Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2005) > Okuyorum > Namık Kemal’le Renan’a karşı-I
Okuyorum
Namık Kemal’le Renan’a karşı-I
İbrahim Kalın
Bu sayıda sizlerle “Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun asrı” 19’uncu yüzyılın düşünce dünyası hakkında bize önemli ipuçları sunan Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi’ni okuyacağız. Dönemin çok tartışılan “gelenek, modernlik, Batı, Osmanlı, İslam, bilim, akıl, hikmet, milliyet ve milliyetçilik” kavramlarının Namık Kemal’in lügatinde ne manaya geldiğini merak edenler için vazgeçilmez bir metin Müdafaaname.
 
KIRK dört yıllık ömrüne, bir asırlık düşünce serüvenini sığdıran Namık Kemal, Renan Müdafaanamesi’ni kaleme aldığında, “imparatorluğun en uzun yüzyılı” ilk yarısını çoktan tamamlamıştı. Bugün bu uzun asra ve öncesinde sökün eden hadiselere “çöküş anlatısı”nı teyit eden bir dönem olarak bakıyoruz. Osmanlı ve İslam dünyasının sadece askerî alanda değil, ben-bilinci ve kimlik konusunda da köklü bir gerileme ve çöküş süreci içinde olduğunu varsayıyoruz. Cumhuriyetçi tarih yazımı açısından Osmanlı’nın son iki asrının karanlıklar dönemi olarak tanımlanması şaşırtıcı değil. Zira tarihe yeni bir milat koyma kaygısıyla hareket eden Cumhuriyet eliti, kendi “aydınlanma”sını tebarüz ettirebilmek için böylesi bir anlatıya muhtaçtı. Cumhuriyetin görece başarısı, bu anlatının güçlenmesinde önemli bir rol oynadı. Bugün bu anlatıyı nasıl aşacağımız sorusu, zihinlerimizi hâlâ meşgul ediyor.
Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi, bu en uzun asrın düşünce dünyası hakkında bize önemli ipuçları sunuyor. Gelenek, modernlik, Batı, Osmanlı, İslam, bilim, akıl, hikmet, milliyet ve milliyetçilik kavramlarının Namık Kemal’in lügatinde ne manaya geldiğini merak edenler için de vazgeçilmez bir metin, Müdafaaname. Yenik bir medeniyetin asil bir savaşçısı olan Namık Kemal, Müdafaaname’de sadece Renan’ın ırkçı ve pozitivist saldırılarına cevap vermekle kalmaz; aynı zamanda yeni bir modernite tanımı yapmaya çalışır. Tıpkı Afganî ve dönemin diğer İslamcı düşünürleri gibi, o da Avrupa’nın Aydınlanmacı ve seküler modernleşme modeline karşı çıkar. Bunu, sadece Osmanlı ve İslam milletleri için değil, insanlık için bir sapma olarak görür. Bu yüzden Renancı pozitivizmi ve seküler bilim anlayışını taaccüp ile karşılayıp bütünüyle reddeder. Şerif Mardin’in zannettiğinin tersine Namık Kemal, Renan’ın argümanlarını anlamadığı için değil; bilakis Renan’ın bu argümanlarla nereye varmak istediğini gördüğü için bu argümanları köklü bir şekilde reddeder.
Müdafaaname’nin Namık Kemal’in eserleri arasında hususi bir yerinin olduğunu söylemek mümkün. Renan, 1883 yılında Sorbonne’da ünlü “İslam ve Bilim” konuşmasını yaptıktan sonra başta Cemaleddin Afganî olmak üzere dönemin pek çok aydını kaleme sarılır. Öyle ki Namık Kemal Müdafaaname’yi adeta bir “ibadet hükmünde” kaleme aldığını söyler. Fuad Köprülü’nün aktardığına göre “Onu, gönlümün istediği gibi tepeliyorum” demekten kendini alamaz. Burada bir Osmanlı aydınının fikir asaletiyle karşı karşıyayız: Orduları her cephede yenik düşmüş ama aklı ve vicdanı hâlâ ayakta bir medeniyetin çocuğu olan Namık Kemal.
Namık Kemal, risalesine Renan’ın kısa bir tarihçe-i hayatını vererek başlar. Renan bir papaz olarak yetiştirilir. Sami dillerini öğrenir ve Hz. İsa üzerine büyük yankılar uyandıran ve bugün hâlâ tartışılan bir kitap yazar. Fakat döneminin fikir akımlarından etkilenerek din karşıtı bir tavır alır. Namık Kemal’in ifadesiyle “her fenalığı dinin tesiratına hamletmek isteyen ve her dini bir meziyette kıyas eden gulat-i münkirînden” biri haline gelir. Bu kısa hayat hikayesi, Namık Kemal’in geliştireceği iki karşı argümanın temelini oluşturur. Birinci argüman, Renan’ın aslında Arapça bilmediği, İslam kültürü konusunda diğer Oryantalistler gibi, eksik bilgilere sahip olduğudur. İkincisi, Renan’ın ilim ve fikir kariyerine hakim olan din-karşıtı söylem, onun İslam kültürü konusunda “bî-tarafane” ve “hakayık-cüyane” (biz buna bugün “objektif” diyoruz) bir çalışma yapmasına imkan vermediğidir. Namık Kemal bu kanaatinde o kadar iddialıdır ki Renan’ın yanısıra Tarih-i Osmanî müellifi ünlü Hammer’i bir başka örnek olarak zikreder ve “Diyanet-i İslamiyye mebhasine atf-ı mekal edince, Şark’a dair bir kitap okumayan ecnebiler kadar ve fakat anlardan daha garip bir vukufsuzluk göster(diğini)” (s. 14) söyler.
Namık Kemal bir adım daha ileri gider ve Bibliotheque Orientale’in yazarı Barhtelemy D’Herbelot’yu (ö. 1695) zikrederek Oryantalistlerin İslam dini ve kültürü konusundaki cehaletinde ısrar eder. Ona göre İslam’ın on üç asırlık varlığına ve binlerce Batılının Arapça öğrenip İslam kültürünü araştırmasına rağmen İslam’ın Batı zihninde hâlâ bu kadar çarpık bir yere sahip olmasına taaccüp etmemek mümkün değildir. Yazarımız burada basit bir mantıkla aslında Batılıların İslam’ı hiç bir zaman bi-hakkın anlayamayacaklarını söyler. Zira Batı’da İslam’ı çalışanlar ya Hıristiyandır ya da Hıristiyanlığa karşıdır. Hıristiyan olan, dinî önyargılarından dolayı İslam’ı anlamaz. Din karşıtı olanlar ise zaten hiçbir dini sevmedikleri için İslam’dan nefret ederler. Netice? Oryantalizm boş bir sevdanın peşindedir!
Bu mukaddimeden sonra Namık Kemal asıl konuya döner. İlk olarak Renan’ın dinî taassup ve fanatiklik iddiasına cevap verir. Renan’ın iddiasına göre bu taassup İslam toplumlarında bir dinî kibrin doğmasına yol açar ve Müslümanlar diğer din mensuplarını hakir görür. Namık Kemal bunlara kısa iki cevap verir. Öncelikle Müslümanlar fizik ve matematik gibi ilimlerden uzak kalamazlar; çünkü Kur’an evrendeki nizam ve ahengi mufassal bir şekilde anlatır ve müminleri bu konularda tefekkür etmeye teşvik eder. Namık Kemal’in buradaki düşünce çizgisi, İbn Rüşd’ün Faslu’l-Makal’inde geliştirdiği mantık silsilesiyle kayda değer bir benzerlik arz eder. Allah’ın ayetlerini anlamak bir müminin görevi olduğuna ve evreni bilimsel olarak anlamak felsefe ve hikmet olmadan mümkün olmadığına göre, bir hakikat arayışı olarak felsefe bir elit lüksü değil, dinî vecibedir.
Bugünkü anlamıyla felsefenin İslam’ın ilk asrında ortaya çıkmadığı el-hak doğrudur. Fakat, diye ekler Namık Kemal, bu ifade “eğer ilimden murat yalnız riyaziyat ve tabiiyyat ise” (s. 29) doğrudur. Üstelik hikmet bahsinde elimizde Nehcü’l-Belağa gibi bir metin var. Namık Kemal’in burada Nehcü’l-Belağa’ya atıfta bulunması son derece önemli; zira bu görüşü kabul edecek olursak İslam’daki “hikmet” geleneğini Hz. Ali’ye kadar geri götürmemiz gerekiyor. Bugüne kadar Doğudan ya da Batıdan -İran dışında- kaç felsefeci ve düşünce tarihçisi Nehcü’l-Belağa’yı bu gözle okumuştur acaba?
İkinci konu, Müslümanların diğer din mensuplarına bakışı meselesi. Namık Kemal’e göre her din kendisinin hak üzere olduğuna inanır ve bunun böyle olması doğaldır. Asıl sorun, bir dinin ‘öteki’ne nasıl baktığıyla ilgilidir. Bu noktada Müslümanlar Yahudi ve Hıristiyanları Batılıların İslam’ı gördüğü gibi göremezler; çünkü “sair dinler kutub-ı semaviyyeye müstenid ise, anlar İslam indinde muhakkar değil mensuhturlar” (s. 24). Öte yandan Namık Kemal’e göre aslında dini reddetmiş olan Renan’ın Müslümanların diğer dinlere bakış açısından gocunması bir başka gariplik: Hem bütün dinleri reddedeceksin, hem de İslam’ı, diğer dinleri hak saymıyor diye eleştireceksin. Fesubhanallah!
Namık Kemal’in cevap verdiği bir diğer konu, İslam’ın bünyesinde yeni bir biçim ve muhteva kazanan milliyet meselesidir. Renan’a göre İslam, milliyet fikrini ortadan kaldırmış, böylece İslam’a giren milletler kendilerine has milli kimliklerini yitirmişlerdir. Bir Osmanlı Müslümanı olan Namık Kemal için bunda şaşılacak bir şey yok. Bilakis İslam’ın ümmet ideali etrafında küresel bir toplum inşa etme gayreti, onun için milliyetçilikten daha ileri bir düzeye işaret ediyor. Fakat Renan’ın görüşünü kabul etsek bile, diyor Namık Kemal, İslam milletlerinin millî hasletlerini bütünüyle yitirdiğini söylemek tarihen mümkün değil. Bu yüzden “İslamiyet’e dahil olan akvamın hemen kaffesi …, hangisine sorulsa, İslam sıfatını, mesela Çerkes veya Efgan unvanına takdim eder ki bu tercih, edyan-ı saire mu’tekidlerince dahi caridir” (s. 26-7).
Namık Kemal burada ve Müdafaaname’nin ilerleyen sayfalarında, İslam, milliyet ve milliyetçilik konusunu biraz daha açar ve Renan’ın Arap karşıtı ırkçı söylemine karşılık bir milliyet olarak Arapları açıkça müdafaa eder. Hatırlanacağı üzere Renan’ın İslam kültür tarihiyle ilgili temel iddiası, İslam tarihindeki bütün kültür ve bilim eserlerinin hassaten Arap ve Müslüman olmayan kişiler tarafından vücuda getirildiği idi. Renan “Arap kafası”nın bilim ve felsefeyi anlamaktan “tıyneti gereği” aciz olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti. Bir Osmanlı aydını olarak Namık Kemal, bu iddialara karşı milliyet meselesini bir kenara bırakır. Daha doğrusu onu tersinden ele alarak “kavm-i necib-i Arab”ı (s. 31), İslam enternasyonalizminin bir uzvu olarak takdim eder ve savunur. Diğer eserlerinde ve hassaten Celaleddin Harzemşah’ta yaptığı gibi, Namık Kemal ittihad-ı İslam (Pan-İslamizm) fikrini, seküler Avrupa milliyetçilik ülküsüne karşı bir alternatif olarak sunar. Bütün anakronizmlere karşı, Namık Kemal savaşını yitirmemiş bir askerdir.
Müellifimizin bilim konusundaki görüşlerini önümüzdeki sayıda okumaya devam edelim.

Paylaş Tavsiye Et