Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2003) > Toplum > “Davulcuyla zurnacı”nın yükselen değeri
Toplum
“Davulcuyla zurnacı”nın yükselen değeri
Nazife Şişman
MEHMET on üç yaşında, evi, arabası olan ve pek ekonomik sıkıntı çekmeyen bir ailenin çocuğu. Okulunda başarılı. Çok çaba göstermemesine rağmen elde ettiği bu başarı nedeniyle, fazla çalışmayı gereksiz buluyor. Ailesinin biraz gayretle iyi bir Anadolu Lisesi’ne girmesi konusundaki ısrarına verdiği yanıt şu: “Bu yıl (sekizinci sınıf) çalışırsam birinci derecede bir Anadolu Lisesi’ne girebilirim. Ama bu, lisedeki dört yıl boyunca ve ondan sonra kazanacağım üniversitede de çok sıkı çalışmamı gerektirir. Bu yüzden az çalışıp orta düzeyde bir okula gidersem, çok çalışmama gerek kalmadan okulu bitiririm.” Mehmet futbolcu olmak istiyor. Çünkü ona göre ‘oynayarak para kazanılan’ tek meslek bu.
Mehmet geleceği ile ilgili hayallerinde yalnız değil. Pek çok gencin hayallerini “iki çift bacak” süslüyor. Çiftin biri futbolcu, diğeri ise manken bacağı. Bu tercihlerde, kazanılan fahiş paralar, sanki hiç çaba sarf etmeden elde edilmiş gibi görünen servet elbette önemli bir rol oynuyor. Pek çok anne baba, kızını elinden tutup güzellik yarışmalarına, bu nedenle götürüyor olsa gerek. Futbol kulüplerinin elemelerinin, hayat memat meselesi addedilmesinin ardında da bu kolay para kazanma saiki yatıyor. Artist olmak için evden kaçan kızlar, ya da babasından gizli futbol oynayan delikanlılar, siyah beyaz Türk filmlerinde kaldı. Artık ailece giriliyor bu kulvara.
Gerçi her dönemin yükselen mesleklerinin birbirinden farklı olması doğaldır. Mesela Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet memuriyeti ve öğretmenlik, sunduğu ekonomik güvence ve toplumsal statü açısından cazip mesleklerdi. Bir dönem doktorluk, mühendislik en saygın mesleklerken, daha sonraları işletmeciliğin ve bilgisayar mühendisliğinin bu mevkii sarsmasında, piyasanın ihtiyaçları kadar sağladıkları statünün de etkisi var. Fakat benim burada söz konusu etmeye çalıştığım, bu konjonktürel iniş çıkışlardan ziyade çalışma, eğlence ve asıl önemlisi hayatla ilgili telakkilerdeki değişimler.
Erkek çocukların futbolcu ya da reklamcı, kız çocukların manken ya da şov dünyasında yer alabilecekleri herhangi bir meslek sahibi olmak istemelerinin ardında, getireceği zenginlik kadar, belki ondan daha da etkin bir sebep var: Sundukları hayat tarzı. Yukarıda kendisinden bahsettiğim Mehmet’in futbolculuğu ‘oynayarak para kazanılan’ meslek olarak tanımlaması da tercihin nedeninin ‘oyun’, yani futbol oynamanın sunduğu hayat tarzı olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü başka pek çok meslekte, daha çok para kazanılması mümkün. Fakat futbolculuk ve sahne yıldızlığı gibi mesleklerin –yoksa uğraş mı demeli- idealleştirilmelerinde, elit bir hayat tarzı olarak gıpta ile bakılmalarında, bu mesleklerin sunduğu eğlence, heyecan ve sarsıcı deneyimler önemli bir rol oynuyor.
Hayata ‘anlam’ kazandıran, hoşça deneyimler yaşatan, şöhret kaynağı olan bu tür meslekler, elbette sadece kısıtlı bir kesimin ayrıcalığı. Fakat bu yaşam tarzları, bir taraftan sıradan insanların ideallerini süslemekte, diğer taraftan magazin sayfaları ve televizyon ekranları aracılığı ile sanal bir gerçeklik olarak her kesim tarafından yaşanmaktadır. 
Stadyum ve sahne yıldızlarına hayran olunmakta; onlar örnek alınmakta ve adeta erişilmez bir ideal olarak gök kubbede asılı durmaktalar. Bir nevi tüketim çağının azizleridir onlar. Azizlerle ve evliyalarla ilgili menkîbeler, mucizeler halk arasında nasıl dilden dile aktarılırsa, bu yeni tüketim çağının azizleri ile ilgili hikayeler de dilden dile dolaşır. Futbolcuların aldığı akıl almaz transfer ücretleri, sahne yıldızının sabah kahvaltısında ne yediğine varıncaya dek pek çok olay adeta menkîbeleşir. Zengin, eğlenceli, mümkün olduğunca çeşitli deneyime açık, esnek meslekler olarak bilinirler bu uğraşlar. Bu nedenle de Mehmet gibi pek çok gencin hayallerini süslerler. Fakat bu eğlenceli, hareketli işleri karşılığında ödedikleri bedeller, onları idealleştirenler tarafından pek bilinmez.
Aslında bu yıldızların kazançları ne kadar fazla ise, karşılığında vazgeçtikleri şey de o denli fazladır. Ödedikleri çok ciddi bedeller vardır. Bir futbolcunun formunu korumak için adalelerini ne denli zorladığı, günde kaç saat çalıştığı gözlerden uzaktır. Veya bir şov yıldızının inceliğini muhafaza etmek için yıllarca doyasıya yemek yemediği, eğlenceli bir hayatın içindeymiş gibi görünmesine rağmen aslında katı bir disiplin altında yaşıyor olduğu pek dikkati çekmez. Ama zaferin geçiciliği, yani yıldızlığın süresinin kısalığı, bu bedellerin en önemlisidir. Yükseklerde seyreden yıldızların zafer sonrası hızlı düşüşleri ödedikleri en ağır bedeldir.
Ödenen bu bedelden ziyade, hayattan zevk alma, mümkün olduğunca fazla haz toplama amacına matuf bir hayat tarzı idealine uygunluğu gözler önündedir bu mesleklerin. Bauman, mesleki tercihlerdeki, eğlenceli, heyecanlı, esnek bir hayat tarzı sunanlara yönelik bu eğilimi, tüketim toplumunun çalışma (iş)-eğlence (oyun) anlayışındaki değişmeye bağlar. Üretim toplumunda, çalışma kişiye kimlik sunan, yaşamın tüm diğer işlerinin ona göre düzenlendiği bir alandı. Bu mesleki kimlik uğruna her tür kısıtlamaya, zorluğa göğüs germek kaçınılmaz olduğu kadar, Weber’in kavramsallaştırdığı Protestan püritenliğine de uygundu bu çalışma anlayışı. Her türlü iş, ne denli zor olursa olsun bir erdemdi. Fakat çalışma zamanını asgariye indirerek, boş zamana daha fazla yer bırakma şeklinde bir ideal de söz konusuydu.
Ama artık bu dönem geçti. Tüketim toplumunda, işi uğraştan, mesleği hobiden, çalışmayı eğlenceden ayıran o sınır ortadan kalkmakta ve işin kendisi en tatmin edici ve en üstün eğlence mertebesine yükseltilmektedir. İş-eğlence birlikteliği konusunda en belirgin örnekler ise, yazının başından beri söz konusu edilen spor ve şov dünyasıdır. Reklamcılık, halkla ilişkiler, gazetecilik, turizm gibi hizmet sektörünün pek çok kolu da iş-eğlence farkının ortadan kaldırılmasına müsait, ‘eğlenceli, heyecanlı’ kriterine uyabilecek nitelikte mesleklerdir. Yani artık oyun/eğlence ve çalışma arasında varolan eski sınırlar parçalanıyor. Oyunda insanın kendini başarı açısından değerlendirmesi öne çıkmaya başlarken, eğlenceler çalışma alanına sızıyor.
Amerika’da 20’nci yüzyılın başı ile ikinci yarısı arasında çocuk eğitiminde tavsiye edilen metodları inceleyerek, püriten ahlaktan eğlence ahlakına nasıl geçildiğini ortaya koyduğu makalesinde M. Wolfenstein, eğlenmenin artık sadece izin verilen değil aynı zamanda istenen bir şey olduğu tespitini yapar. Oyun, dinlence, eğlence artık püritenliğin kötücül çağrışımlarından kurtulmuştur. O denli ki, “yasak itkilerin doyurulması geleneksel olarak hep suçluluk duygusu yaratırken, günümüzde eğlenmedeki başarısızlık insanın kendisine olan saygısını azaltıyor. Bu durumda insan kendisini yetersiz, beceriksiz, işe yaramaz hissediyor. İnsan eskiden ahlak yetkelerinin suçlamasından korkarken, artık kendi çağdaşlarının kendisine acımasından korkuyor.”
Günümüzde insan çok fazla eğlendiğinden ötürü suçluluk hissetmek yerine eğlenemediğinden utanmaya başlamıştır. Televizyondaki en ciddi tartışma programlarının bile, “ufuk açıcı bir tartışmaydı”, “yorumlarınızdan çok etkilendim” ya da “derinlikli analizlerden istifade ettik” gibi cümlelerle değil de “çok keyifli bir program oldu” cümlesiyle kapatılması, bu hususu ortaya koyan en bariz göstergelerden biridir. Özellikle üst orta sınıftan gençlerin, meslek seçimlerinde ‘eğlenceli, hareketli, heyecanlı’ kriterlerine ağırlık vermeleri, püriten bir tarihsel arka planı olmamasına rağmen, bizim toplumumuzda da ‘eğlence ahlakı’nın etkin olduğunun bir işareti olarak yorumlanabilir.

Paylaş Tavsiye Et