Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2003) > Dosya > Umudun öldürülemediği dağlar: Kafkasya
Dosya
Umudun öldürülemediği dağlar: Kafkasya
M. İbrahim Turhan
KAFKASLAR… “Diller Dağı” ismini hak eden; çağlar boyu kavimler göçünün uğrağı, düşman baskısı veya felaketlerden kaçan toplulukların sığınağı olmuş geçit vermez zirveler. Amazon halkının savaşçı Kraliçesi Marpessa’dan, Asurlulara hükmeden ve Babil’i kuran Güvercinler Kraliçesi Semiramis’e kadar kadim medeniyetlerin beşiği olmuş bir coğrafya. Binbir Gece Masalları’nın; “küllerinden yeniden doğan” efsanevi Anka Kuşu’nun diyarı, tanrısal ateşi çalarak insanoğluna verdiği için Zeus tarafından cezalandırılan Promete’nin zincire vurulduğu dağlar Kafkas Dağları. Jüpiter’e yenilerek kaçan Satürn’ün yolunu kesen ve sonunda onun tırpanıyla biçilerek can veren çoban Kafkas’ın yurdunun, daima başkaldırı ve direnişle anılacağı daha mitolojiler devrinden beri belliymiş herhalde. Kafkasya, coğrafya ile iklimin toplumsal yapıyı ve kültürü, hatta insan tabiatını ve kişiliğini derinlemesine etkilediği bir bölge. Bu karlı dağları bir şekilde yurt edinenler, aşılmaz zirvelerin, derin koyakların ve çılgın akarsuların sınırladığı kendi evrenlerinde, çevrelerine ördükleri kozanın içinde bağımsız-bağlantısız yaşayagelmişler. İşte 350 bin kilometrekarelik bir toprak parçasında; aralarında ciddi ayrımlar bulunan 100’e yakın farklı dilin ve diyalektin konuşulması, 9 farklı din ve mezhebin mensubu 40’tan fazla ayrı etnik kökenden insanın bulunması bu parçalanmış yapıdan kaynaklanıyor.
Aslında iki Kafkasya’dan söz etmek mümkün. Birbirine paralel ve kuzeydeki asıl zincirde ortalama yüksekliğin 4.000 metreyi aştığı (Elbruz zirvesi 5.642 m., Kazbek zirvesi 5.047m.) iki paralel dağ sırasının oluşturduğu Kuzey Kafkasya ile, Güney Kafkasya (veya yaygın adıyla Transkafkasya) coğrafya ve kültür olarak farklılıklar arz ediyor. Zira her ne kadar arazinin %80’i yine dağlık olsa da Güney Kafkasya’da, hem iki dağ sırasının arasında hem de daha alçak olan Küçük (veya Beyaz) Kafkasların eteklerinde düzlükler ve ovalar var. Kuzeydeki dağ zincirinin kuzeyinde, Karadeniz’den Hazar denizine kadar uzanan verimli ovalar mevcut. Ancak bu topraklar steplerden gelen saldırılara açık olduğundan ve bu yöndeki akınlar tarih boyu kesilmediğinden güvenli yerleşim sağlanamamış. İşte güneyde Gürcistan’ın, Ermenistan’ın ve Azerbaycan’ın şehir kültürü ve devlet geleneğine sahip olmasına imkan tanıyan da bu coğrafya şartları olsa gerek.
Avrasya’nın bütünlüğünü sağlamak için Balkanlar ve Kafkaslar büyük önem taşır. Bunlar; Halford Mackinder’in “Heartland”i ile Nicholas Spykman’ın “Rimland”inin kesişim kümesi, doğu-batı ve kuzey-güney geçişlerinin hem daraldığı, hem de coğrafyadan dolayı zorlaştığı bölgelerdir. Balkanlar ve Kafkasya, bu önemleri sebebiyle Asya steplerine hakim olan güçlerle Ön Asya’ya hakim olan güçler arasında sürekli mücadele sahası oldular. 7’nci yüzyıldan itibaren bölgeye hakim olan Hazarlar Bizans’la ittifak ederek Ön Asya’nın güneyli güçleri Sasanilerle ve Arap İslam devletiyle çatıştılar. Hazar devletinin sonunu getiren ise eski müttefikleri Bizans’ın güneye sarkmak isteyen Ruslara destek sağlaması oldu. 13’üncü yüzyılda Cengiz Han’ın Moğol akınlarının ardından kurulan Altınordu devleti ise Ön Asya gücü Timur tarafından yıkıldı.
 
Osmanlılar ve Ruslar Arasında Bitmeyen Çatışma
Ruslar, 10’uncu yüzyıldan itibaren Kafkasya’yı kendileri için hayati bir bölge olarak gördü. 965’te Kiev Prensi Svyatoslav’ın saldırıları ile başlayan Rus baskısı, Moskova’nın Kazan Hanlığı’nı yıkarak bir step prensliğinden bir Avrasya imparatorluğuna dönüşmesi sürecinde Kafkasya’dan hiç eksik olmadı. 17’nci yüzyılda Volga ve Don havzasında güçlerini yoğunlaştıran Ruslar, 18’nci yüzyılda Dinyeper’i izleyerek Kırım’a ve Diyester’i izleyerek Besarabya’ya sarktılar. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Rus jeopolitiği açısından kritik olan dört bölgeden üçü; kuzeybatıda Baltık bölgesi, batıda Dinyeper-Dinyester hattında Besarabya ve Moldova, güneyde Dinyeper-Don hattında Kırım Rusların denetiminden çıktı. Karadeniz ile Hazar denizi arasında kalan Don-Volga havzası, Rusya’nın güney stratejisinin tek dayanağı haline geldi. İşte Rusya’nın Kafkas politikası bu çerçevede okunmalıdır.
Rus stratejisi açısından; Sovyetler’in Afganistan işgali ile Rusya’nın Çeçenistan işgali arasındaki ciddi benzerlikler açıkça görülüyor. Her ikisi de Rusya’yı Moskova Prensliği’nin sınırlarına gerilemeye zorlayacak küresel ekonomik ve politik baskılara karşı Rus Büyük Stratejisi’ni savunmaya yönelik olan bu huruç hareketlerinden birincisinin yenilgiyle sonuçlanması, 70 yıllık Sovyetler sisteminin çözülmesine neden olmuştu. Rusya Federasyonu’nun sonunu getirebilecek olan Çeçen direnişine karşı acımasız ve hatta kendi aydınlarının ifadesiyle insanlık dışı darbelerle cevap veren Moskova’nın telaşı böyle anlaşılmalı.
Geçmişi bin yılı aşan bu stratejide hiç değişmeyen bir unsur Kuzey Kafkas halklarının (Kabardeyler hariç) Rus saldırılarına gösterdikleri şiddetli dirençtir. 10’uncu yüzyılda Kafkasya’ya saldıran Kiev Prensleri, Batı Kafkasya’da Çerkeslerle karşılaştılar. I. Petro döneminde güneye inmek isteyen Rus orduları, 1707 ve 1711’de Dağıstan’da yenilgiye uğratıldı. Özdemiroğlu Osman Paşa’nın 1578’deki seferinin ardından, Ruslar bölgeyi ciddi biçimde tehdit etmeye başlayıncaya kadar Osmanlıların Kafkasya ile ilişkisi gevşek ama belirleyici bir çerçevede sürdü. Bölgenin kendine has yapısını dikkate alan Osmanlılar bu yapıyı zorlamamaya özen gösterdi. Bu sebeple Osmanlı Devleti’ne yakın bir bağlılık gösteren Sünni Dağıstan dışında dağlardaki kabileler arasında doğrudan Osmanlı nüfuzu çok sınırlı kaldı. Bununla birlikte, Kırım Hanlığı aracılığıyla Batı Kafkasya üzerinde sağlam bir bağlantı kuruldu. Bölgenin (daha 8’nci yüzyılda başlamasına rağmen 18’inci yüzyılın sonunda ancak tamamlanan) Müslümanlaşması da Kırım Hanlığı üzerinden gerçekleşen bu ilişki sayesinde mümkün oldu.
18’inci yüzyılın ilk çeyreğinden 20’nci yüzyılın ilk çeyreğine kadar geçen iki yüzyıllık dönemde Kafkasya, Osmanlı Devleti’yle Rusya arasındaki büyük mücadelenin önemli bir cephesini teşkil etti. Kendisi de Çerkes olan Ferah Ali Paşa’nın Anapa Muhafızlığı döneminde (1780-85) Kuzey Kafkas topluluklarıyla hem manevi hem de siyasal bağlarını güçlendiren Osmanlı Devleti’nin Kafkasya üzerindeki direnişi 1829’da kırıldığında, Kafkas halkları Rusya ile baş başa kaldılar. O tarihten sonra Osmanlı ve onun varisi Türkiye’nin Kafkasya’ya ilişkin devlet politikası Güney Kafkasya ile sınırlanmış oldu.
Millet, resmî kalıplar içine sığmadığını bir kere daha gösterdi; dara düşen Kafkas halklarının istikameti Osmanlı Devleti oldu. 1830’dan beri devam etmekte olan “Anadolu’ya hicret”, Ağustos 1864’de Çar’ın kardeşi Grandük Mişel’in “Kafkasya’nın bir ay içinde boşaltılmasını, kalan herkesin Rusya’nın savaş esiri sayılacağını” ilan eden fermanıyla hız kazandı. “Çerkes Sürgünü”nde yüz binlerce Kafkasyalı Rus tabiiyetine girmektense hiç tereddüt etmeden Osmanlı ülkesine göçtü. Bugün Türkiye’nin toplumsal dokusunun önemli bileşenlerinden olan (galat-ı meşhur olarak bütün Kafkas halklarını ifade eden bir genel isimlendirmeyle) ‘Çerkesler’, dört yüzyıllık Rus direnişinin muhacirleridir. Yıllar sonra yine bir başka Kafkas direnişi (17 Ocak 1996’da Trabzon-Soçi seferini yapan Avrasya feribotunun kaçırılarak İstanbul’a getirilmesi olayında) rotasını yine Türkiye’ye çevirerek bu bağın hiç unutulmadığını gösteriyordu.
 
Güney Kafkasya
Tarih; İran veya Anadolu’daki siyasi otoritenin, gücünü Güney Kafkasya’yı denetim altında tutacak kadar pekiştirdiği dönemler dışında bu bölgenin de Kafkasların istikrarsız ve parçalı havasından etkilendiğini gösteriyor. Nitekim, Soğuk Savaş’ın ardından Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesi nedeniyle oluşan vakum, ne Türkiye ne de İran tarafından doldurulamayınca Güney Kafkasya karıştı. Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki savaş Dağlık Karabağ’ın işgaliyle durumu kritik bir noktaya getirdi. Gürcistan’da Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan sorunları sıcak çatışmaya dönüştü. Bütün bu çatışmalarda; Rusya’nın ve İran’ın, Türkiye’nin ve (kısmen Türkiye üzerinden, kısmen doğrudan) ABD’nin, İngiltere’nin ve AB’nin açıkça ya da sütre gerisinden yer aldığı görüldü.
Kuzey Kafkasya, uluslararası sistemin merkez güçleri tarafından Rusya’nın ‘iç meselesi’ olarak görülse de Türkiye’nin ve İran’ın da parçası olduğu Güney Kafkasya boz-yapının parçalanması tehlikesi karşısında ABD ve AB müdahale ihtiyacı hissetti. Küresel enerji hatlarının en önemlilerinden birinin dünyaya tek açılışını sağlayan bu bölge, ABD-AB-Rusya geriliminin düğüm noktası oldu. Öyle ki, bu gerilim Kuzey Kafkasya’da süren çatışmaların kaderini de etkileyecek boyuta ulaştı.
 
Türkiye ve Kafkaslar
Kafkasya hem askerî ve stratejik, hem ekonomik, hem de tarihî ve kültürel açıdan Türkiye için büyük önem taşıyan bir coğrafya. Türkiye’nin Kuzey ve Güney Kafkasya’yı bir bütün olarak görmesi şarttır. Zira dinamik bir Kuzey Kafkasya politikası oluşturamayan Türkiye’nin Güney Kafkasya’da söz sahibi olması; Güney Kafkasya’da etkin olmayan bir Türkiye’nin kendi sınırları içinde Doğu ve hatta Güneydoğu Anadolu’da istikrarı sağlaması mümkün değildir.
Ne yazık ki Türkiye Kafkaslar konusunda iki taraflı bir kıskaçtan kurtulamıyor. Kıskacın bir tarafında Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki (1829 sonrasında da görüldüğü gibi) felaketlerin ve Soğuk Savaş döneminin etkisiyle pekişen Rus fobisi yer alıyor. Diğer taraftan da, dış politikasını tek boyutlu/tek eksenli bir angajmanla şekillendirerek ABD’nin açtığı alan içinde hareket etme zaafı Türkiye’nin ufkunu daraltıyor. Rusya’nın tepkisini çekmeme ve gerçek anlamda rekabet etmeme tercihi; boyutu sadece Kafkaslarla sınırlı olmayacak bir dış politika açmazıdır. Avrasya’nın birçok bölgesinde çatışan çıkarları çerçevesinde Türkiye’nin Rusya ile rekabet etmesi, bu iki ülkenin ortak paydalar üzerinde kalıcı ve iki taraflı çıkara dayanan sağlıklı ilişkiler geliştirmesine engel değildir. Tarihte İngiltere ile Rusya’nın, bugün ise Almanya ve İngiltere’nin benzer türde bir ilişkiyi çok uzun dönem sürdürdüğü görülüyor. Türkiye’nin çekinik tavrı hem manevra alanını daraltmakta, hem de elini göstererek üstünlüğü baştan Rusya’ya bırakması sonucunu doğurmaktadır. Halbuki Kafkasya’da Türkiye’nin Rusya’ya yöneltebileceği tehdit, Rusya’nın Türkiye’ye yöneltebileceğinden çok daha büyük bir potansiyele sahiptir.
Türkiye’nin jeostratejik konumu, tarihi, taşıdığı kültürel bağlar ve demografik yapısı tek boyutlu/tek eksenli bir dış politika tercihine izin vermez. Bölgesel derinliğindeki stratejik potansiyelini harekete geçirebildiği ölçüde küresel düzlemde etkili olabilecek Türkiye, hareketli ve çok boyutlu bir politika açılımına mecburdur. Bu çerçevede Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya misyonu, “Batı ile köprü işlevi görme” rolüyle sınırlandırılmamalıdır. Türkiye, küresel aktörlerin her biriyle yere ve döneme göre taktik ortaklıklar kurabilmeli, birlikte hareket edebilmelidir. Ama bu durum bu aktörlerden herhangi biriyle yeri geldiğinde rasyonel bir rekabet içine girmesine engel olmamalı, Türkiye işbirliği ilişkisini stratejik ortaklık adı altında topyekûn bir angajmana dönüştürerek esnekliğini kaybetmemelidir. Bu bağlamda, ABD’nin Güney Kafkasya’daki hayatî çıkarlarına endekslediği ve 11 Eylül-Afganistan gelişmelerinin ardından Rusya’nın insafına terk ettiği Kuzey Kafkasya politikasının, Türkiye’yi de bağlayıcı bir hal alması yanlıştır.
Türkiye bütün Kafkasya’da kalıcı, adil ve insanî bir istikrardan yana ağırlığını koymalıdır. Bölgenin Batı ile her türlü irtibatını en kolay ve güvenlikli sağlayabilecek, bütün ülkelerle tarihî ve kültürel bağlara sahip, ekonomik ve askerî olarak sözünü dinletme potansiyeli taşıyan ve siyasî sistemiyle güven veren merkez Türkiye’dir. Azerbaycan ile İran arasındaki adı konulmamış ihtilafı bütün tarafları tatmin edecek şekilde karşılıklı tavizlerle ve güvencelerle çözebilecek tek ülke Türkiye’dir. Böyle bir gelişme, yine Türkiye’nin (ve İran’ın) aracılığıyla Ermenistan-Azerbaycan çatışmasını da makul bir çözüme kavuşturabilir. Aynı şekilde Gürcistan içindeki ihtilafta da hakem rolünü oynama potansiyeline sahip belki de yegane ülke Türkiye’dir. Kuşkuların ve düşmanlıkların yerini işbirliği ve dayanışmaya bırakacağı, Türkiye ile İran’ın birlikte destekleyeceği Gürcistan-Ermenistan-Azerbaycan hattında istikrarın sağlanması; etkileri bölgesel ölçeği fersah fersah aşan bir gelişme olur. Burada sağlanacak momentumun, Kuzey Kafkasya sorununun çözümünde Türkiye’nin elini güçlendireceği kesindir. Kafkasya’da, Afganistan ve Orta Asya’da, Çin ve Güneydoğu Asya’da ABD ile örtük bir çatışmayı derinden sürdürmekte olan Rusya’nın dayanabileceği potansiyel ortaklardan biri, rekabet alanlarını aralarında açıkça belirlemek kaydıyla Türkiye olabilir. Böyle bir durumda bin yıldır çatışma alanı olmuş Kafkasya, hakların güvence altına alındığı ve bütün tarafların faydasının arttığı bir ortaklık zemini teşkil edebilir.
Türkiye’nin dış politikada en önemli zaafı, değişik senaryolara açık, esnek ve gelişmelere uygun biçimde kendini yenileyebilen, tutarlı bir stratejiden yoksun olmasıdır. Osmanlı Devleti’nin son döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında yaşanan travmaların, hem toplumun hem de devletin zihniyetinde yarattığı nevrotik etkiler bir diğer kısıtlılık sebebidir. Korku ve husumet temelinde şekillenen dış politika bölgesel açılıma hiçbir şekilde imkan tanımaz. Maceracı bir ruhla ve içini dolduramadığı kof bir söylemle ‘ağabeylik’ taslamak, uzun soluklu kalıcı ve rasyonel ilişkiler yerine kısa vadeli çıkarları öncelemek, coğrafyayı olduğu kadar tarihi ve kültürü de paylaştığı toplumlara kendi adına ve hesabına değil başkalarının taşeronu olarak yaklaşmak, ihtilafların dışında kalarak taraflar üstü akîl hakem rolü oynamak yerine kendini çatışan hiziplerden birine indirgemek Türkiye’ye yakışmaz. Türkiye, 250 yıl kendi parçası olmuş ülkelerle, Anadolu’da bin yıl birlikte yaşadığı toplumlarla sağlıklı ilişkiler kurabilecek olgunluktadır. Çözümün öznesi olmak isteyen bir aktör önce kendini çözümsüzlüklerin nesnesi olmaktan kurtarmak zorundadır.

Paylaş Tavsiye Et