılar diğer köy evleri ile bu konağı.
•••
Bu yıl yaz tatilinde köye gittiğimde (Gerede, Güney Köy), köye yeni ev yapan ya da köydeki evini yenileyen çağdaşlarımla yüzleştim. Karşılaştığım manzara, gecekondulaşmanın şehrin varoşlarıyla sınırlı kalmadığını gözler önüne seriyordu. Evlerin yamaçlara inşa edildiği ve hayvan damları, bostanlar nedeniyle birbiriyle pek iç içe olmadığı bir yerleşim şekli mevcut bizim köyde. Dağlık arazi olduğundan köy meydanı gibi geniş bir alan da yok. Yalnız caminin bulunduğu yer, köyün merkezinde yer alıyor ve çevresi nispeten düzlük bir alan.
Daha önceleri küçük bir mescid ve köy odası bulunan yere, 1900’lü yılların başında tek katlı ahşap bir cami inşa edilmiş. Cami 1944 depremi sonrası tamir görmüş, minaresi ise birkaç yıl önce yeniden yapılmış. Camiye bitişik küçük bir bölme olan köy odasının yola bakan duvarında, büyük büyük dedemin hayratı olan bir çeşme var. Kitabesinde “Hamd ile fethola bâb-ı Rabbânî” diye başlayan bir dörtlük yer alıyor (1285/1869). Benim çocukluğumda, yani yetmişli yıllarda köyün yaşlıları namazdan epeyce önce gelir ve havanın güzel olduğu zamanlarda caminin önündeki ağaçlar altında, tahta sıralara oturarak sohbet ederlerdi. Cenaze için toplanıldığında, bu ağaçların acılı insanları adeta sarmalayan, hışırtılarıyla teselli eden koruyucu bir perde işlevi gördüğünü düşünürdüm hep. Cami bu bahçenin ardında, mütevazı ahşap bir yapıydı.
Bu yaz adeta çırılçıplak karşımda gördüğümde, caminin sanki mahcup olduğu hissi düştü içime. Ağaçlar kesilmiş, bahçeye beton dökülmüştü ve betondan, alçak bir avlu duvarı çevreliyordu camiyi. Çeşme, gelişi güzel betonla sıvanmış, taştan oluklar betonla yenilenmişti. Kitabe ise kenarlarına harç bulaşmışsa da şans eseri tamamen kapatılmamıştı.
Caminin yanına bir imam evi inşa edilmiş. Gasilhane olarak ayrılan alt katının kapıları, üç metre genişliğinde gri boyalı demirden. Biraz ileride ise birkaç kabası tamamlanmış inşaat. Biri tamamlanmış, dört katlı, Ümraniye’den veya Sultanbeyli’den alınıp kondurulmuş gibi tanıdık gelen sarı boyalı devasa bir apartman. Giriş katı, ön cephesi yüksek demir kapılarla kapalı bir garaj olarak inşa edilmiş. Arkasındaki üç dört eski köy evini tamamen kapatmış. Tabii ki çevresinde hiç ağaç yok ve yokuşa inşa edildiğinden köyün her tarafından görülebilecek bir konumda, İstanbul’un kenar semtlerinden gelmiş bir kabadayı gibi meydan okuyor adeta. Yani doku bakımından eski köy evlerine uymamakla kalmıyor, bir yerlerden sökülüp getirilmiş de oraya dikilmiş gibi bir intiba bırakıyor insan üzerinde.
Çevresindeki birkaç yarım inşaat da onunla aynı minvalde ilerliyor. Bir iki aylık bir yaz tatili geçirmek için, üç oda bir salon mantığındaki dairelerden oluşan devasa apartmanlar kaplamış köyü. Bu görüntüyü iyice arabeskleştiren bir başka unsur daha var. Köye geri dönmek isteyen, ama evini yenileyecek ekonomik güçten yoksun olan veya akrabalarıyla yer paylaşımı konusunda tartışmalı olanlar ise daha ucuz bir yöntem bulmuşlar müstakil ev sahibi olmak için. Devlet, Bolu’da son yaşanan deprem esnasında deprem konutu olarak tahsis edilen prefabrik evleri, nispeten uygun bir fiyata satışa sunmuş. Necip halkım bu fırsatı kaçırır mı? Gecekondu değil, depremkondu inşa etmeye başlamış köye.
•••
Bir dönem bizim köyde yaygın olarak kullanılan “Ömer Ağa’nın köçü (bahçe) kapısının eşiği bile taştan, ama dünya ona da kalmadı” şeklindeki özdeyişin de gösterdiği gibi, köyde de olsa ekonomik statünün, konut mimarisine yansımasından daha doğal bir şey olamaz. Fakat bu yansıyışta, estetik ve çevre uyumudur medeniyetin, gün görmüşlüğün göstergesi. Estetik kaygı, gelir düzeyi, belki belli oranda bir statü farklılaşması, konut mimarisine yansımıştır hep. Fakat günümüzdeki yansıyış, doğrudan doğruya tüketim kültürünün gösterişe yapılan vurgusu ile şekilleniyor. Köye büyük bir apartman yapmak, hemşehriler arasında bir prestije dönüşüyor.
Fakat sadece kısıtlı imkanlarla yapılan gecekonduvari yapılar ve apartmanlar için değil, villa tarzı yapılar için de aynı eleştiriler geçerli. Zira “yazlıkçılık kültürü” ulaştığı yeri tahrip eden bir kültür. Gidilen yeri yaşamaktansa, şehirdeki yaşamının aynısını tekrarlamak üzere, hatta ondan da öte bir konfor talebiyle yola çıkan yazlıkçı, çok kısa bir süre yaşayacağı bir yerde kalıcı ve tahrip edici yapılar inşa etmektedir. Bunu besleyen tüketim kültürü ve gösteriş olunca, içine bir kere bile girilmeyecek küvetin yerleştirildiği büyük banyo şeklindeki abes bir durumla da karşılaşılabiliyor; “Şişli’de bir apartman”mışçasına park sorununun çözümü için giriş katını otoparka dönüştürme uygulamasıyla da... Zira gösteriş, ne çevre tahribi tehlikesine kulak asıyor, ne estetik ihlaline.

Paylaş Tavsiye Et