Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2006) > Topluyorum > Kafkasya, Türkiye ve Dünya
Topluyorum
Kafkasya, Türkiye ve Dünya

 

Eylül sayımızın tartışma konusu Kafkasya. Yine yüreğimizin bir parçasını konuşacağız.
Başlık “Bizim Kafkasya” mı olacak?
Şimdiden bilemem. Başlığı tartışmanın sonunda birlikte belirleyeceğiz.
Her ayın tartışma konusuyla o ay gerçekleşmiş bir olay arasında irtibat kurma geleneğine ne oldu?
Geleneğimizi bozmadık. 18 Eylül 1834, Kafkasya direnişinin önderlerinden Gazi Hamzat’ın şehit edilmesi, 6 Eylül 1859 da Şeyh Şamil’in teslim olması olduğuna göre Eylül ayında iki acı hatıra var.
En önemli tarihi unuttun. Kafkasya’da felaketlerin başladığı olay, Edirne Anlaşması da 14 Eylül 1829’da imzalandı.
Niye sadece acı hatıraları zikrediyorsunuz? 30 Ağustos Azerbaycan’ın, 21 Eylül Ermenistan’ın bağımsızlıklarını ilan ettikleri tarihler.
Kaç yıl oldu?
Bu yıl 12’inci yıldönümü oluyor.
Tabii sadece bağımsızlıklarının değil savaşlarının da, değil mi?
Bakın buradan başlayabiliriz. Neden Kafkasya bir türlü sulha ve sükuna kavuşamıyor?
Kafkasya tarihi boyunca kuzeyindeki ve güneyindeki güçlerin mücadele sahası olmuş bir yer. Bu güçlerden biri hakim konuma geçip düzeni sağlayınca istikrar olmuş. Böyle bir güç olmayınca sıkıntılar baş gösteriyor.
Kafkasya, Avrasya’daki doğu-batı ve kuzey-güney istikametindeki geçişlerin kavşak noktası. Aynı zamanda da Karadeniz ve Hazar denizi arasında, Don-Volga havzasının sınırladığı bir kara boğazı konumunda. Bu yüzden tarih boyunca kavimler göçünün güzergâhında yer almış. Kafkasya kuzey steplerinden gelen dalgaların ‘dalgakıranı’, ilk durakladığı yer oldu. M.Ö. 8’inci yüzyılda kuzeyden gelen İskitler Kimmerleri güneye sürdü. Persler hakimiyetlerini kuruncaya kadar üç yüzyıl Asurlular, İskitler, Urartular, ve kuzeyden gelen diğer göçebe kavimler arasında sürekli bir mücadele sahası oldu. M.Ö. 4’üncü yüzyılın sonunda Büyük İskender, Darius’un Kafkas ordusunu yendi. Efsanelere göre, Kafkasya’nın iki geçiş kapısı, Derbent ve Daryal geçitlerini demir eriterek kapattı.
Zülkarneyn kıssasına benziyor.
Evet. Her efsane, gerçek bir hikayeye dayanır. M.Ö. 2’inci yüzyılın sonunda bölge Roma İmparatorluğu’na bağlanınca bir istikrar dönemi yaşanıyor. Ardından Kafkasya, özellikle de güneyi, Perslerle Romalılar arasında bir rekabet sahası oluyor.
Bölgeyi etkileyen ve hâlâ etkileri görülen Hazarlar ne zaman Kafkasya’ya geliyor? Üç yüzyıl kadar onlar hakim olmuş bölgeye.
6’ncı yüzyılda. Kuzeyden gelerek bölgeyi ele geçiriyorlar ve Bizans’la ittifak yaparak güneydeki Sasanileri tehdit etmeye başlıyorlar. Hatta Hüsrev’in Derbent Kalesi’ni ve Kafkas surlarını kendini Hazarlar’dan korumak için yaptırdığı söylenir.
Yani Kafkasya’yı ilk defa birleştiren Hazarlar.
Hayır, öyle düşünmeyin. Bu bölgede tam manada bir birlik olmuyor. Güneyde Ermeni ve Gürcü krallıkları var. Zaman zaman bunlar Anadolu içlerine kadar uzanan geniş bölgelere egemen oluyor. Bu arada kuzeyden gelen akınlar kesilmiyor. Hunlar, Bulgarlar, Kıpçaklar, Kalmuklar ve diğer göçebe Türk boyları bölgeyi hallaç gibi atıyorlar. Tam bu sırada Ruslar güneye doğru sarkmaya başlıyor.
Ruslar o tarihlerde buraya gelmişler, öyle mi?
Evet. Moskova Prensliği’ne bağlı Knyaz adı verilen derebeyleri Dinyeper-Don havzasından güneye, Karadeniz’e ve Hazar Denizi’ne iniyor.
Demek Rusların Kafkasya’yı ilk işgal teşebbüsleri 11’inci yüzyıla kadar gidiyor.
Buna işgal diyemezsin ki. Baksana bir sürü kavim ve boy gelip geçmiş.
Peki Hazarları yıkan Ruslar mı?
Bir anlamda evet. Bizanslılar, Kiev Prensi Svyatoslav’ın saldırıları karşısında hızla gerilemeye başlayan bu sadık müttefiklerine ihanet etme zamanının gelmiş olduğuna inanıyor ve 1016’da Ruslarla işbirliği yaparak Hazarların sonunu getiriyor. Bu sıralarda Batı Kafkasya da Kıpçakların hakimiyetine giriyor.
Peki bölgenin İslam’la tanışması ne zaman?
Hz. Ömer devrinde Müslümanlar bölgeye giriyor. Tabii o zaman Hazarların güçlü dönemi. Ama özellikle Kuzey Kafkasya 18’inci yüzyıla kadar İslamlaşmıyor. Abbasiler ve Selçuklular güney bölgelerde kontrolü sağlıyorsa da ardından yine Asya steplerinden bir fırtına, Moğollar bölgeyi kasıp kavuruyor. 13’üncü yüzyılda Cengiz Han’ın Moğol akınlarının ardından kurulan kuzeyli Altınordu Devleti ise güneyli Ön Asya gücü Timur tarafından yıkılıyor. Yani kuzey-güney çelişkisi yine söz konusu. Takiben yine küçük krallıklar ve beyliklerin hakim olduğu karmaşa dönemi, Osmanlı-Safevi mücadelesi, 16’ıncı yüzyılda Osmanlı ve Kırım hakimiyeti, 18’inci yüzyıldan itibaren Rus baskıları ve 1828’de İran ile Türkmençayı, 1829’da Osmanlı ile Edirne anlaşmalarını yapan Rusların bölgeyi kontrollerine almaları.
Arkadaşlar isterseniz Topluyorum’u tarih dersine çevirmeyelim. Kafkasya denince benim ilgimi çeken hep bu bölgenin zengin etnik ve kültürel yapısı olmuştur. İsterseniz buradan devam edelim.
Kafkasya’nın bu yapısında coğrafyanın ve tarihin etkisi var. Bir kere arazi, güneydeki düzlükler ve deniz kıyıları hariç yerleşik hayata, kentleşmeye elverişli değil. Dağlarda birbirinden kopuk ve kabileler halinde yaşanıyor. Tarih boyunca her gelen bir bölgeye yerleşmiş ve orayı yurt edinmiş. Hayat şartları çok çetin olduğu için de bölgelerini korumak için ne mümkünse yapmışlar, çünkü gidecek bir yer yok.
Evet. Hatta dünyanın ilk coğrafyacısı sayılan, M.Ö. 1’inci yüzyılda yaşamış Amasya’lı tarihçi Strabon Kafkas dillerinin sayısını 70 olarak veriyor. Bunu 300’e kadar çıkaranlar bile var. Kafkasya ile ticaret yapan Romalı tacirler; “Biz Romalılar Sohum’daki işlerimizi 130 tercümanla sürdürmek zorunda kalıyorduk” diyor. Bu yüzden Arap seyyahların bölgeye verdikleri isim Cebel’ül Elsine, yani Diller Dağı. Bölgede hâlâ en az 100 dil ve diyalekt konuşuluyor.
Yine tarih dersine başlamayalım lütfen.
Sadece diller değil ki, etnik yapı ve dinler de aynı ölçüde çeşitli. Ben 50 farklı ırk ve kabile, üç semavî dinden 9 da mezhep saymıştım Kafkasya’da.
İnanılır gibi değil. Ne kadar bir topraktan bahsediyoruz?
Bildiğim kadarıyla Türkiye’nin yarısı kadar, 400 bin kilometrekarelik bir bölge. Bunun da önemli bir kısmı yaşanamayacak kadar dağlık ve soğuk.
Himalayalar ve Hindikuşlar bir tarafa bırakılırsa, Avrasya’nın en yüksek zirvesi 5.642 metrelik Elbruz bu Kafkas sıradağlarında yer alıyor.
Bu kadar çeşitli ırk, dil, din buraya mı sıkışmış? Peki neden bir araya gelmemişler, bir birlik kurmamışlar?
Daha önce de söylendiği gibi hem tarihî tecrübe, hem coğrafya ve iklim böyle bir birleşmeye izin vermiyor. 1859’da Kafkasya’yı dolaşıp hatıralarını bir seyahatname olarak yayımlayan ünlü Fransız edebiyatçı Alexander Dumas, Kafkasya’da herkesin, hatta kendi ülkesinde barışçıl insanlar olan çobanların bile tepeden tırnağa silahlı olduğunu, insanların birbirine şüpheyle baktığını belirtiyor. Çağlar boyunca istilalara karşı koyan Kafkas halklarında bağımsızlık adeta bir saplantı haline gelmiş. Boyunduruk altına girmektense çoluk-çocuk bire kadar kırılmayı göze alıyorlar.
Ama bölgede birlik sağlanmadığı doğru değil. İmam Mansur’un ve daha sonra onun izini sürdüren İmam Şamil’in tüm Kafkasya’yı birleştirme çabaları, 13 Haziran 1861 tarihinde Hacı Giranduk Berzeg başkanlığında kurulan Kuzeybatı Kafkasya Çerkes Devleti, en önemlisi 11 Mayıs 1918’de kurulan ve düvel-i muazzamaca tanınan Şimali Kafkas Cumhuriyeti benim aklıma geliveren siyasi birlik teşebbüsleri. Sovyetler Birliği’nin dağılışının akabinde 26 Ağustos 1989 tarihinde faaliyete geçip 2 Kasım 1991’de Sohum’da kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu ile Dudayev ve Basayev’in Kafkas Evi projesi’ni de unutmayalım.
Ama gerçekçi olmak gerekirse bunların hiçbiri anladığımız anlamda devletler değil. Gevşek kabile birlikleri veya meclisleri.
Neden illâ Batılı anlamda merkeziyetçi ve tam tekmil teşekkül etmiş devlet arıyorsun? Her bölgenin kendine özgü şartlarına göre belirlenen devlet biçimleri yok mu? Modern devletler arasında bile sınır komşusu olan merkeziyetçi Fransa ile federatif Almanya, hatta konfederatif kantonlardan oluşan İsviçre çok farklı yapılarda değil mi? Orta Anadolu’nun köy yerleşimiyle Doğu Karadeniz’inki benziyor mu?
İyi de bu durum Ruslara yarıyor. Zaten parçalı olan bu yapıyı iyice un ufak edip istedikleri gibi yönetiyorlar.
Hata ediyorlar. Doğru, Kafkasya’da da, Orta Asya’da da etnik farklılıkları körükleyerek kendilerine karşı monolitik bir cephe oluşmasını önlemeye yönelik politikaları var ama son tahlilde bu silahın kendilerine dönme riski çok yüksek. Dudayev’i öldürmeselerdi ve onun temsili liderliğinde Kuzey Kafkasya birleştirilebilseydi Ruslar onunla masaya oturup karşılıklı çıkarlara dayanan bir anlaşma yapabilirlerdi ve bu anlaşmanın hayata geçirilebilme şansı olurdu. Ancak birliği sağlayan öyle karizmatik bir lider Ruslarla anlaşmaya cesaret edebilirdi. Şimdi kimse anlaşamaz, anlaşsa bile bunun geçerliliği ve bağlayıcılığı olmaz.
Ama Güney Kafkasya’da köklü sayılabilecek devlet geleneği var. Yerleşik düzene geçilmiş. Halbuki kuzey kadar olmasa da oralar da dağlık ve sert iklimli yöreler.
Öyle ama oralarda da birçok sorun var. Tarihi bin yıldan eskiye giden Gürcistan’da Güney Osetya, Abhazya ve Acara sorunları var. Ermenistan ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ 1992’den beri kangren olmuş bir yara. Ayrıca hem Gürcistan, hem Ermenistan ve hem de Azerbaycan, küresel güçlerin satranç tahtasında piyon durumundan kurtulamadılar.
Kuzeyindeki veya güneyindeki güçlerin bir ağırlık koyamamaları durumunda Kafkasya hep sorunlar yaşamıştır. Bakın bu bölge Balkanlara benziyor. Her ikisi de; Avrasya’da doğu-batı ve kuzey-güney geçişlerinin hem daraldığı hem de coğrafyadan dolayı zorlaştığı bölgeler. Balkanlar ve Trakya deniz boğazı, Kafkasya kara boğazı.
Jeopolitiğin girişi sayılacak iki temel teori var ya; Halford Mackinder’in “Heartland”ı ile Nicholas Spykman’ın “Rimland”ı. İşte onlar aklıma geldi. Balkanlar ile Kafkasya Heartland ile Rimland’ın kesiştiği yerler.
Evet; bu önemleri sebebiyle Asya steplerine hakim olan ve kuzeyden güneye akan nehirler boyunca hakimiyetlerini güneye sarkıtmak isteyen güçlerle Ön Asya’ya hakim olan ve asıl yayılma eksenleri olan doğu-batı hattının çevresini genişleterek stratejik üstünlük kazanmayı amaçlayan güçler arasında sürekli mücadele sahası oldular. Dolayısıyla Kafkasların istikrarı bu güçlerden birinin hakim konuma gelmesine bağlı.
Yani ya kuzeyli Rusya ya güneyli Türkiye ağırlığını koyacak, öyle mi?
İran’ı da unutma.
Yine kızacaksınız ama tarihte de böyle olmuş.
Tarih dersi başlıyor.
Öyle demeyin. Tarih olmadan siyaset de strateji de analiz edilemez.
13’üncü yüzyılla 16’ıncı yüzyıl arasında kuzeydeki Altınordu Devleti ve onun varisleri, Kazan, Astrahan, Kırım; ondan sonra da 18’inci yüzyılın sonuna kadar Osmanlı etkisini hissettirdiği için istikrar var. Osmanlı Safevi çatışması olsa da her ikisi de güneyli olduklarından, en azından kuzeyde sorun çıkmamış. Ayrıca Osmanlı Devleti yerel yapıya müdahale etmeden, akıllı bir politika izlemiş. Ruslar bölgeye hakim olmaya çalışınca düzen bozulmuş.
Aslında pek de öyle sayılmaz. Başlangıçta büyük direnç olduysa da, 19’uncu yüzyılın ilk yarısında, dağlık bölgeler hariç Rusya Kafkaslara egemen olmuş. Bu da bir düzen sayılır. Çarlığın yıkılması sırasında bir karışıklık var ama hemen akabinde bölge Sovyetler sistemine dahil edilince 70 yıllık bir istikrar var.
Aman ne istikrar! Sürgünler, katliamlar… 1864, 1933, 1937, 1946. Düzen derken bu kastedilmiyor herhalde. Ayrıca bölge hiçbir zaman Rusların egemenliğine geçmedi. Meşhur bir hikaye vardır. Türkmençayı ve Edirne anlaşmalarından sonra Rus birlikleri Kafkasya’ya giriyor. Komutanları Çerkes liderlerini toplayıp onlara; “Bakın; anlaşma yaptık, buralar artık bizim. Siz de bizim tebaamızsınız” deyince liderler; “Buralar o bahsettiğiniz Sultanların değil bizim toprağımız. Kim nereyi kime veriyor? Şu dağlarda uçan kartalı görüyor musun? İşte ne zaman onu ellerinle yakalayabilirsen Kafkasya da ancak o zaman senin olur” diye karşılık veriyor ve dağlara çıkıyorlar.
Neyse, Sovyetler sisteminin dağılmasının ardından oluşan boşluk doldurulamadı. Rusya parçalanma tehlikesi altındaydı ve Putin’in iktidara geçtiği 2000 yılı başına kadar on yıl boyunca kendi iç istikrarını sağlayamadı. Türkiye, dış politikada değişik senaryolara açık, esnek ve gelişmelere uygun biçimde kendini yenileyebilen, tutarlı bir stratejiden yoksundu ve hâlâ Soğuk Savaş parametreleriyle hareket ediyordu. İran ise Irak ile savaşını henüz bitirmiş, dünyaya kapalı yalıtılmış bir haldeydi.
Kafkas halkları da aslında çok büyük ve önemli bir proje olduğu anlaşılan Kafkas Halkları Konfederasyonu’nu neden işletemedi peki?
Bakın, her toplumun; coğrafyadan, tarihten ve kültürden kaynaklanan kolektif bir bilinci, bir kişiliği vardır. Bazı toplumlar yabancı unsurlara karşı büyük bir direnç gösterebilirler ama inşa edici kabiliyetleri göreceli olarak zayıftır. Mesela Afganlar, Arnavutlar gibi. Bana göre Kafkasyalılar da böyle.
Mücadeleyi kazanıyoruz, ama kurumsal yapıyı oluşturmada zaafa düşüyoruz.
Belki de Osmanlı’nın en büyük başarılarından biri bu. Kafkasya ve Don-Volga hattını, Kırım ve Lehistan politikalarıyla bütünleştirerek Avrasya’nın güney cephesinde başarılı bir hakimiyet modeli kurduğu gibi Kafkas halklarını da inşa sürecine dahil etmiş.
Sadece Osmanlı değil ki. Selçuklulardan Memlüklere kadar birçok İslam devletinde Çerkeslerin askeri sınıfta önemli rol oynadıklarını görüyoruz. Sürgünler dolayısıyla Türkiye’ye göç eden Çerkeslerin de toplumumuzda önemli bir ağırlıkları var.
İsterseniz biraz da büyük güçlerin Kafkasya politikalarından ve devam etmekte olan çatışmalardan bahsedelim. Mesela; Rusya her seferinde Kafkasya’yı ele geçirmeye çalışmış. Ya başarısız olmuş, ya da demir yumruğuyla ezerek direnişi bastırmış.
Rusya’yı bir step prensliğinden bir Avrasya imparatorluğuna dönüştüren yayılma stratejisinin güney ayağı için Kafkaslar olmazsa olmazdır da ondan. Ruslar; Karadeniz’e inen su yollarını kontrol ettikleri ve bu bölgeleri Ruslaştırabildikleri ölçüde başarılı oldular. 17’nci yüzyılda Volga ve Don havzasında güçlerini yoğunlaştıran Ruslar, 18’nci yüzyılda Dinyeper’i izleyerek Kırım’a ve Dinyester’i izleyerek Besarabya’ya sarktılar.
Ve arkasından da Kafkasya’ya dayandılar.
Bildiğim kadarıyla Petro döneminde güneye inmek isteyen Rus orduları, 1707 ve 1711’de Dağıstan'da yenilgiye uğratıldı.
Rusya Kafkasya’yı ve Balkanlar’ı denetimi altına alınca büyük güçlerden biri haline geldi. Ama tıpkı Aşil’in topuğu gibi bu batı stratejisinin dört önemli zaaf noktası var.
Yani Rusya’nın batıdaki yumuşak karnı. Nerelermiş bunlar?
Kuzeybatıda Baltık kıyıları, güneybatıda Besarabya ve Moldava, güneyde Kırım ve güneydoğuda Kafkasya. Rusya bu bölgeleri elinde tutabildiği ölçüde batıya ve güneye doğru genişleyebildi. Halbuki Soğuk Savaş sonrasında bu dört bölgeden ilk üçü Rusların mutlak denetiminden kurtuldu.
Ellerinde bir tek Kafkas kartı kaldı yani.
Evet. Soğuk Savaş döneminde Ruslar Heartland’ı tutarken Amerikalılar Rimland’ı tutmaya çalıştılar. Bu kontrol mekanizması çerçevesinde İskandinav yarımadasından Anadolu yarımadasına kadar NATO oluştu; Anadolu yarımadasından Hint yarımadasına kadar CENTO oluştu; Hint yarımadasından Kore yarımadasına kadar SEATO oluştu. Dikkat ederseniz soğuk savaş döneminde mücadele hep bu hattın doğu kısımlarında cereyan etti. Balkanlar ve Kafkasya statikti. Soğuk Savaş, “Sıcak Barış”a dönüşünce de çatışmaların ilk patlak verdiği bölgeler buralar oldu.
Peki Rusya Kafkasya’yı işgal etmeden sorunu çözemez miydi?
Hayır. Bakın 1970’lerin sonunda Sovyetler sistemi iç tıkanıklıklar yaşıyor, uluslararası ekonomik ve politik hiyerarşide güç erozyonuna uğruyordu. Bu devam ettiğinde Rusya’nın kaderinin tarihteki Moskova Prensliği’nin sınırlarına büzüşmek olacağını bilen Sovyetler Afganistan’ı işgal ederek bir açılım sağlamak istedi. Yeltsin’in Çeçenistan’ı işgali de tıpa tıp aynı güdüyle gerçekleştirilmiştir.
Afganistan Sovyetlerin sonunu getirdi. Çeçenistan da Rusya Federasyonu’nun sonunu getirebilir mi?
Tabii. Çeçenistan macerası Rusların aleyhine neticelenecek olursa bütün Kafkas halkları için örnek teşkil eder. Hatta Tatarları ve Federasyon içindeki diğer halkları bile bir arada tutma imkanı kalmaz. Rusya’nın çözülüşü Kafkasya’dan olur.
İşte bunun için diğer küresel güçler Kuzey Kafkasya’yı ‘Rusya’nın iç meselesi’ ilan ediyor. Güneyde büyük çıkarlar söz konusu. Hazar enerji kaynaklarının dünyaya açılabileceği tek kanal Güney Kafkasya. ABD, Almanya, Fransa, hepsi bölgede etkinlik kurmaya çalışıyor. Kuzeyin durumu güneydeki çıkarların gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesine bağlı. 11 Eylül sonrası konjonktürde Kuzey Kafkasya iyice köşeye sıkışmış oldu. Güneydeki oyuncular da piyon konumuna düştü.
Evet. 11 Eylül’den sonra Çeçen direnişçiler de terörist ilan edildiler. Almanya Gürcistan’la, Fransa da Ermenistan’la ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. Ayrıca ABD birlikleri Gürcistan’a girdi. 11 Eylül bahanesiyle gerçekleştirdiği Afganistan operasyonuyla beraber yalnızca Afganistan’a değil Tacikistan’a, Kırgızistan’a ve Özbekistan’a, bütün Orta Asya’ya yerleşen ABD uçaklarının Avrupa’dan Orta Asya’ya ve Afganistan’a gitmek için kullandığı tek hava yolu Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan koridoru.
Peki Türkiye’nin rolü ne olmalı?
Türkiye’nin bölgede birincil çıkarı Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı. Ayrıca, hem Gürcistan, hem de Azerbaycan ile, ABD’nin üçüncü ayak olduğu işbirliği anlaşmaları var. Dolayısıyla Türkiye’nin müdahale etkisi de yine Güney Kafkasya’daki durumla alakalı. ABD, stratejik ortağı olan Türkiye’ye Kuzey Kafkasya’ya müdahale izni vermez. Hele 11 Eylül’den sonraki konjonktürde durum çok zor.
Ben buna katılmıyorum. Bence sorun işte bu algıda. Türkiye’nin jeostratejik konumu, tarihi, taşıdığı kültürel bağlar ve demografik yapısı tek boyutlu bir dış politika tercihine izin vermiyor. Türkiye, hareketli ve çok boyutlu bir politika açılımına mecbur. Bu bağlamda artık tek bir stratejik ortaklık olmaz. Farklı bölgelerde farklı aktörlerle ortaklığa gidebilmemiz lazım. Türkiye bütün Kafkasya politikasını bir boru hattına indirgerse bu jeopolitik bir intihar olur.
Zaten bölgenin Batı ile ilişkilerinde köprü görevi görebilecek tek ülke Türkiye.
Bak bu da bir diğer yanlış. Selçuklulardan alırsak bin yıldır bir şekilde söz sahibi olduğumuz bir bölgeyle ilişki düzlemimiz taşeronluk mu olmalı? Köprü üzerine basılıp geçilen yoldur. Türkiye yol değil durak olmalı bence.
Ama bunun için kapsamlı, değişik senaryolara açık, esnek ve gelişmelere uygun biçimde kendini yenileyebilen, tutarlı bir strateji gerekir. Bizde ise bu yok. Tek boyutluluk ve statiklik sadece süper güçlerle ilişkilerde değil düne kadar eyaletimiz olmuş ülkelerle ilişkilerimizde bile görülüyor.
Doğru. Koskoca Türkiye, Ermenistan’ı rakip görüp ona karşı Azerbaycan’ın yanında saf tuttu. Halbuki yukarıdan bakabilmeli, sorun yaratıcı değil sorun çözücü olabilmeliydi.
Mahallede çocuklar kavga edince ağabey gelir ve “N’apıyorsunuz siz bakayım?” deyip kavgayı bitirir, hakem olur. Öyle değil mi?
Onu bırakın, Türkiye Azerbaycan’ın içişlerinde bile aynı hatayı yapmadı mı?
Evet. Ağabeylik yapmamız gereken yerde yapmıyoruz da yapmamamız gereken yerde ağabeylik taslıyoruz. Onu da becerebilsek bari! Halbuki Güney Kafkasya’daki ihtilafları çözebilecek belki tek ülke Türkiye. Azerbaycan’la ilişki potansiyelimiz, her ne kadar son dönemde tahrip etmeyi başardıysak da, malum. Yani yeniden kazanılabilir. Gürcistan’la ciddi bir problemimiz yok. Ayrıca Abhazya konusunda arabuluculuk edebilecek konumdayız. Ermenistan’la ilişkiler biraz Ermenilerin mağduriyet edebiyatıyla rant sağlama hevesleri, biraz bizim tarihimizle kavgamız ve fobilerimiz sebebiyle problemli. Ama Ermenistan’ın dünyaya tek açılışı biziz. Akıllı davranırsak Güney Kafkasya’ya istikrarı getirebiliriz.
Bakın bu perspektifle Kuzey Kafkasya’ya da yardımcı olabiliriz.
Bence kuzeyde işler çok zor. Böyle giderse uğruna mücadele edecek bir Çeçen halkı bile kalmayacak. Belki de geçici bir süre için bile olsa en iyi çözüm Rusya Fedarasyonu’na bağlanıp otonomiyi kabul etmek olmaz mı?
Bu mantıklı gibi görünse de ne tarihteki tecrübeler, ne son yaşanan gelişmeler buna imkan tanımaz; zira Ruslar geçmişte hep bu şekilde aldattı. Bir de Çeçen halkının ruhu var tabii. Aleksander Soljenitsin’in bir sözü var; “Psikolojik olarak asla boyun eğmemiş bir halk vardı. Bir tanesi, iki tanesi değil, bütün halk. Bunlar Çeçenlerdi...” diyor. Diğer Aleksander’ın, Aleksander Dumas’nın seyahatnamesinde de 1839’da Rus General Grabbe’nin Şeyh Şamil’in Ahulgoh’daki karargahına gerçekleştirdiği saldırı sırasında ölümden başka hiçbir çıkar yol olmadığında bile kadınıyla, çocuğuyla Çeçenlerin nasıl kanlarının son damlasına kadar direndiklerini anlatıyor. Ne yaparsan yap bu dağlarda umudu ve direnişi öldüremezsin. Rasyonel veya değil; teslim olmaktansa yok olmayı tercih ederler.
Ama diyelim ki bağımsızlıklarını kazandılar. Yok olmuş bir ülke, eğitimli yetişmiş insan gücü yok. Geçmişten gelen tecrübe yok. Paramparça bir coğrafya. Ne yapılabilir ki?
İşte burada Türkiye’nin rolü devreye girebilir. Bu bölgeyi modernleştirerek veya “Batılılaştırarak” restore edemezsiniz. Samimi niyetlerle de yapılsa, bölgenin karakterine, sûfi geleneğe aykırı dini propaganda da işe yaramaz. Yapılacak şey, dünyanın birçok yerinde entelektüel alanda, iş sahalarında, yöneticilikte ve bürokraside yetkinliğini ispat etmiş Çerkes diasporasının anayurtlarına sahip çıkmasını sağlamak olmalı. Buna da bölgeyle sağlıklı ilişkilere sahip, güvenilir ve güçlü bir ülkenin destek sağlaması, lojistik üs vazifesi görmesi lazım. Hem Kafkasya kökenli nüfusumuz hem de diğer niteliklerimizle bunu biz gerçekleştirebiliriz. Umudun öldürülemediği dağlara yeni bir umut; ama adil, rasyonel ve kalıcı bir umut getirebiliriz.
Arkadaşlar; dosyamızın adı belli oldu. “Umudun Öldürülemediği Dağlar: Kafkasya”.

Paylaş Tavsiye Et