Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2005) > Topluyorum > BOP/GOKAP, İKÖ ve medeniyet derinliği
Topluyorum
BOP/GOKAP, İKÖ ve medeniyet derinliği

 

Arkadaşlar, bu ay yine çok yoğun bir gündemle topluYORUM için toplandık. Haziran Türkiye açısından hem iç hem de dış politikada çok hareketli bir ay oldu. Şöyle bir özetleyelim isterseniz.
Haziran hareketli açıldı zaten. 1 Haziran’da Irak’ta yeni yönetim açıklandı. İki gün sonra Annan, Kıbrıs’la ilgili raporunu Güvenlik Konseyi’ne sundu. İkinci hafta, G-8 Zirvesi ile başladı.
Şu BOP’un yerini alan Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) görüşüldü değil mi? Türkiye de davet edilmişti, geçen ay konuştuk.
Evet. Türkiye de Başbakan düzeyinde katıldı. G-8 ülkeleri adına İtalya, bölge ülkeleri adına Yemen ve demokratik ortak olarak da Türkiye’ye projede eş başkanlık görevi verildi. Bu arada aynı günlerde Türkiye İsrail’deki diplomatlarını Ankara’ya çağırdı. Yine bu ayın önemli olaylarından biri de Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleriydi.
Ne bakımdan önemliydi bu seçimler? Belli periyotla yapılan olağan bir iş değil mi?
Yeni üye olan ülkeler de ilk defa oy kullandılar ve sonuçları çok önemli oldu. Bir kere AB yanlısı partiler görece olarak zayıflarken AB’ye karşı olan veya daha gevşek bir AB isteyen partiler oylarını artırdı. Dahası, katılım oranlarının düşüklüğü Avrupa toplumunda ortak Avrupa bilincinin durumunun pek de parlak olmadığını gösterdi.
Yeni katılan ülkelerde de çok düşükmüş değil mi? Bence asıl hayret edilmesi gereken o. AB’ye daha yeni tam üye olmuşlar, ama sandığa bile gitmiyorlar. Bizde olsa millet sabahın köründe orda olur.
Irak’ta yükselen gerilimi de unutmayın. Haziran’da resmî açıklamalara yansıdığı kadarıyla 310 kişi öldü. Bunların 40’ı Amerikan askeri. 30 Haziran’daki yetki devrine doğru giderken, Irak adeta şiddet sarmalına girdi. En son gelişmelerle gerilim iyice tırmandı. Biz burada NATO Zirvesi’ne kilitlenmiş olduğumuz için yeterince algılayamıyoruz; ama geçtiğimiz gün Bakuba, Felluce, Ramadi, Bağdat ve Musul’da tek merkezden yönlendirildiği anlaşılan son derece organize saldırıların arkasında Zerkavi’nin bulunduğunun iddia edilmesi, ardından da ABD uçaklarının bölgeyi ağır biçimde bombalamasıyla durum çok kritik bir noktaya geldi.
Bu ay Türkiye birçok önemli uluslararası toplantıya da ev sahipliği yaptı. 14 Haziran’da İKÖ Dışişleri Bakanları Toplantısı yapıldı ve Türkiye’nin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu genel sekreterliğe seçildi. 25 Haziran’da Sosyalist Enternasyonal, birkaç gün sonra da NATO ve Ortak Ülkeler Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi İstanbul’da yapıldı.
Aslında toplantılar dizisine 31 Mayıs’ta başlayan Dünya Gazeteler Birliği toplantısıyla başlamak lazım. O da önemli bir uluslararası etkinlikti.
İç gündemi de unutmayın. 7 Haziran’da ilk defa Türkçe’den başka bir dille resmî televizyon yayını yapıldı.
Kürtçe desene şuna.
Kürtçe değildi ki. İlk yayın Boşnakça, ikincisi Arapça idi. Kürtçe yayın ondan sonraki gündü. Pazartesileri Boşnakça, Salı Arapça, Çarşamba Kirmanca, Perşembe Çerkezce, Cuma günleri de Zazaca yayın yapılacak.
Yani “Kürtçe yayın yaptık” dememek için işi sulandırdılar desene şuna! Diğer dillerdeki yayınlar çok da önemli değil.
Ben öyle düşünmüyorum. Bu kutu kapalıyken -ki bu doğruydu demiyorum, yanlış anlaşılmasın- Kürtlerden başka kimse sesini yükseltmiyordu belki ama kutu bir kere açıldıktan sonra başka etnik topluluklar, daha doğrusu onlar adına ‘aydınları’ da talepte bulunacaklardır.
Kürtçe yayının yapıldığı gün, eski DEP’liler de tahliye edildi. Bu da çok önemliydi bence.
Doğru. Bir de belki topluYORUM’da ayrıntılı olarak tartışamayacağımız ama ayın gündemini oluşturma bakımından önem taşıyan bir dizi gelişme var. Mesela; DGM’lerin Türk hukuk sisteminden çıkması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılabilmesi için çalışmalara hız verilmesi, bazı eski bakanların yargılanmak üzere Yüce Divan’a sevk edilmesi, CHP’de parti içi demokrasi tartışmaları ve olağanüstü kurultay kararı, Türk işçilerin Irak’ta rehin alınması, Irak’ta yine ‘çuval’ tartışması…
Ama bu sefer çuvalı biz geçirdik.
Ekonomide de çuvalladık ama. TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi, bir zamanların meşhur bir reklam cıngılındakine döndü; “aç-kapa, aç-kapa.”
Hepsini saydınız ama en önemlisini unuttunuz. EURO 2004, Avrupa Kupası da bu ay başlamadı mı?
Ne yazık ki yerimiz bütün bu konuları tartışmaya yetmez. Mecburen kısıtlama yapacağız. İsterseniz önce dünya gündemini konuşalım, oradan Türkiye’nin iç meselelerine gelelim.
Ben öncelikle İKÖ’yü konuşmak istiyorum. Bence zirvenin sonuçlarını iyi değerlendirmek lazım. Bu zirve çok kritik bir dönemde toplandı. Filistin sorununun son dönemde geldiği nokta umutlarımızı köreltiyor. Irak büyük bir muamma ve birçok açmazın devasa ölçeğe taşıdığı sorunlar içinde çözümsüz. Afrika’nın acıları hâlâ sürüyor. Siyasî, sosyal ve ekonomik yoksunluklar, büyük istikrarsızlıkları getiriyor. Medeniyetler çatışması teziyle beslenen önyargılar, bağnazlık ve ayrımcılık dünyanın her yerinde Müslümanları tehdit ediyor. Soğuk Savaş sonrası dönemin en büyük kurbanı olan, küresel ölçekte en fazla kayba uğrayan Müslümanlar paradoksal biçimde tehdit unsuru olarak gösteriliyor.
Üstelik sorunun kaynağında İslam dünyasının olduğu iddiasıyla arka arkaya projeler üretilip dayatılıyor. BOP, olmadı GOKAP.
Afganistan’da, Irak’ta ve Filistin’de yaşanan trajediyi tartışmıyorum. Ama İslam dünyasının durumunun da ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olmadığını bilmek lazım. Birçok yerde totaliter ve meşruiyet problemi olan yönetimler iş başında. Ekonomik ve sosyal sorunları inkar mı edeceğiz?
O sorunların hepsinin temelinde klasik veya modern sömürgecilik yok mu? Saraybosna’dan bir manzara hatırlıyorum. Rahmetli Aliya’nın başkanlık sarayı Sırp roketleriyle delik deşik edilmiş. Şimdi kalkıp bir Sırp dese ki: “Şu Müslümanların haline bakın; bunların başkanlık sarayı binası bile ne halde. Bunlardan adam olmaz!” haklı mı yani?
İkiniz de haklısınız aslında. Öncelikle bir hususun altını çizelim; hiçbir mazeret başarının yerini tutamaz. İslam dünyası, tarihin en kadim medeniyet zenginliğinin bulunduğu coğrafyada ve binlerce yıllık bu mirası bünyesinde barındırıyor ama bugün dünya medeniyetine, ortak evrensel değerlere ciddi bir katkısı yok. Dünyanın en zengin doğal kaynaklarıyla nüfus bakımından en dinamik insan kaynaklarına sahip, ama dünyanın ilk yirmi ekonomisine giren Türkiye dışında hiçbir ülke yok. Dahası, bazı göstergelere göre iyi durumda görünen ülkelerde bile insanî kalkınmışlık ve gelir dağılımı gibi kriterlere göre durum tam bir felaket. Yine bu coğrafya, siyaset geleneğinin temellerinin atıldığı bir bölge ve İslam medeniyeti, tevarüs eden bu birikimi daha da geliştirerek bir dünya düzeni modeli oluşturduğu halde bugün gerçekten ciddi siyasal krizler yaşıyor ve meşruiyet meselesini kendi içinde halledebilmiş değil. Şimdi bizim bu bölgede yaşayan insanlar olarak, bu bölgenin içinden bir ses olarak şunu sormamız lazım. Neden?
Peki sorumluyu tartışmayacak mıyız? Çözüm GOKAP gibi dayatılan modellerle mi sağlanacak?
Tabii ki hayır. Zaten senin haklı olduğun nokta da burası. Sorunun çözümü sorunun ortaya çıkmasında en önemli rolü oynayan amillerle sağlanamaz. Toplumsal değişim yerel kaynaklardan temel almalı ve halklar tarafından sahiplenilmeli. Dışarıdan dayatılan, Dünya Savaşları sonrasında masa başında sınır çizilmesi gibi dış aktörler tarafından belirlenmiş, çerçevesi oturtulmuş bir şekilde yürütülmemesi lazım. Burada da Türkiye’nin rolü öne çıkıyor.
Neden? Türkiye’nin ne ayrıcalığı var? Veya ne gibi bir rol oynaması lazım?
Tabii ayrıcalıklı bir yeri olacak. Bir kere NATO ittifakının üyesi, AB ile tam üyeliğe yönelik bir sürecin içinde. Üstelik bütün aksaklıklarına rağmen parlamenter bir demokrasiyi yaşatabilen, son dönemde büyük krizler geçirmişse de piyasa ekonomisini işletmeyi başarmış, ekonomik gücü petrol gibi tek bir ürüne değil sanayi ürünleri ağırlıklı geniş bir ürün yelpazesine ve dinamik yapıya sahip bir ülke.
Bu dediklerin de önemli tabii ama meseleyi buraya indirgemek, Türkiye’nin bundan önce sıklıkla düştüğü bir hataya düşmek olur.
Ne hatası o?
Dışarıdan, adeta bir misyoner edasıyla, sahibinin sesi olarak konuşma hatası. Yeni bir dil geliştirmek zorundayız. Bu dilin kapsayıcı olması, öncelikle bütün insanlığı kuşatıcı bir dil olması, sonra da Doğu-Batı, Kuzey-Güney gibi küresel ve bölgesel parçalanmalarda bütünleştirici bir rol oynaması gerekli. Batı’da konuşurken Türk ve Müslüman kimliğinden gocunan bireyler olmaktan uzaklaşmak, Doğu’da konuşurken de Batı ile olan ilişkilerin yükünü taşıyan bir ülke olmaktan süratle çıkıp, her platformda o platformun gerektirdiği dille konuşmak. Ama bu diller arasında da bir çelişki, bir zıtlık, bir farklılık ortaya çıkmasına sebep olmamak. Son dönemde elde ettiğimiz başarılar bunu büyük ölçüde gerçekleştirebildiğimizi gösteriyor.
Ama Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkeler G-8’e katılmazken Türkiye’nin katılması, BOP ve GOKAP gibi Batı menşeli projelerde yer alması problem değil mi? Siz ne derseniz deyin, Türkiye’nin Batı ittifakıyla beraber hareket ettiği kanaati oluşur.
Katılmıyorum. Irak Savaşı sırasındaki politika ve 1 Mart tezkeresi Türkiye’nin nerede durduğunu gösterdi. Tabii ki mensubu bulunduğu ittifakların ve ortaklıkların gereğine uygun ama her şeyden evvel uluslararası hukukun ve savunucusu olduğu ‘değer merkezli’ dış politikanın çerçevesinde bir hareket sergiledi Türkiye. Gerek BOP ilk ortaya atıldığında, gerek G-8 Zirvesi’nde Türkiye’nin tavrı geçmişteki görüntüden çok farklıydı. BOP’un Suriye ve İran gibi bazı ülkeleri dışlamasını eleştirdik. Başlangıçta Türkiye “targeted countries (hedef ülkeler)” listesindeydi. Buna itiraz ettik. Önce Türkiye listeden çıkarıldı, ardından bu söylemden tamamen vazgeçilmesini sağladık. G-8’in ardından Başbakan’ın Chicago’da Academy of Achievement’ın “Ortadoğu” konulu panelindeki sözleri, İsrail’in saldırganlıklarına Türkiye’nin tepkileri… Bütün bunları bir arada değerlendirince konu daha sağlıklı ele alınabilir.
Başbakan ne demişti orada, hatırlatır mısın?
Bir kere G-8’in deklarasyonunda “Değişim dışardan empoze edilmemelidir” ilkesi yer aldı. Her ülkenin farklılıklarının göz önünde bulundurulması gerektiği kabul edildi. Bahsettiğim panelde “ılımlı İslam” tanımlamasına, Bernard Lewis’in İslamî terör ifadesine Başbakan itiraz etti. Terörü doğuran sebeplerin sorgulanması gerektiğini, askerî müdahalelerin sorunu çözmeyeceğini ifade etti ve ABD’nin Afganistan ile Irak’ı işgalini örtük de olsa eleştirdi. Üstelik bu tavırlarımız ve özgün duruşumuz, Türkiye’ye muhatapları nezdinde itibar kazandırdı.
Evet Bush bile “You are a great man! (Büyük adamsın!)” dedi, değil mi?
Şaka bir yana, Türkiye ilk defa uluslararası düzeyde bu kadar itibar görüyor. BM’den sonra üye sayısı bakımından en büyük ikinci küresel örgüt olan İKÖ genel sekreterliğini Türkiye’nin adayı kazandı biliyorsunuz. Bu sadece İKÖ ile kalmayacak; BM ve diğer platformlarda da Türkiye’nin etkinliğinin artacağı görülüyor. 2009-2010 yılında BM Güvenlik Konseyi’ne aday ülkeyiz. Daha önce bir kere dönem paylaşımı şeklinde, yarım dönem üstlenmiştik bu rolü. 2009 uzak bir tarih değil. BM Güvenlik Konseyi üyeliğini de alacağız. NATO Zirvesi Türkiye’de. AB-İKÖ Forumu -ki bu son yıllarda en çok sayıda dışişleri bakanının katıldığı zirve olacak- Ekim ayında İstanbul’da toplanacak. Şimdi şöyle bir baktığınızda, sadece bu toplantıların ritminin bile Türkiye’yi kendi bölgesiyle sınırlı bir ülke olmaktan çıkarıp küresel bir aktör ülke haline getirmesi söz konusu.
Arap kamuoyunda Türkiye’ye yönelik olumlu havanın temelinde bu dil değişikliği ve bu değişikliği sağlayan anlayışın dış politikaya da somut olarak yansıması yatıyor olsa gerek.
Sadece Arap kamuoyunda değil, Avrupa kamuoyunda da destek artıyor.
Buradan Türkiye’nin adayının İKÖ genel sekreterliğini kazanmasına geçelim isterseniz.
İKÖ’de alınan netice sadece ülkelerin oyları ile ilgili değil, aynı zamanda son bir buçuk-iki yıldır Türkiye’nin İslam ülkelerindeki artan itibarıyla da yakından alakalı. Çünkü Türkiye’yi destekleme kararı alan ülkelerin siyasî iradesi, kendi kamuoylarının desteği ile söz konusu olur. Mesela birçok alanda Türk-Arap rekabetinden bahsedilir; ama İKÖ’de en çok destek aldığımız ülkeler Arap grubuydu. Diğer ülkelerden de, Afrika’dan da, Asya’dan da destek aldık. Ama Arap kamuoyunda Türkiye’ye yönelik çok ciddi bir ilginin siyasî otoriteleri de etkilediğini görüyorsunuz.
Birinci Dünya Savaşı’ndan beri Araplar Türkiye’yi hiç bu kadar desteklememişti. İlk defa Arapların çoğunlukta bulunduğu bir uluslararası etkinlikte Türkiye bu kadar teveccühe mahzar oluyor desek yeridir, değil mi?
Türkiye’nin kazanmasından daha önemlisi genel sekreterliğin belirlenme yöntemi bence. İKÖ için bir devrim sayılabilecek tarzda seçimle gerçekleşti. Ve bu da çatışma olmadan, suhuletle sağlandı. Bu yöntem değişikliğinin ortaya çıkardığı bir problem söz konusu olmadı. Bir anlamda İKÖ üyeleri hem İKÖ’nün yeniden yapılanması, hem de uluslararası ilişkiler açısından ciddi bir değişimin işaretlerini verdiler.
Buna karşılık aynı dönemlerde, mesela geçen seneyle bu seneyi karşılaştırırsanız AB ülkelerinde Türkiye’nin üyeliği doğrultusunda destek de arttı.
Yani müzakere tarihi alabilecek miyiz? Yoksa bir B planımız var mı?
Soruyu böyle sormak yanlış. Bu eski dönemdeki, geçmişteki algının sorusu. Bugünkü Türkiye böyle sormaz. AB bizim için bir varoluş sorunu değil. Dinamik ve çok boyutlu dış politika stratejimizin sadece bir bileşeni. AB bizim ‘A Planımız’ değil ki, bir B planı arayalım. AB ile tam üyelik gerçekleşse de gerçekleşmese de Türkiye hem Avrupa’da ve Balkanlar’da, hem Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da, hem Karadeniz ve Kafkaslar’da etkin olmak durumunda. Dahası, geçmişte paranoyaya varan tehdit algımız, stratejik planlamadan uzak, tek boyutlu ve statik dış politika anlayışımız sebebiyle ihmal ettiğimiz Uzak Doğu, Kıta Afrikası ve Latin Amerika gibi bölgelere de açılacağız. Ve inanın stratejik, demografik, ekonomik ve kültürel olarak AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacı, Türkiye’nin AB’ye ihtiyacından daha fazla bugün.
Evet, bu meseleyi daha önce de tartışmıştık. AB küresel bir güç olmak istiyorsa Avrasya açılımını, bölgesel krizlerin çözümünü ve gerçek anlamda çok kültürlülüğü çözmek zorunda. Türkiye ile ilişkiler de bu bakımdan AB için bir test niteliğinde.
Türkiye’ye yönelik olumlu görüşlerin artmasında demokratik açılımların ve reformların etkisi de var mı sizce?
Şüphesiz. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, 8 yıldır Türkiye’ye uyguladığı denetim sürecini nasıl kaldırdı? Türkiye izleme sürecinden nasıl çıkarıldı? Gerçekleştirilen reformlar Avrupalıları hayrete düşürdü. Hele Türkiye’nin yumuşak karnı olarak görülen askerle ilişkilerin de devreye girdiği alanlarda. Kıbrıs’ta çözümün desteklenmesi, MGK’nın makul bir danışma kurumu konumuna gelmesi, DGM’lerin kaldırılması, Kürtçe üzerindeki yasakların sona ermesi ve Leyla Zana ile arkadaşlarının serbest bırakılması Türkiye’de gerçekten bir değişim olduğunun göstergesi.
Aslında Irak’ı tartışmak istiyordum ama söz iç politikaya geldi. İsterseniz eski DEP’lilerin serbest bırakılmasıyla başlayalım. Süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
İyi, güzel de keşke bu iş AB’den gelen baskılar neticesinde olmasaydı. Mahkeme tam anlamıyla siyasal etkiyle ve siyasal bir karar verdi.
Sanki tutuklanmaları siyasal bir kararla olmadı mı? Hatırlayın, dokunulmazlıklarının kaldırılması kararının alındığı oturumdan çıkarken Meclis’in kapısında, kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasını bırakın daha Meclis Başkanlığı tarafından kaleme bile alınmadan ve hukuksuz biçimde göz altına alınmışlardı.
Deminden beri yaptığımız bütün analizlerin ön şartı, ‘olmazsa olmaz’ı Türkiye’nin açık bir toplum olması, özgürlüklerin, temel hakların ve evrensel değerlerin hakim olduğu bir ülke olarak yönetilmesidir. Bunun için insanlar düşüncelerinden ve inançlarından dolayı asla mahkum olmamalıdır. Şiddet içermeyen ve fiile dönmeyen siyasî görüşler yüzünden insanların hapsedilmesi kabul edilemez.
Doğru. Tabii bir de konunun diğer yönü var. 12 Eylül rejiminin ürünü olan ve bütün tadilatlara rağmen hâlâ o anlayışın izlerini taşıyan anayasamızda “Türkiye devletinin dili Türkçedir” hükmü var. Dikkat edin, ‘resmî dili’ değil ‘dili’. 1991’e kadar yürürlükte olan 2932 sayılı yasa “Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’dir” gibi bir garabeti içinde barındırıyor, insanlar çocuklarına istedikleri ismi bile koyamıyordu.
Aslında hâlâ sorun çözülmüş de değil. Yasa çıkarmakla iş bitmiyor, zihniyetin değişmesi gerekiyor. Kürtçe isim serbest bırakılmış ama bir jandarma komutanı daha kısa bir süre önce çocuklarına Kürtçe isim koymak isteyenlerin listesini Savcılık’tan istemiş, gerekçe olarak ‘istismarı önlemek’ istediklerini belirtmiş ve işin en garip yanı Savcılık, Jandarma Komutanlığı’na ‘sen ne hakla böyle bir şey isteyebiliyorsun?’ dememiş; jandarmanın istediği listeyi kuzu kuzu göndermiş.
İyi ama DEP’li milletvekillerinin tahliyesinden sonra yaşanan gelişmelere ne diyelim? Leyla Zana ve arkadaşlarının mitinglerinde Türkiye’yi kana bulayan, on binlerce cana mal olan canilerin resimleri, isimleri vardı. PKK’nın devamı olan örgüt sanki hukukî bir meşruiyete sahipmiş gibi “ateşkes” çağrısı yapıldı. Dahası, “hükümete de KONGRA-GEL’e de eşit mesafede” olduklarını söylediler.
O beyanatlar, DEHAP Genel Başkanı’na ait. Hani barışçı ve yasal yoldan siyasal mücadele sürdürme çabaları defalarca engellenen ve her seferinde farklı isimle kurulan bir hareket var ya, o işte.
Evet ama son seçimde sadece %4 oy aldılar.
Binde 4, on binde 4 alsalar ne olur ki? Bu yapılanı haklı mı çıkarır?
Arkadaşlar, bu şekilde bir yere varamayız. Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasının akabinde, o dönemki uluslararası konjonktürün de etkisiyle rejimin ideolojik yapısının farklılıkları reddeden ve hatta yok etmeye çalışan bir mahiyet arz ettiğini biliyoruz. O dönemlerde “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” ruhu hakim kılınmak isteniyordu. Tek millet, tek bayrak, tek dil…
Hatta tek din. Laiklik yönündeki adımlarla İslam’ın devlet alanındaki etkisi yok edildi, ama unutmayalım ki Türkiye’nin “%99’u Müslüman” bir ülke haline gelmesi, tek tip bir din anlayışının dayatılması da aynı dönemde oldu. Bugün resmî ideolojinin jakoben yorumunu savunan ve statükodan yana olanlar; mesela Hıristiyanların Türkiye’deki faaliyetlerine de son derece karşılar.
Bu çok tartışmaya açık, biraz da provokatif bir yorum oldu.
Neyse, tartışma konumuz bu değil. Bu çerçevedeki uygulamalar, özellikle 12 Eylül sonrasında farklı siyasal ve sosyal kimliklere sahip insanlara ve bu arada Kürt etnik kimliğini benimseyen insanlara dayanılması zor, akıl, insaf ve insanlık dışı acılar yaşattı; bu bir gerçek. Ama etnik kimlik ve buna dayalı haklar meselesi, bununla sınırlanabilecek kadar da basit değil.
İnsanların yaratılıştan gelen bazı özellikleri var. Kimse doğduğu yeri, mensubu bulunduğu aileyi, soyu seçemiyor. Bunlar en fıtrî ve tabii haklar değil mi?
Binlerce yıl öyleydi zaten. Ta ki birileri siyasal kavgalarında başarıya ulaşmak için, egemenlik haklarına ve dolayısıyla hükümdara meşruiyet kazandıran ilahî kaynaklı referansları değiştirip yerine dünyevî meşruiyeti ikame edinceye kadar bir sorun çıkmadı.
Ne demek istediğini biraz açar mısın?
Milliyetçiliğin doğuşunu kastediyorum. Devletlerin başında iktidar erkini kullanan hükümdarlar veya gruplar vardı. Toplumların yapısı ve işleyişi de, siyaset mekanizması da geleneksel kurumlar çerçevesinde belirleniyordu. İktidarın meşruiyeti de ilahî veya daha seküler bir ifadeyle ‘göksel’ idi. Hızla serpilen burjuvazi ve ardından gelen kapitalizm; toplumsal ve siyasal yapıyı değiştirmek, iktidarı ele geçirmek için siyasal meşruiyeti gökten alıp yere indirdi. Ama büsbütün halka da bırakmadı. Zira halk son tahlilde canlı-kanlı, çıkarlarını ifade eden, egemenlik bütünlüğünü bozabilecek farklılıkları barındıran bir varlıktı. Bunun yerine “millet” diye soyut ve en az göksel egemenlik kadar mistik bir kavram geliştirildi. İnsanlara bunu benimsetebilmek için de etnik duyarlılıklar kullanıldı.
O zamana kadar farklı etnik kimlikler yok muydu? Türk, Kürt, Arap, Acem farklı değil miydi?
Tabii vardı, ama insanları bir araya getiren veya ayrıştıran, bu kimlikleri değildi. Etnik kimlik çok daha mikro düzeyde, kabileler ve boylar düzeyinde belirleyiciydi.
Günlük hayattan bir örnek vereyim. Bugün bir Rizeli ile bir Trabzonlu İstanbul’da karşılaşsalar ‘Karadenizli hemşeri’ olurlar ve dayanışma içine girerler. Halbuki kendi memleketlerinde birbirlerine düşman gözüyle bakabilirler. Hatta aynı ilin farklı ilçelerinde, aynı ilçenin farklı köylerinde yaşayan insanlar bile alt kimliklerini öne çıkarırlar ki, tabii asabiye budur. İstanbul’daki davranış ise modernitenin etkisiyle bir tür milliyetçiliğin, yani yapay bir asabiyenin kurgulanmasıdır. Geçmişte her şey tabii idi. Bu, ‘farklılık yoktu’ demek değil.
Orta Doğu’da yeni bir oyun sahneleniyor. Fransa ve Almanya, küresel meseleler karşısında ‘küçük’ kaldıkları için daha büyük bir devlet kurmaya çalışıyor. Irak ise, birilerine ‘çok büyük’ geldiği için bölünmeye çalışılıyor. Kan kanla yıkanmayacağı gibi, hata da hata ile düzeltilemez. Etnik araştırmaların kimler tarafından ve nerelerde yapıldığına dikkat etmek lazım. Bunlar artık sadece fıtrî haklar değil; bilerek veya bilmeyerek kendi adınıza değil, birileri adına sürdürülen bir siyasal mücadelenin unsurları haline geliyorsunuz.
Bugün Orta Doğu’da 25 milyon Kürt yaşadığı iddia ediliyor. Kürtler kendi ulus-devletlerine sahip olmayan en geniş ve belki de kayda değer sayıdaki tek etnik topluluk. 1991’den sonraki gelişmeler ve hele de son dönemdeki durum göz önüne alınırsa, bu gidişi durdurmak mümkün mü?
Konuya geniş bir perspektiften bakmak lazım. Orta Doğu’da yeni bir parçalanma en son ihtiyaç duyacağımız şey olur. Kürtler, Araplar ve Türkler arasında çıkacak çatışma bütün Orta Doğu’yu bir kaosa sürükler ve sonuçta bölgedeki kimse kazanmaz. Küresel satrancın kombinasyonlarında bir sahne, bir piyon olmak istemiyorsak meselelere stratejik derinlikten bakmamız, tarih derinliğine nüfuz etmemiz ve medeniyet derinliğini esas alan sahici çözümler etrafında bütünleşmemiz şart. Tek çözüm bu.
Bu derin analizle bağlayalım. Arkadaşlar, anlaşılan bu konuda konuşmamız gereken daha çok şey var ama yerimiz bitti. İnşallah bu konulara daha sonra tekrar döneriz. Ama ben son sözlerin altını çizmek istiyorum; medeniyet derinliğimize dönmek zorundayız.

Paylaş Tavsiye Et