Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2007) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Aşırı milliyetçiler Türkiye’nin elini zayıflatıyor...

The Guardian
İngiliz Basını
Çeviri: Burcu Anatay
24 Ocak 2007 Simon Tisdall

Bir kez daha aşırıların uyguladığı şiddetin, hedeflediklerinin tam zıddı bir sonuç verdiğine şahit oluyoruz. Türkler ile Ermeniler arasında köprü kurmaya çalışan Ermeni kökenli Türk gazeteci Hrant Dink’i 19 Ocak’ta vurmakla suçlanan Ogün Samast’ın, kendisini sorgulayan görevlilere Türkiye’nin ulusal onurunu savunduğunu söylediği haberlerde yer aldı. Oysa bu cinayetle Türkiye’nin onuru, dehşete düşen uluslararası kamuoyu önünde lekelenmiş oldu. İstanbul’da 23 Ocak’ta düzenlenen etkileyici cenaze törenine eşlik eden ve yaygın bir şekilde hissedilen utanç, öfke ve kendini sorgulama duygusu, Türkiye’nin milliyetçi kanadının muhtemelen pek de iyi karşılamayacağı bir sonuçtu. Cenaze kortejindekilerin taşıdığı pankartlarda şu ifadeler okunuyordu: “Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeni’yiz!” Türkiye’nin tanınmış gazetecilerinden Mehmet Ali Birand ise şöyle yazıyordu: “Hepimiz sorumluyuz.” Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Hrant Dink’i hedef alan kurşunlar, hepimize sıkılmıştır” diyerek cinayeti anında kınadı. Kabinenin önde gelen bakanlarının cenaze törenine katılmamasına dönük eleştiriler, Türkiye’nin diplomatik ilişkisinin bulunmadığı Ermeni hükümeti ile nüfuz sahibi Amerika Ermeni Kilisesi’nin cenaze törenine resmen davet edilmeleri ile dengelendi.
Bu uzlaşmacı jest, büyük olasılıkla geçici bir sembolik önem taşımasına rağmen oldukça değerliydi. Çünkü doğrudan ya da dolaylı, suikastlara ilham verdiği ve onları desteklediği düşünülen aşırı milliyetçiler için bir diğer hedefi temsil ediyordu. Türk medyası şu sıralar ABD Kongresi’nin de, 20. yüzyıl başlarında yaşanan olayları soykırım şeklinde yaftalamak suretiyle, Türkiye’yi kınayan Fransız Ulusal Meclisi’nin izinden gitmesinden endişe ediyor.
Hrant Dink cinayetine dair söz söyleyenler, Türkiye’deki geniş çaplı ani değişimin olumlu bir yönü bulunduğunu dile getiriyorlar. Üst düzey bir Türk yetkili, buradan bakılarak Türkiye’nin çok değiştiğinin görülebileceğini söylüyor: “Bu terörist eyleme karşı kamuoyunda güçlü bir tepki oluştu. Bu da son derece hassas bir durum. Eylemin arkasında kimin olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Ancak hükümet insanları itidale sevk etmeye çalışırken oldukça sağduyulu davrandı.”
Türkiye’nin 2007’de karşı karşıya kalacağı bütün diğer baskılar ortadayken itidalini korumak, Başbakan Erdoğan ile iktidardaki İslami kökenli Adalet ve Kalkınma Partisi için iyi bir şiar olabilir. Zira hükümet Avrupa Birliği’nin üyelik müzakerelerini kısmen askıya alma kararı ile ağır bir darbe aldı. Yine de bir uzlaşma beklentisi içinde otuz iki kalemde ‘yapısal’ ölçekte yasal reformlar yapılması için bastırıyor. Bir yetkili “AB’nin bu yaptığından hiç memnun değiliz” dese de, insanları AB karşıtı haline getirmenin hiçbir faydası olmadığını eklemekten de geri durmuyor. Türkiye bu sabrının karşılığı olarak 22 Ocak’ta küçük bir ödül aldı. AB dışişleri bakanları, Türklerin kontrolündeki Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ekonomik ambargoyu sona erdirme girişimlerini yeniden başlatma kararı aldılar.
Türkiye, Irak’taki Türkmen azınlığın vatanı olan Kerkük şehri üzerindeki Kürt planlarından ve Kürtlerin kontrolündeki Kuzey Irak’tan Türkiye’nin güneydoğusuna yönelen ayrılıkçı PKK saldırılarından gittikçe daha fazla kaygılanıyor. Dink’in öldürüldüğü hafta başkent Ankara’da görüşmeler yapan tecrübeli Amerikalı diplomat Nicholas Burns, hem ABD hem de onun vekili Iraklı yetkililerin PKK’yı durdurmak için ellerinden ne geliyorsa yaptıklarına dair sürekli yenilenen, kamuoyuna dönük güvenceler vermek zorunda kaldı. Ancak Türkler bu sözlere artık inanmıyorlar. Nitekim Tunceli’de Irak’tan sızan 350 PKK militanını yakalamak için bir komando operasyonu düzenleniyor.
Yetkililerin ifadesine göre bölgesel bir istihdam ve yatırım merkezi gibi görünen, dinamik bir ekonomiden kaynaklanan ve günden güne çoğalan bazı sorunlar da Türkiye’yi sınamakta olan unsurlar arasında yer alıyor. Mevcut eğilimler Türkiye’nin 2015’te bir emek ithalat ağı haline gelmesini öngörüyor ki bu da AB’nin göç korkularını artırıyor.
Bütün bunların yanı sıra Türkiye, bu yıl Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığına taşıma ancak bunu yaparken iktidardaki partisini de zayıflatma ihtimali bulunan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerini de gerçekleştirecek. Böylesine değişken bir dönemde milliyetçiliğe, etnik çekişmeye ve yabancı düşmanlığına ricat etmek Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu son şeydir. Belki de Hrant Dink’in ölümü bütün bunları engellemeye katkıda bulunabilir.


Tavsiye Et
Savaş kapıda mı?

Keyhan / İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
22 Ocak 2007  Başyazı

“ABD İran’a saldırıya mı hazırlanıyor?” Amerikalı yetkililer genellikle bu soruya olumsuz yanıt veriyor ve iki ülke arasındaki sorunların diplomatik yollarla çözülmesi gerektiğini vurguluyorlarsa da, bazı yetkililer askerî saldırının politikacılar ile karar alıcıların masasında bir seçenek olarak yer aldığını belirtiyorlar. Bir olasılığa verilen önem, o olasılığın gerçekleşmesi durumunda sahip olacağı önem oranında olduğu için, en küçük bir askerî saldırı olasılığı dahi çok ciddiye alınmalı ve ne kadar düşük ihtimal de olsa “olay günü” için gerekli tüm hazırlıklar yapılmalı. Ancak eldeki kanıtlara ve bilgilere göre ABD ile müttefikleri; Irak, Lübnan ve Filistin başta olmak üzere bölgedeki başarısızlıklarının ardından İran’a kendi yasadışı isteklerini dikte ettirebilmek için psikolojik savaş taktiklerine başvuruyor ve “askerî saldırı olasılığı”ndan psikolojik bir baskı unsuru olarak yararlanmaya çalışıyorlar.
Özellikle son üç yıldır ülkemizin nükleer dosyası konusunda ABD ile ilişkilerinde yaşadığı gerilimler dikkatle incelenecek olursa, Amerikalıların İran’a yönelik askerî bir saldırı olasılığının her zaman masadaki seçeneklerden biri olduğunu belirttikleri görülecektir. Nitekim 2004 Şubat’ında bazı Amerikalı ve İsrailli askerî yetkililer, Pentagon’un İran’ın nükleer hedeflerine yönelik bir plan hazırladığını ve bunun ortaklaşa uygulamaya koyulacağını açıklamışlardı. Aynı şekilde İngiltere Başbakanı Tony Blair de Associated Press’e verdiği özel bir demeçte, İran’ı nükleer faaliyetlerindeki ısrarından dolayı uyarmış ve üstü kapalı bir tehditle bu ısrarının bölgede yeni bir savaş başlatabileceğini söylemişti.
Bush’un ABD ara seçimlerinde yenilgiye uğramasının ardından istifa etmek zorunda kalan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in yerini alan Robert Gates, ilk kez çıktığı Ortadoğu turu kapsamında 18 Ocak’ta Bahreyn’de Amerika’nın İran’a yaptığı son baskıların asıl amacının bu ülkeyi müzakere masasına çekebilmek olduğunu açıkça itiraf etti: “Şu anda İran’ın ABD ile müzakerelerde bulunmaya hiçbir ihtiyacı yok; dolayısıyla Baker-Hamilton Raporu’nda tavsiye edildiği gibi İran’la görüşmelerde bulunmak istesek bile İran’a ‘falan işleri yapma ya da bölgeyle ilgili falan projelerde bizimle işbirliği yap’ demekten başka çaremiz yok.” Gates bu konuşmanın sonunda ABD’nin İran karşısındaki konumunu “Bu şartlar altında bizim İran’la görüşmelerimiz daha çok ricaya benzeyecektir.” şeklinde tasvir ettikten sonra sözlerini “ABD’nin son dönemde İran’a yönelik artırdığı baskı ve tehditler, bu ülke karşısındaki diplomatik konumumuzu güçlendirme amacını taşıyor” cümlesiyle tamamlıyordu.
Bir süre öncesine kadar ABD Dışişleri Bakanlığı’nda görevli olan Ortadoğu uzmanı Wayne White da 20 Ocak’ta yaptığı açıklamayla bu psikolojik operasyonun bazı boyutlarını ortaya çıkardı. White’ın görüşleri Amerikan ve Avrupalı haber kanallarında ayrıntılı biçimde yer aldı; ancak Farsça yayın yapan yabancı radyolar ve bazı Arap yayın kuruluşları onun sözlerinden sadece şu bölümleri dinleyicilerine ve seyircilerine ulaştırdılar: “Yalnızca belirli hedeflere yönelik askerî bir operasyon olmayacak, aksine saldırılacak birçok hedef var.” Oysa White, geçen yıl Amerikan hükümeti ve ordusu tarafından ortaklaşa hazırlanan ve Amerika için içerdiği tehlikeli sonuçlardan dolayı gündemden kaldırılan bir projeden bahsetmişti. White şunları söylemişti: “Benim geçen yıl gördüğüm plan, İran’ın denizaltı, savaş gemileri gibi deniz ve savunma mevzileri ile füze tesislerine yoğun bir saldırıyı içeriyordu; ancak bu dönemde böylesi bir saldırının zorlukları ve yol açacağı tehlikelere dair bilgiler George Bush’un önüne konulunca bu saldırıdan vazgeçildi.” White sözlerine şöyle devam etmişti: “Amerikalı yetkililer bölgede yeni bir savaşı kaldıramayacaklarını biliyorlar.” ABD ara seçimlerinde Kongre’de çoğunluğu ele geçiren Demokratların Senato’daki lideri Senatör Harry Reid partisinin onaylanması için hazırladığı tasarı ile ilgili olarak şöyle diyor: “Her ne kadar İran’a saldırı olasılığı bulunmasa da ve Bush hükümeti böylesi bir saldırıyı imkansız ilan etse de, gerçekleşmesi durumunda böyle bir saldırı ABD için son derece korkunç bir facia olacağı için en küçük olasılığı dahi engellemek amacıyla böyle bir tasarının onaylanmasının gerekli olduğu sonucuna vardık.” Bu tasarıya göre Bush, İran’a yönelik herhangi bir saldırı için Kongre’den izin almak zorunda kalacak.
Bu psikolojik harekatı şiddetlendiren son gelişme, Amerika’nın Irak’ta izleyeceği yeni stratejinin açıklanması ve Erbil’deki İran Konsolosluğu’nda görevli beş İranlının tutuklanması oldu. Bazı uzmanlar, Bush hükümetinin bu hareketini, Amerika’nın İran ile askerî açıdan karşılaşmaya karar vermesi olarak yorumladılar. Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Erbil’deki konsolosluk baskınından bir gün sonra bu operasyonun Bush’un doğrudan onayı ile yapıldığını açıklamış, ancak birkaç saat sonra Beyaz Saray sözcüsü isim vermeden Rice’ın iddiasını yalanlamıştı. Diğer taraftan birçok uzmana göre bu hareket, ABD’nin yeni yaklaşımını göstermekten çok, Bush’un Irak halkının çoğunluğunun (yani Şiilerin) isteklerine teslim olduğunu düşünen ve İran’ın yanında yeni bir İslam devletinin kurulmasından ciddi şekilde rahatsız olan bölgedeki Arap hükümetlerinin gönlünü alma çabası olarak yorumlanmalı. Bu Arap ülkelerinden birinin ABD’deki büyükelçisi, Rice ile gerçekleştirdiği görüşmeden sonra şöyle demişti: “Eldeki kanıtlara ve bilgilerimize göre Bush, Irak halkının çoğunluğuyla uzlaşmaktan başka çaresi kalmadığı sonucuna varmıştır ve Saddam’ın idamı esnasındaki sessizliği de -ki bunu engelleyebilirdi- şu anki Irak hükümetine ve İran’a taviz vermek anlamına gelmektedir.”
Son olarak başlangıçta da belirttiğimiz gibi, eldeki veri ve bilgilere göre ABD’nin İran’a saldırma tehdidi yalnızca psikolojik bir operasyondur ve gerçekleşme olasılığı çok düşüktür. Ancak İranlı yetkililer olası saldırı gününe hazırlanmak için gerekli her türlü tedbiri almalı ve İran’ın güç etkenlerinin üzerinde gerekli manevralar yapılarak taraflara uyarıda bulunulmalıdır. ABD bugün egemenliğinin en zayıf döneminde bulunuyor. Irak, Amerikalı askerlerin can verdikleri bir bataklığa dönüştü ve savaşın uzaması, gerek sıradan halk kesimleri, gerekse de askerlerin ciddi tepkilerine neden olmaya başladı. Amerikalılara, ahmakça bir saldırıya giriştikleri takdirde kendilerinin ve müttefiklerinin nasıl korkunç bir sonla karşılaşacakları iyice anlatılmalı.
Doğumuzda ve batımızdaki Amerikalı askerler, menzilimiz içinde yer alıyor. OPEC’in ürettiği günlük 30 milyon varillik petrolün yaklaşık 24 milyon varili Hürmüz Boğazı’ndan geçiyor. Saldırı durumunda ABD’nin arka bahçesi konumundaki bazı Arap ülkeleri yalnızca büyük ekonomik ve toplumsal krizlerle yüz yüze kalmayacak; bu ülkelerin varlıkları bile tehlike altına girecektir. Mısır’ın, Ürdün’ün, Bahreyn’in ve Arabistan’ın zeki ve kültürlü halkları, bölgedeki askerî krizi kendi dışa bağımlı yönetimleriyle mücadele için en iyi fırsat olarak göreceklerdir. Diğer yandan Amerikalılar sekiz yıllık İran-Irak Savaşı boyunca İran ile karşı karşıya gelmenin acı sonuçlarını tatmışlardı. Üstelik o dönemde İran, devrimden yeni çıkmış, sınırlı güce ve olanaklara sahip bir ülke idi. Bugün ise…


Tavsiye Et