Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2005) > Okuyorum > Habermas ile “İnsan Tabiatının Geleceği” üzerine
Okuyorum
Habermas ile “İnsan Tabiatının Geleceği” üzerine
İbrahim Kalın
Çağdaş genetik mühendisliği, büyük şirketler ve pazar ekonomisi ile birleşince, trans-hümanism projesi artık bir teori olmaktan çıkıyor. Kısacası önümüzdeki sorun ciddi ve kapımıza dayanmış durumda. Aydınlanma projesinin son büyük müdafii Jürgen Habermas, bu tehlikenin farkında olduğu için, geçen yıl yayımlanan İnsan Tabiatının Geleceği (The Future of Human Nature) adlı kitabını bu konuya ayırmış.
 
GENETİK mühendisliği alanında yaşanan gelişmeler, klonlama ve ‘genom projesi’ ile yeni bir safhaya girdi. Birkaç yıl öncesine kadar, lokal hücre klonlaması ile sınırlı olan saha, bugün hayvan ve insan gibi mütekamil biyolojik varlıkların genetik kodlarını programlama imkanına sahip bulunuyor. DNA haritasının ana taslağının ortaya çıkartılmasından sonra, genetik mühendisleri, artık bilgisayar mühendisleri gibi benzer bir ‘malzeme’ ile işlem yapabilecekler. Biraz karikatürize ederek söyleyecek olursak, genetik modifikasyon ve klonlama yoluyla çocuk -ya da herhangi bir biyolojik ‘yaratık’- sahibi olmak isteyen anne-babalar, doktora ellerinde bir liste ile gidebilecek ve önlerinde duran ‘gen havuzu’ndan, istedikleri seçimi yapabilecekler. Zeka sayısı şu, sanatsal yetenek seviyesi bu, algı kabiliyeti şöyle, matematik zekası böyle, sosyal yanı güçlü, vs. bir ‘bebek’ talebinde bulunmak, artık bilim-kurgu romanlarının dışına çıkmış durumda. Öyle ki genetik mühendisliğini, insanlığın -Darvinci manada- evrim sürecinin son ve belki de en önemli safhası olarak görenler, ‘insanlık-ötesi’ (trans-hümanism) adı altında yeni bir bilim-felsefe-teoloji ekolü geliştirdiler. Habermas, modern bilimin “Tanrı’nın rolünü oynama” girişimini, basit bir ‘bilim ahlakı’ sorunu olmanın ötesinde görmemiz gerektiğini söylüyor. Gerçekliği kendi ölçme yöntemleriyle keşfedebildiği bir veri bankasına indirgeyen modern fizik bilimlere, dışarıdan bir ahlak aşılama girişimlerinin nasıl bir başarısızlık ile sonuçlandığı ortada. Kökleri 19’uncu yüzyıla giden ve Said Nursi ve Maurice Bucaille’in eserlerinden ilham alınarak tekrar gündeme gelen ‘bilimsel tefsir’ metodlarının da, ne dine ne bilime yaranamadığını biliyoruz. Bu anlamda Habermas’ın meseleyi salt bir bilim-kapitalizm ilişkisinin kontrolden çıkması olarak ele almaması önemli. Bu yüzden Habermas bilime -onun felsefi ön kabullerini sorgulamadan- bir ahlak aşılamak yerine, bilimi ve genetik mühendisliğini anlamlı kılacak ve sınırlayacak yeni bir felsefi çerçeve kurma çabasına girişiyor. Fakat Habermas’ın genetik mühendisliğini seküler-hümanist bir çerçevede tanımlayıp sınırlandırmaya çalışması, aslında bu projenin baştan iflasını ilan etmek anlamına geliyor.
Habermas, ‘eugenics’ başlığı altında topladığı çalışmalara karşı, iki ana argüman ileri sürer. Birinci argüman, ‘yetişmiş olmak’ ile ‘imal edilmek’ arasındaki ayrıma dayanıyor. Genetik mühendisliğinin sağladığı imkanlarla küçük süper-adamlar ve kadınlar ‘imal etmek’ mümkün. Fakat bu, insan olmanın bir gereği olan ‘gelişme-yetişme’ imkanını ortadan kaldırır ve biyolojik bir varlık olarak insanı, söz hakkının olmadığı bir deneyin parçası haline getirir. Habermas’a göre genetik kodlama, teolojik açıdan, insanın özgürlüğünü anlamsız hale getirir; zira bu şekilde ‘imal edilmiş’ bir bireyin, tabiatın ona bağışladığı potansiyellere doğru yönelmesi, gelişmesi ya da gelişememesi söz konusu değildir.
Habermas’ın ikinci argümanı, kendi adıyla özdeşleşmiş olan ‘iletişimsel eylem’ fikrine dayalı. Habermas’a göre insan bireyleri, çeşitli ‘iletişim bağlamları’nda, insan olma vasfını elde ederler. İnsanlar tâbi oldukları biyolojik determinizmi, bu iletişim bağlamlarında ortaya çıkan anlam kategorileriyle aşmaya çalışırlar. Genetik kodlama, bireylerin özlerinde taşıdığı bu özgürlüğü ve zati eşitliği ortadan kaldırır. Onları, biyolojik varlıkları bir araca dönüştürme (instrumentalization) projesinin parçası haline getirir ve bu, ‘eşya’ ile ‘bireyler’ arasındaki ontolojik ayrımın işlevsiz hale gelmesine yol açar.
Habermas’a göre modern bilimin bir adım daha atarak kendini Tanrı’nın yerine koyması, bir felaketin başlangıcıdır. Bu noktada Habermas, ‘iyi bilim’i, onun kötü uygulayıcılarından kurtarmak için yeni bir ahlaki çerçevenin inşasına girişir. Bunun için ‘özgürlük’, ‘iyi yaşam hakkı’, ‘erdemli olmak’ ve ‘insan onuru’ kavramlarına geri döner. İnsanı ahlaki ve ruhi bir varlık olarak tanımlayan bu kavramlar, bize insan oluşun anlamı hakkında biyolojik mülahazalardan daha kapsamlı ve derinlikli bir tutamak sağlar. Heideggeryen anlamda bir ‘şey’ ile ‘varlık’ arasındaki farkı ya da İslam felsefesinin dilini kullanacak olursak mevcut olmak ile var olmak arasındaki mesafeyi, ancak bu ahlaki ve nihayetinde metafizik tanımlar sayesinde muhafaza edebiliriz. Genetik modifikasyon, bu imkanı ‘imal edilen’ varlıkların elinden alır. Neticede ortaya çıkan şey, artık bir varlık değil; bir ‘nesne’dir.
Habermas’ın bu ihtimale karşı gösterdiği şiddetli tepkiyi takdirle karşılamak gerekiyor. Zira Aydınlanma’nın hâlâ ‘tamamlanmamış bir proje’ olduğuna inanan Habermas, sadece Avrupa’nın değil insanlığın geleceğinin de Aydınlanma’nın başarısına bağlı olduğunu düşünüyor. Bunu akılda tutarak Habermas’ın önerdiği ahlaki-felsefi çerçevenin iki yönüne kısaca işaret edelim. Öncelikle Habermas, kökleri Kant’a giden seküler-hümanist ahlak geleneğini devam ettirerek, dini-metafizik muhtevadan arındırılmış bir bilim ahlakı geliştirmeye çalışıyor. İyi yaşam, insan onuru, erdemlilik gibi kavramlar, modern Batı felsefesinin Yahudi-Hıristiyan geleneğinden tevarüs ettiği ve kendi seküler-fizikalist dünya görüşü içerisinde yeniden ürettiği kavramlar. Fakat seküler-hümanist ahlak geleneği tam da bu noktada bir çıkmaza giriyor: Bu ahlaki kavramları bütün insanlık için bağlayıcı kılan şey nedir? Bir başka şekilde soracak olursak, neden ahlaklı olmak zorundayız? Bu sorulara, salt seküler bir çerçevede cevap vermek mümkün mü? Felsefi soyutlamaya dayalı seküler ahlak teorilerini, sosyal bir ahlak olarak vaz edebilir miyiz?
Yukarıdaki sorularla irtibatlı olan ikinci konu, dini argümanların vazgeçilmezliği meselesi. Ahlak, erdem, görev gibi terimler, özünde dini kavramlar ve bizi bir şekilde aşkın olanın eşiğine getiren bir anlam alanına sahipler. Bu yüzden Habermas’ın genetik modifikasyona karşı geliştirdiği karşı-tezler, paradoksal bir şekilde, dini bir renk kazandığı oranda ikna edici hale geliyor.
Burada sorunun sadece bir ‘karşılıklı uzlaşma’ meselesi olmadığı açık. Kant’ın meşhur deyişiyle “sadece aklın sınırları içinde” kalan bir felsefi kurguyu esas aldığımızda, aklın nasıl yıkıcı bir güç haline geldiğini biliyoruz. Bu yüzden Habermas’ın önerdiği seküler-hümanist ahlak çerçevesi, metafizik basireti bağlanmış bir bilime ahlaki tavsiyeler listesi sunmaktan öteye gitmiyor. Şimdi baştaki soruyu tekrar sormamız gerekiyor: Aydınlanmacı anlamda hümanist bir atıf çerçevesinde kaldığımız müddetçe, varlık içindeki duruş biçimimizi bir ‘fayda fonksiyonu’nun ötesine taşımamız nasıl mümkün olacak?
Habermas bu sorunun farkında olduğu için, kitabının “İnanç ve Bilgi” başlığını taşıyan son bölümünde, Batı toplumlarının bugün içinde bulunduğu sekülerleşme-sonrası dönemi ele alıyor. Habermas’a göre ileri sanayi toplumları bugün ‘aşırı sekülerleşme’den kaynaklanan bir dizi sorunla boğuşuyor. Batılı olmayan toplumlarla nasıl bir ilişki kurulacağı, bu sorunların başında geliyor. Habermas, Batı medeniyetinin Batılı olmayan toplumlarda, gerçekte olduğundan daha seküler algılandığına inanıyor. “Rakip bir dinin Haçlı askerleri ya da araçsal aklın ve yıkıcı sekülerleşmenin satış elemanları” olarak algılanmak istemiyoruz, diyor Habermas. Yazarımız, ilginç bir şekilde, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sloganıyla Batı medeniyetinin büyük bir bedel ödemek zorunda kaldığını düşünüyor. Bu bir anlamda, Aydınlanma’nın sekülerleşme projesini, Nietzsche-öncesi döneme geri çevirmek için yapılmış bir çağrı.
Fakat Habermas, Aydınlanma adına bu kadar günah çıkardıktan sonra, kaba bir seküler-modernist din anlayışında karar kılıyor. Ona göre dinlerin, modern-seküler toplumlarda tahrip edici bir güç haline gelmemesi için üç hususu kabul etmesi gerekiyor: Dinler, ‘öteki’ni ve farklı sesleri kabul etmek zorundalar; seküler bilginin toplumsal tekelini elinde bulunduran bilimlerin otoritesini tanımalılar; profan bir ahlak üzerine kurulu anayasal devlet düzenini benimsemek zorundalar. Habermas, bu hükümlere varırken, dinlerin hoşgörü, bilimsel bilgi ve anayasal düzen ideallerine sekülerleşmeden ulaşamayacağı ön kabulünden hareket ediyor.
Modernite bugün yeni bir şey üretmekten çok, kendi ürettiği krizleri aşmak için mücadele ediyor. Habermas’ın ‘tashih edici’ ve revizyonist Aydınlanmacılığı, bunun görece başarılı örneklerinden biri. Öte yandan modernleşmenin hâlâ Avrupa-merkezli bir proje olmaya devam etmesi, Habermas gibi aydınları şüphesiz rahatsız ediyor. Fakat modernleşme, tanımı gereği hiyerarşik bir merkez-çevre ilişkisine dayandığından, Avrupa-merkezli olmayan bir modernleşme tanımı yapabilmek için Aydınlanma’nın temel kavramlarını revize etmekten ziyade, farklı bir atıf çerçevesini esas almamız gerekiyor.

Paylaş Tavsiye Et