Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2006) > Topluyorum > Terör: Yeni dünya oyunu
Topluyorum
Terör: Yeni dünya oyunu

 

Arkadaşlar, dışarıda bunaltıcı bir sıcak var, ama yetişmemiz gereken sıcak bir gündem de var. Onun için biz de sıcak mıcak demeyip, vaktimiz yettiğince olayları tek tek ele alacağız. Allah’tan klimamız çalışıyor.
İngiltere’deki terör eylemlerinden başlayalım isterseniz.
Bence önce neler olduğunun kısa dökümünü verelim. Eğer tüm gelişmeleri aynı anda zihnimizde tutarsak, daha sağlıklı değerlendirmeler yapabiliriz. Zira ilk bakışta birbiriyle alakası yokmuş gibi görünen pek çok gelişme aslında birbiriyle çok yakından alakalı.
Peki öyleyse. İngiltere’deki ve Mısır’daki patlamalar malûmunuz. Irak bu ay her zamankinden daha kötüydü. Şanghay Beşlisi toplantısını unutmamak lazım. Zira büyük güçler rekabeti açısından önemli kararlar çıktı bu toplantıdan. İngiltere, AB Dönem başkanlığını üstlendi. G–8 Zirvesi İskoçya’da toplandı. İsrail-Filistin çatışması yeniden hararetlendi. Almanya, Brezilya, Hindistan ve Japonya BM Güvenlik Konseyi’ne katılmak için resmen başvurdu. Amerika ile Hindistan arasında nükleer enerji noktasında ilginç bir yakınlaşma yaşandı. Yıllardan sonra ilk kez bir Irak başbakanı İran’ı ziyaret etti. Başbakan Erdoğan Putin’le yedi ay içerisindeki dördüncü görüşmesini gerçekleştirdi. Yakında beşinci defa görüşecekler.
İçerideki gelişmeleri de unutmamak lazım. Geçtiğimiz ay Türkiye tarihinin en büyük özelleştirmesi yapıldı. PKK terörü yine tırmanışta. Amerika ile Türkiye arasındaki güvensizlik gittikçe artıyor. Sınır ötesi harekât ihtimali de var. ÖSS sonuçları açıklandı. Bu vesileyle yüksek öğretimdeki kronik problemler yeniden gündeme geldi. YÖK katsayı adaletsizliğini ortadan kaldıracak derken, bu adaletsizliği daha da artırdı. Aslında şu Sultan Vahdettin tartışmasını da ayrıca ele almak lazım.
Ohooo! Böyle giderse hiçbir şeyi konuşamadan akşam olacak. Bir an önce değerlendirmelere geçsek diyorum.
Haklısın. Önümüzdeki sayının dosya konusu eğitim olacak nasıl olsa. Onun için yüksek öğretim ve YÖK’le ilgili konuları önümüzdeki aya bırakalım. Hem vaktimiz de yok.
Ben Şanghay Beşlisi toplantısını önemsiyorum. Bir süredir alttan alta dünya sanki yeni bir kutuplaşmaya doğru gidiyor. Belki yeni bir soğuk savaş demek için henüz erken, ama soğuk barış diyebileceğimiz bir yapı gözümüzün önünde şekilleniyor. Bir tarafta Amerika, karşısında ise hızla yükselen Çin var. Olağanüstü bir gelişme yaşanmazsa Rusya ve İran, Çin tarafında yerini alacak. Bu kutuplaşmada Hindistan’ın konumu muhtemelen önem kazanacak. Amerikalı yetkililerin belirttiğine göre Bush’un ikinci döneminin en öncelikli dış politika meselesinin Amerika ile Hindistan ilişkilerinin geliştirilmesi olduğu anlaşılıyor. Bu yönde, geçen hafta gözlerden kaçan bir gelişme yaşandı. Beyaz Saray, Hindistan Başbakanı Manmohan Singh’i ağırladı. Ve bu ziyarette Amerika Hindistan’ın nükleer çalışmalarını tanıdığını, sivil araçlı nükleer enerji üretimine tam destek verdiğini açıkladı.
Bunun Şanghay Beşlisi ile ne alakası var?
Şöyle bir alakası var: Bir yandan Amerika Hindistan’ı yanına çekmeye çalışıyor, diğer taraftan ise Rusya ve Çin’in de aralarında bulunduğu beş ülke, Şanghay Beşlisi toplantısının sonunda Amerika’nın Orta Asya’daki üslerinin boşaltılmasına dair bir tarih belirlemesini istiyor. Ayrıca herhangi bir devletin uluslararası arenada tek başına hareket etmemesi gerektiğini, bu tür durumlarda Çin ve Rusya’nın da söz sahibi olduğu BM’nin öncelikli olarak müdahil olması gerektiğini vurguluyorlar. Daha ne olsun?
Kırkpınar yağlı güreşlerindeki pehlivanlar gibi yani. Taraflar diplomatik yollarla birbirlerine elense çekiyorlar.
Hah, ben de merak ediyordum, bu kadar yoğun bir gündem varken söz Kırkpınar’a da gelecek mi diye. Bari şu Fatih Ürek’in ağalık meselesini de bir konuşsak.
Amerika’nın Hindistan’ın nükleer çalışmalarına yönelik bu tavrı, zamanlaması açısından da ilginç aslında. Siz bir tarafta, barışçıl amaçlı olduğunu iddia ettiği nükleer çalışmalarından dolayı İran’ı sürekli taciz ve tehdit edeceksiniz, öteki tarafta da Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı dahi imzalamayan Hindistan’ın nükleer çalışmalarına destek sözü vereceksiniz. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Yalnız, Çin ile Rusya arasındaki yakınlaşmaya biraz ihtiyatla yaklaşmak lazım. Çünkü Rusya ile Çin’in ilişkilerinin geçmişi pek parlak değil. Soğuk Savaş’ın kaderini tayin eden Sino-Sovyet ayrılığını hatırlayın. Bir kere aralarında halen çözümlenememiş sınır problemleri var. İkincisi, Rusya hem iktisadî, hem de siyasî açıdan zor bir döneme girmiş durumda. Yükselen Çin’le aşık atması pek mümkün değil. Kendisi de bunun farkında. Hatta, eğer bu konuda yazılanları takip ederseniz, Çin’in Orta Asya’ya yönelik emperyalist ilgisi Rusya’da büyük endişeye neden oluyor. Ne de olsa, Rusya’nın da bölge için bazı planları var. Kısacası, Amerika’ya karşı ortak bir tavır takınsalar bile, Rusya ve Çin’in menfaatleri Orta Asya’nın paylaşımı noktasında pek örtüşmüyor.
Ben size ilginç başka bir şey daha söyleyeyim. Çin ve Amerika’nın dışında belki üçüncü bir gruplaşmadan bile bahsedilebilir. Medyada fazla yer almadı, ama bence G–8 Zirvesi öncesinde Putin, Chirac ve Schröder’in Kaliningrad’da bir araya gelmesi önemliydi. Bu üçlünün, Amerika’nın Irak’a müdahalesi öncesindeki ortak tavrını da hatırlarsanız, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır herhalde.
Madem sözü G-8’e getirdin, buradan devam edelim öyleyse. Nedir bu G–8?
G–8, 1973’teki petrol krizinin getirdiği problemlerle başa çıkmak amacıyla dünyanın en gelişmiş ekonomilerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir platform. İlk toplantısını 1975’te yaptı. O zaman ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Japonya ve İtalya’dan müteşekkildi. 1976’da Kanada ve son olarak da Rusya bu gruba katıldı, böylelikle sekiz oldular. G-8 “Group Eight”in kısaltması.
Ben bugüne kadar G-8’i hep “gelişmiş sekiz”in kısaltması zannediyordum.
Vahim bir hata sayılmaz bu. G-8’in, BM ya da NATO gibi operasyonel bir fonksiyonu yok aslında. Sadece dünyanın en büyük ekonomileri bir araya geliyor ve birbirlerinin niyetlerinden, endişelerinden haberdar oluyorlar. Bazı konularda ortak hareket etme kararı da alabiliyorlar. Bu açıdan G–8 bir iletişim platformu. Ancak, son yıllarda G-8’in önemi epeyce arttı. Ekonominin dışındaki meseleler de G–8 toplantılarında ele alınır oldu. BOP’un tartışıldığı zeminlerden biri 2004 yılındaki G–8 zirvesiydi hatırlarsanız.
Yanılmıyorsam, o zirvede İsrail’in Gazze’den çekilmesine ve Orta Doğu barışının gidişatına dair de görüşmeler yapıldı.
Haklısın, hatta bu konuda ulaşılan ortak görüşler zirve sonunda deklare de edildi. Yani, G-8’in ilgi ve çalışma alanı genişledi. Bunun en önemli nedeni, G-8’in BM gibi uluslararası örgütlere nazaran, vaki olan güç ve rol dağılımını daha iyi yansıtmasıdır. Mesela Almanya ve Japonya BM Güvenlik Konseyi’nde bulunmadıkları halde, G-8’in üyesi durumundalar. Dolayısıyla görüş beyan etme imkânına sahipler.
Doğru, ama senin de dediğin gibi, herhangi bir yaptırım gücü olmadığı için, G-8’in BM’ye alternatif olması şu an için mümkün görünmüyor. Hem Çin henüz bir G-8 üyesi değil. Bu açıdan G-8’in dünyadaki güç ve rol dağılımını tam olarak yansıttığı pek söylenemez. Bu yüzden olsa gerek, geçen ay Almanya, Brezilya, Hindistan ve Japonya BM Güvenlik Konseyi’ne katılmak için bir karar tasarısı sundu BM’ye.
Afrikalı ülkeler de uzunca bir zamandır BM Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmeyi bekliyorlar; ama bir türlü amaçlarına ulaşamadılar. Neyse, Londra ve Şarm el-Şeyh’teki patlamalara geçelim isterseniz. Daha konuşacak çok meselemiz var.
Ben bu konudaki soru işaretlerinden başlamak istiyorum. Her şeyden önce, böyle bir saldırı için el-Kaide niçin bu kadar bekledi? Zira, ta en başından beri İngiltere baş müttefiki olarak Amerika’nın yanında yer almıştı. İkincisi, İngiltere teröre yabancı bir ülke değil. 1960’lardan bu yana IRA ile başı dertte. Buna rağmen hiç kimse IRA’dan şüphelenmedi, ilk akla gelen örgüt el-Kaide oldu. Bu eylemlerin İngiltere’nin 1 Temmuz’da AB’nin dönem başkanlığını devralması ile bir alakası var mı acaba? Eylemcilerin hepsinin Pakistan kökenli olması ne anlam ifade ediyor?
Galiba kafanda bir komplo teorisi var. Yoksa bu soruları böyle peş peşe sıralamazdın. Hevesini kırmak istemem ama iki şey gözünden kaçmış. Eylemlerin hemen akabinde IRA, bu patlamalardan sorumlu olmadığını açıkladı. Onun için IRA’nın suçlanmaması gayet normal. Ayrıca son açıklamalara göre eylemcilerin hepsi Pakistan kökenli de değil.
Londra’daki patlamalarda benim ilk ilgimi çeken şey, teröristlerin kimliği oldu. Dikkat ettiyseniz tüm eylemciler İngiliz vatandaşı. Yani ilk defa bu eylemde İngilterelilik kimliği öne çıktı, tartışmaya açıldı. Daha önceki terör eylemlerinde, New York’taki ya da Madrid’deki olaylarda, eylemciler ne Amerikan, ne de İspanyol vatandaşı idi. Dolayısıyla, eylemcilerin hepsinin Pakistan kökenli olmasından daha önemlisi, hepsinin İngiliz vatandaşı olması.
İlgi çekici başka bir husus da, teröristlerin her birinin normal bir meslek sahibi olması; hiç dikkat çekmemesi.
Ne demek istediğini anlayamadım.
Yani, bundan sonra sıradan, meslek sahibi, aynı zamanda İngiliz vatandaşı da olan Müslümanların hayatı İngiltere’de çekilmez olacak, demek istiyorum. Potansiyel suçlu olmak için herhangi özel bir hususiyete sahip olmalarına gerek yok.
Nedense İslam adına hareket eden el-Kaide’nin her eyleminde en çok zararı Müslümanlar görüyor. Aslında el-Kaide sistem içinde öyle bir joker haline geldi ki, kendi içinde bir temizlik operasyonu yapmak isteyen herhangi bir devlet için bulunmaz bir fırsat oldu. Hem İngiltere’de, hem Mısır’da kim bilir kaç masumun canı yanacak bu eylemler yüzünden!
Belki işin göremediğimiz yönleri var. Belki her şey çok büyük bir komplonun, gizli bir oyunun parçası. Ancak bir de işin görünen ve açıklanmaya muhtaç kısmı var. Yani arkasında kim olursa olsun, netice itibariyle kimin işine yararsa yarasın bu tür eylemleri gerçekleştirenler Müslüman insanlar. Ya da en azından kendileri Müslüman olduklarını iddia ediyorlar. Bunların pek çoğu evli barklı, iş güç sahibi, eğitimli, eli yüzü düzgün insanlar. Nasıl oluyor da, bu kişiler hem kendi canlarına ve hem de kendileriyle birlikte masum sivil insanların canına kastedebiliyorlar? Bazıları terörü İslam’a yıkmaya çalışıyorlar. Bunu aklım almıyor. Ama doğrusu tatmin edici bir cevap da bulabilmiş değilim.
Evet, maalesef terörü İslam’a mal etme eğilimi yok değil. Her şeyden önce şuna bakmak lazım. Eğer terörün kaynağı gerçekten İslam olsa idi, kimliğini İslam’a referansla tanımlayan tüm insanlar ya terörist olurdu ya da teröre en azından sempati beslerlerdi. Ama hakikat böyle değil. Teröre meyleden ya da teröre sempati duyan Müslümanların oranı çok düşük. İkincisi, İslam yeni bir fenomen değil. Bin dört yüz yıllık bir gerçek. Ayrıca, İslam’ın insanların hayatında bugünkünden çok daha belirleyici olduğu dönemler yaşandı. Eğer gerçekten terörün kaynağı İslam olsa idi, bin dört yüz yıllık geçmişinde terör yaygın bir uygulama alanı bulurdu. Hal böyle iken terörün kaynağını İslam’a hamletmek ancak bir art niyetin neticesi olabilir. Bununla birlikte, sayıları az da olsa teröre başvuran ya da teröre sempati ile bakanların psikolojilerinin de açıklanması lazım.
Bakın arkadaşlar, Müslümanlar öfkeli. Öfkeli olmaları için de yeterince sebepleri var. İslam çok güçlü bir ben idraki kazandırıyor müntesiplerine. Tevhit akidesinin getirdiği o güçlü ben idraki ile yaşanan realite arasında ise büyük bir gerilim mevcut. Bu gerilimin uzun sayılabilecek bir geçmişi var. Ancak, şu son on beş sene boyunca gerilim had safhaya ulaştı. Müslümanlar bu dönemde sürekli bir güvensizlik içerisinde yaşadılar. Her yerde ezildiler, horlandılar, dışlandılar. Daha geçenlerde onuncu yılını dolduran Srebrenitsa katliamını gözünüzün önüne getirin. Bosna Savaşı sırasında, Müslüman sivil halk BM’ye mensup Hollandalı askerlerin korumasındaki Srebrenitsa’ya sığınmıştı. Binlerce insan kendilerini BM’nin koruması altında güvende zannederken, Sırplar’ın saldırısına uğruyor ve üç gün içerisinde 8 bini aşkın masum, savunmasız, sivil Müslüman katlediliyor. Dile kolay, 8 bin. Hadi Sırpları anladık. Peki ya BM’nin temsilcisi Hollandalılara ne oluyor? Müslüman sivillerin kurşuna dizildiği saatlerde Hollandalı tabur komutanı Tom Karremans’ın Sırp kasabı Ratko Miladiç ile şakalaştığı, hatta kadeh kaldırdığı sonradan ortaya çıkan video kayıtlarında görülüyor. Böyle bir tavrı hangi psikoloji kaldırabilir. İnsanlar her türlü zorluğa, zorbalığa katlanabilirler, ancak riyakârlığa tahammül etmek imkânsızdır. Şu ana kadar Batılı ülkelerde terör sonucu ölen sivil insanların sayısı ile üç dört gün içinde ölen bu 8 bini bir mukayese edin. Sonra da 11 Eylül terör eylemleri nedeniyle Amerika’nın gösterdiği tepkiyi bir düşünün. Tabii Srebrenitsa’nın sadece bir örnek olduğunu, tüm dünyanın Müslümanlar için köşeye sıkıştıkları bir akü fabrikasına dönüştüğünü akılda tutarak.
İsviçre kökenli bir kuruluş birkaç hafta önce, şu ana kadar Amerikan askerlerinin Irak’ta öldürdükleri insan sayısının 39 bin olduğunu açıkladı. Buna bir de Afganistan’da ölen binlerce masum sivili eklemek lazım.
Maruz kaldığı terör eylemleri nedeniyle bugün Amerika’nın Afganistan ve Irak’ta yaptıkları meşru ise eğer, bence el-Kaide’nin terör eylemleri çok daha meşru. Tek fark birini bir devlet yapıyor, diğerini ise bir örgüt.
Hayır senin bu tepkin de doğru değil. Ne Amerika’nın yaptıkları meşru görülebilir ne de el-Kaide’nin eylemleri kabul edilebilir.
Müslümanlar öfkeli diyorsun. İyi ama, bir tek Müslümanlar değil ki öfkeli olan. Niye diğer öfkeli insanlar teröre başvurmuyor?
Öfkeli Müslümanlar da teröre başvurmuyor. Müslümanların sadece küçük bir kısmı bunu yapıyor. Hem bildiğiniz gibi, intihar eylemlerini ilk defa başlatanlar Müslümanlar değil. Ayrıca bugün Müslüman olmayan pek çok terör örgütü bu yönteme başvuruyor. Tekrarlıyorum, Müslümanlar öfkeli. Bu öfkeyi de anlamak lazım diyorum. Çünkü eskisi gibi değil. Yerel bir hadise yerel kalmıyor artık. Tüm dünya Filistin’deki, Irak’taki, Afganistan’daki, Çeçenistan’daki, Doğu Türkistan’daki adaletsizliği günbegün takip ediyor. Bu adaletsizliğin ve zulmün neredeyse bir asırdır sürdüğünü de biliyor. Artık hücrelerine işlemiş olan güçlü ben idraki, ister istemez bir gerilim, bir öfke doğuruyor Müslüman psikolojisinde.
Düzeltiyorum öyleyse. Peki niye Müslümanların küçük bir kısmı teröre başvuruyorlar?
Bunu çevre faktörleri ile açıklamak lazım. Ben sana bir soru soruyorum: Niye radyasyona maruz kalan ya da sigara içen herkes kanser olmuyor? Tıpkı bunun gibi, zulme ve adaletsizliğe maruz kalanların ve öfkelenenlerin sadece küçük bir kısmı buna terörle cevap veriyor. Eğitim meselesini, ekonomik, siyasî, sosyal ve hatta ailevî şartları göz önünde bulundurmak lazım. Her bir durum için ayrı analiz yapmak gerek. Ama çok genel anlamda söylemek gerekirse, işin içinde bir akıl yürütme problemi var. Sizin de dikkatinizi çektiyse eğer bu tür eylemlere başvuranların ya da bunlara sempati duyanların, eğitimlilerse eğer, önemli bir kısmı mühendislik, tıp ya da temel bilimler formasyonu almışlar.
Bir dakika, ne demek istiyorsun? Terörün kaynağı tıp ve mühendislik fakülteleri mi yani?
Hayır, ama son derece kompleks bir zihinsel süreci açıklayabilmek için bu disiplinlere değinmem gerekirdi. Ne diyordum? Bu tür bilimlerin dünyası 1 ve 0’ların, siyah ve beyazların baskın olduğu, sebep sonuç ilişkilerinin net olduğu bir dünyadır.
Tüm değişkenlerin kontrol altında tutulduğu bir laboratuar gibi yani.
Aynen öyle. Son derece mekanik ve basit bir dünya. Bu dünyada her şey ikili karşıtlıklar düzeyine indirgenmiştir: İyi ve kötü, doğru ve yanlış. Böyle bir zihin radikal değişimlerden yanadır. Bir bilardo topuna diğerinin çarpmasıyla belli bir yönde oluşan hareket gibi, yaptığı eylemlerle olayları kısa bir zamanda, belli bir yönde değiştireceğini zanneder. İran devrimini düşünün. Daha yirmi beş sene önce kim bilir hangi hayallerle gerçekleştirildi bu devrim. Ama bugün İran’da gelinen noktanın, en başta tasavvur edilen dünya ile uzaktan yakından alakası bile yok.
Anladığım kadarıyla bu zihin son derece pozitivist bir bakış açısına sahip.
Evet, pozitivist, Newtoncu ve mekanik, indirgemeci, dolayısıyla da modernist bir zihin. Hâlbuki gerçek dünyada siyah ve beyaz karşıtlığından ziyade gri tonlar hâkimdir. Toplumsal olaylar söz konusu olduğunda sebep sonuç ilişkisi son derece girift bir hal alır. Bırakın kontrol etmeyi, tahmin bile edilemeyen binlerce değişken girer denkleme. Neyse, daha fazla uzatmaya gerek yok. Nasıl bir zihin yapısından bahsettiğim anlaşıldı zannedersem. Şimdi bir de buna, böyle bir zihnin içinde var olduğu sosyal bağlamı eklemek gerekiyor. Zihinler içinde yaşadıkları dünyadan izole değildir. Doğru bir akıl yürütme ancak olgunlaşmış bir sosyal çevre ile mümkün olur. Ne var ki, Müslümanlar böyle bir sosyal çevreyi uzunca bir süre önce yitirdiler. İyiler ve doğrular artık gelenek içinde yaşamıyor. Bireylerin arasındaki ilişkilerde, mahallede, çarşıda, soluduğumuz havada yok artık iyilerin ve doğruların kodları. Sosyal çevremiz bu yönde bize bir yol göstermiyor maalesef. İyiyi ve doğruyu yeniden inşa etmemiz icap ediyor. Sağlıklı bir inşa süreci ise tarihin süzgecine ihtiyaç duyar. Zira uzun vadede neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilebilmek bir insanın kısa ömrüne sığmaz. İşte böyle bir tarihsel süzgeçten de yoksunuz. Biraz önce tarif etmeye çalıştığım bir zihnin, yani bir tarih perspektifi, bir sosyal gerçeklik algılaması olmayan bir zihnin, iyileri ve doğruları nasıl inşa edeceğini tahmin edersiniz herhalde.
Maalesef bu meseleyi bırakıp, diğer gelişmelere geçmemiz gerekiyor. Türk Telekom’un özelleştirilmesi meselesi çok önemli. Ayrıca Türkiye’de yükselen terör ve olası bir sınır ötesi harekât ile bunun Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğine etkisini konuşsak iyi olur. Başka konular da var tabii; ama kalan vaktimiz bu ikisine bile yetmeyebilir.
Arkadaşlar bildiğiniz gibi özelleştirme denilen hadise 1980’lerde başladı dünyada. Ben Tanzimat’tan başlamayacağım, sadece son yirmi beş yılın bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. Ama bunun için 1929 Buhranı’ndan ve “New Deal” adı verilen akımdan söz etmem gerekiyor.
Biraz daha geri gitsen Tanzimat’a varacaksın zaten.
Biliyorsunuz bu akımla birlikte devletin ekonomide toplam yurtiçi talebi ve istihdamı artırıcı, büyümeyi destekleyici bir rol oynaması gerektiği ve refah devleti anlayışı yaygınlık kazandı. Fakat 1960’ların sonundan itibaren kapitalist dünyada sıklıkla görülen devresel krizlerden birisi baş gösterdi. Gelişmiş Batılı ekonomiler ilk defa yüksek enflasyon ile yüksek işsizlik ve ekonomik durgunluğu birlikte yaşamaya başladılar.
Buna stagflasyon diyorsunuz galiba.
Doğru, stagflasyon. Bu dönemde neo-klasik iktisat adı verilen ekol ortaya çıktı ve kendisinden bir önceki ekole reddiye yazarak dedi ki; “Piyasalarda yetersizlik, noksanlık, aksaklık olmaz. Eğer varsa, bunun sebebi siyasaldır. Çünkü piyasa dinamiklerine dışarıdan yapılacak her türlü müdahale, dengeyi optimal olmaktan uzaklaştırır.” Yani kısacası ekonomiye hiçbir şekilde müdahale etmemek, piyasayı kendi haline bırakmak gerekir. Bu yaklaşım kısa sürede yaygınlaştı. İngiltere’de Thatcher’ın, Amerika’da Reagan’ın başını çektiği, devleti ekonomik faaliyetin dışına çıkarmayı amaçlayan bir dalga başladı. Bu yaklaşımın temel mantığı şuydu: Devletin ekonomideki rolü sadece kuralları koymak olmalıdır. İşte özelleştirme bu bakış açısının getirdiği bir ekonomi politikasıdır. Rusya’da, Türkiye’de, Latin Amerika’da bu yaklaşımın etkisiyle hızlı özelleştirmelere gidildi; ama bu özelleştirmelerin neredeyse tümü sorunlu oldu. Çünkü bu ülkelerde güçlü ve yerleşmiş bir rekabet hukuku, bir ticaret hukuku yoktu. Özelleştirme bir satma olarak anlaşıldı. Oysaki özelleştirme bir ekonomi politikasıdır; “sat-kurtul” değildir. Aslında Türkiye’de bu bile olmadı. İşin 150 yıllık bir arka planı var tabi.
Dayanamadın yine, gittin Tanzimat’a.
Evet ama mecburum. Ben yüz elli yıldır Türkiye toplumunun tüm kesimleriyle kapitalistleşmeye direnme, ayak sürüme şeklinde bir yöntem izlediği kanaatindeyim. Yani Türkiye’de bir kapitalistleşme süreci yaşanıyor, ama zoraki. Fakat artık ayak sürüyecek yerimiz kalmadı. Türkiye’de özelleştirme 1984’te başladı, 2004’e gelinceye kadar toplam 500 milyon dolarlık özelleştirme yapıldı. Başka bir deyişle, Özelleştirme İdaresi’nin özelleştirmeler için harcadığı para özelleştirmeden elde edilen gelirden daha fazla oldu.
Fazla vaktimiz kalmadığı için, sözü hemen Türk Telekom’a getirmek istiyorum. Türk Telekom’un özelleştirilmesine karşı çıkanlar, bu kurumun peşkeş çekildiğinden falan bahsediyorlar, bunun aslı var mı?
Aslında bu kesimler her türlü özelleştirmeye karşı. Dikkat ederseniz, bu yaklaşımların tümü teorik bir içerikten yoksun. Yani özelleştirmeye kategorik olarak karşı değiller, olamıyorlar. Ama iş fiilen özelleştirmeye gelince bir sürü bahane bulabiliyorlar. Ben bu tür itirazların altında bir rant kaygısı görüyorum. Yani Türkiye’de bir kesim bu tür kurumların verimsizliğinden, bürokratik mekanizmanın kontrolü altında olmasından çıkar sağlıyor.
Peki ya kâr eden kurumlar? Erdemir ve Türk Telekom gibi?
Bu kâr meselesi de biraz karmaşık. Yani bu kuruluşlar tekel olmasa, içeride ve dışarıda rekabete açık olsalar, acaba yine kâr ederler miydi? Bu kuruluşların kârı ekonomik kâr değil.
Bazıları bu tür sektörlerin stratejik sektör olduğunu, bunun için de özelleştirilmemesi gerektiğini söylüyorlar.
Erdemir’i ya da Türk Telekom’u alan şirket, bu işletmeleri alıp yurtdışına çıkarmayacak ki. Çalıştırmaya devam edecek. Yani Türkiye bu kuruluşlarını kaybetmeyecek. Ancak bu işletmeleri satın alan şirketin üretimi durdurup, işletmeyi kapatması ihtimali akla gelebilir. Bunu önlemek için de satış sözleşmesine önleyici maddeler konulmuştur zaten.
Arkadaşlar maalesef PKK terörünü konuşmaya vaktimiz kalmadı. Artık önümüzdeki ay devam ederiz.

Paylaş Tavsiye Et