Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2006) > Türkiye Siyaset > Rektör ‘Aşkın’a, sahip çıkın Cumhuriyet’e!
Türkiye Siyaset
Rektör ‘Aşkın’a, sahip çıkın Cumhuriyet’e!
Zeki Okur
YÜZÜNCÜ Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın yolsuzluk gerekçesiyle tutuklanması Türkiye’de tarafların birbirine karıştığı yeni bir tartışmaya neden oldu. Ortalıkta ciddi ciddi dolaşan, en konuşulası durumlarda bile sabrı zorlayan bir soğukkanlılıkla “olay yargıya intikal etmiştir; bir şey söyleyemem” diyen buz adamların, aslında yerine göre ne denli cinli olabildikleri görüldü. Görülen başka şeyler de vardı ya da akla gelen sorular: Üzerine bu kadar titrendiği, titizlenildiği halde Cumhuriyet kadar “sahipsiz” bir başka rejim var mıdır acep? Veya kendisine yüklenen onca seküler kutsallığa rağmen, en ufak bir patırtıda hemen elden gideceğinden korkulan? Boynu bükük demokrasimizi geçin; ihtimal ki, Büyük Britanyalılarıncumhuriyet olamamış (!) meşrutî monarşileri bile bu denli kalabalık bir hâmi ve fedaiyyun topluluğunca savunulmak bahtiyarlığına nail olmuş değildir. Yani “sahipsiz” dendiyse, bu, biraz da sahibinin çok sayıda oluşundan kaynaklanan paradoksal bir durumdur. “Rektör Aşkın’a sahip çıkmak, Cumhuriyet’e sahip çıkmaktır” açıklamasıyla koskoca laik cumhuriyetin bir kişioğlunun varlığına irca edilmesinin tuhaflığı bir yana, Rektör Aşkın’ı tutuklatan “Cumhuriyet” Savcısına kim sahip çıkacak? İmam-Hatip okulları bile birilerinin “siyasî hayatı pahasına da olsa Cumhuriyet’in okulları” olabilmişken; Mahmut Esat Bozkurt’un adını verdiği Cumhuriyet savcıları hâlâ Cumhuriyet’in olamamış mı?
 
Bîtaraf Olan Hep Bertaraf mı Olur?
Bir süreden beri işin bir ucunda YÖK olunca diğer ucunda hükümetin bulunmasına alıştığımızdan mıdır nedir, Rektör Aşkın olayında da, hiç yeri ve gereği olmadığı halde, YÖK-Hükümet gerilimi doğ(urul)du. Öyle ki, tamamen YÖK ve yargı arasında cereyan etmesi gereken olağan bir hadise aşama aşama AK Parti ile YÖK arasındaki olağanüstü bir hesaplaşmanın uzantısı haline geliverdi. Bu durumun oluşmasında payı olan aktörlere kısaca göz atılırsa, en başta medyanın yer aldığı söylenebilir. Hükümet ile YÖK arasında katsayı adaletsizliği, başörtüsü yasağı gibi bitmemiş hesapların bulunduğunu sıkça vurgulayan medya, rektörün evinde tarihî eserlerin ele geçirildiği ve Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı’nın tutuklandığı yaz başından beri, olayı bir AK Parti operasyonu gibi gösterme eğiliminde. Açıkçası AK Parti cenahından bu eğilimi boşa çıkaracak kesinlikte bir reddin gelmemesi, bu konuda medyanın işini kolaylaştırdı. Böylece “Vasiyet Savaşları” manşeti atıp işi, Atatürk/modern üniversite-Said Nursi/Medresetü’z-Zehra dövüşüne kadar uzandırmayı; Yüzüncü Yıl vakasının “yüzyıllık bir dava” olduğunu yazmayı akıl edenler dahi oldu. Buraya kadar uçtuktan sonra medyanın, Yücel Aşkın’dan evvel “üniversite lojmanlarına ‘mahrem’ gerekçesiyle balkon yaptırılmadığı”, “gerici kadrolaşmanın alıp başını gittiği” iddialarını gündeme getirmesi pek de şaşırtıcı değil. Zaten karşılık olarak, rektörün soyağacını ortaya serip Ermeni kökenli olduğunu -neye yarayacaksa!- ispatlayan yayınlar da gecikmedi.
 
“Meydana Düşen Kurtulamaz Seng-i Kazadan”
İkinci olarak, konunun bir YÖK-Hükümet gerilimi olduğu izleniminin doğmasına AK Parti içinden gelen bazı açıklamalar zemin hazırladı. Her ne kadar Van Milletvekili Milli Eğitim Bakanı “Tövbe, Allah tövbesi benim bir ilgim yok” dese de, bir milletvekilinin “Ermenilerin göz diktiği Van’a biz Ermeni kökenli rektör atıyoruz” açıklaması işi iyice karmaşıklaştıran türdendi.
Üçüncüsü, YÖK’ün tahrik kokan girişimlerinin hükümetin sağduyusunu zedeleyen ve onu tartışmanın tarafı haline getiren etkenlerden biri olduğu söylenebilir. Rektörlerin Adalet Bakanı Çiçek’e yaptığı toplu ziyaret(!), YÖK Başkanı Teziç’in “rahat çalışamıyoruz” diye basına hükümetten yakınması, dahası başbakana “Adnan Menderes hatırlatması” yapması; tesadüf olduğu söylenemeyecek bir zamanlamayla Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in akademik unvanı ile üniversitede görev alma hakkının elinden alınması ve yine toplu olarak düzenlenen “Van şov” AK Parti’yi cepheye çekme çabalarıydı. Ve ne yazık ki, bu çabalar şu an itibariyle tutmuş görünüyor; hükümet, kendisini en az ilgilendirmesi gereken bir çatışmanın içine yalınkılıç dalmış durumda. (Bu arada YÖK söz konusu olunca akla gelen bir başka yiğidin, Erkan Mumcu’nun, son olaylarda tedbirat-ı siyasiye gereği “meydana düşmek”ten özellikle imtina eyleyip puslu hava dağılırken arz-ı endam ettiğini ekleyelim). Şüphesiz YÖK’ün hükümete çektiği yoklamaların içinde en etkili olanı ve çifte standart kokanı Başbakanlık Müsteşarı Dinçer hakkında verdiği karardı. Daha önce hiçbir rektörüne toz kondurmayan, intihal nedeniyle iki ay meslekten men cezası aldığı halde, bende-i sadık, rektör-ü sabık Alemdaroğlu’nun apoletlerini sökmeye kıyamayan YÖK, Dinçer konusunda hantal bünyesinden umulmayan bir çeviklikle davrandı.
 
Hem Bayram, Hem Seyran!
Yargı-YÖK cedelleşmesinde hükümeti taraf olmaya celbeden dördüncü aktör olarak Çankaya’yı sayabiliriz. AK Partili vekiller, köşkten kendilerine yollanan “eşi” benzeri olmayan resepsiyon davetiyelerine henüz alışabilmişken; “Cumhuriyet müdafii” rektörler ilk kez Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna çağrılarak küçük ve neşeli bir şaşkınlık yaşadılar. Gazetelerde yazıldığına göre, koskoca Prof. Dr. Hocalar, “Benimki geldi; seninki geldi mi?” merakıyla, pür neşe-hafif telaş, Reis-i Cumhur’dan gelen mazhariyetin kendilerine isabet edip etmediğini birbirlerine sordular. Allah’tan ki; Cumhurbaşkanı YÖK başkanına, davetiyeler ulaşmasa bile herkesin davetli olduğunu söyledi de, o hafif telaş izale oldu. Ancak buna haklı olarak içerleyen Başbakan Erdoğan’ın, sorular karşısında önce susup sonra “Bayram değil, seyran değil…” diye meydana düşüvermesi, “dört buçukuncu” aktör sayılabilecek bir başka tarafı, ana muhalefet lideri Baykal’ı pek bir keyiflendirdi. “Bayram sayın başbakan, hem de en büyük bayram!” diye gürleme fırsatını kaçırmayan Baykal, Erdoğan’a 29 Ekim’i hatırlattı; zaten rektörlerin “Van şovu” ile deyimin ikinci kısmı daha önceden tamamlanmıştı (seyran: Gezme, gezinme). Evet, gerçekten de hem bayramdı, hem seyran...
Netice-i kelam, son tartışmada vuku bulan şey, 12 Eylül militarizminin son iki kurumu olan YÖK ile yargı arasında geçmesi gereken bir münakaşa idi. Ne var ki, yargı adına tek çıkış hükümete yakınlığı baştan bilinen Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı Haşim Kılıç’tan gelirken; diğer yargı mensuplarının suskunluğu aslında bir şeyler anlatıyordu, anlatmalıydı... derken AK Parti münakaşanın tam ortasına düşüverdi. Oysa aynı mahallenin çocukları, aralarında yeri gelir münakaşa, yeri gelir muaşaka ederler. Başka mahalleden gelenlerin arada kalması, hele meydana düşmüşse seng-i kazaya uğraması pek kuvvetle muhtemeldir.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR