Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2007) > Memleket Hali > Tehdit değişiyor, olağanüstü hal kalkıyor!
Memleket Hali
Tehdit değişiyor, olağanüstü hal kalkıyor!
M. Akif Kayapınar
TÜRKİYE’Yİ “yırtılmış bir ülke” diye tarif etmişti Huntington 1993’te yayımlanan ve tüm dünyada büyük tartışma başlatan Medeniyetler Çatışması adlı şaibeli makalesinde. Doğu ile Batı, gelenek ile modernite ve nihayet İslam ile Hıristiyanî laiklik arasında yırtılmış bir ülke. Son günlerde şahit olduğumuz Çankaya meselesi, başörtüsü, YÖK, Amerika ile ilişkiler ve hatta Başbakan’ın uçağında içki içilip içilmemesi tartışmaları… Hepsinin de altında yatan bu yırtılmışlık hali. Ne var ki, yırtılmışlık da bir maske. Onun da altında yatan yegâne gerçek, Devlet-i Âliye’nin muhafazası.
 
Başörtüsünde Mutabakata Doğru
Eşi başörtülü olan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ihtimali ile tekrar gündemin birinci sırasına oturan ve ardından da Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki bir olayla iyice pekişen başörtüsü tartışması ilginç bir boyut kazanmış durumda. Bir kere, sesini duyurabilen hiç kimsenin Erzurum’da cereyan eden olaydan hazzetmediği ortada. Rektörün bu olaydaki tavrı neredeyse bütün kesimler tarafından bir aşırılık ve hatta laikliğe zarar veren bir uygulama olarak algılandı. Dahası eşarbı türbandan farklılaştırma çabaları ya da hizmet eden ile hizmet alan arasında çizilmeye çalışılan ayrım, bu meselede bütün kesimleri tatmin edecek bir uzlaşmanın çok da uzak olmadığı beklentisini doğurdu. Ayrıca hükümetin pek de dahli olmadığı anlaşılan şu katsayı meselesinin tekrar YÖK’ün gündemine gelmesi ve katsayı eşitsizliğini kısmen bertaraf etme yönündeki teklif reddedilmiş olsa da, bu kararın yediye karşı dokuz gibi küçük bir çoğunluk ile alınması çözüme ilişkin beklentileri pekiştiren bir gelişme olarak algılandı.  
Peki, bu girift meselenin çözülmesi yönündeki beklentiler beyhude olabilir mi? Devlet bu konuda olumlu bir adım atar mı? Eğer atarsa bu yaklaşımın mantığı ne olabilir?
Her şeyden önce şunu ifade edelim ki, başörtüsü konusu çözümsüz bir konu değildir. İkincisi, bu mesele hükümetlerin ya da siyasî partilerin değil Devlet’in çözeceği bir meseledir. Üçüncüsü, şartlar olgunlaşmıştır ve muhtemelen de Devlet bu meseleyi çözecektir. Aşağıda da ifade ettiğimiz gibi bu işin bir mantığı ve mekanizması vardır. 
Bu mantık ve mekanizmaya geçmeden önce, evvela ortada dolaşan birkaç spekülasyondan söz etmekte fayda var. En görünenden başlamak gerekirse son günlerdeki gelişmeler, Başbakan’ın meseleyi referanduma götürme “tehdidine” karşı bir hamle olabilir. Zira referandumdan çıkacak olumlu bir netice Türkiye’deki devlet oluşumunun meşruiyetini büyük oranda ortadan kaldıracaktır. Hatta böyle hassas bir meselede yapılacak bir referandum toplumsal düzeyde bir çözülmeyle bile neticelenebilir. Dolayısıyla Devlet, bu sorunu referanduma bırakmadan çözmek istemektedir.
İkincisi, başörtüsü meselesi Türkiye’de, her türlü maliyetine rağmen, bir siyasî rant kaynağına dönüşmüş durumda. Bu meseleyi çözen partinin toplumsal destek anlamında büyük bir sıçrama yapması pek muhtemel. Devlet hükümetin bu husustaki kozunu elinden alarak böyle bir rantı AK Parti’ye bırakmak istemiyor olabilir. Hatta denebilir ki, bu meseleyi hükümetten bağımsız bir şekilde çözmek suretiyle Devlet, 28 Şubat sürecinde zayıflayan halk nezdindeki itibarını yeniden kazanmayı hedeflemektedir.
Bir diğer spekülasyon; hükümet ile derin devlet arasında Çankaya’ya karşı başörtüsü pazarlığı olmuştur. Başörtüsü meselesinin çözümü karşılığında Erdoğan Çankaya’dan vazgeçirilmiş olabilir. Ya da benzer bir pazarlık ABD ile hükümet arasında yaşanmıştır. Amerika Türkiye devleti üzerindeki nüfuzunu kullanarak bu meseleyi çözecek, karşılığında da Suriye ve İran’a karşı AK Parti hükümetinin desteğini bekleyecektir. Hem BOP’un mantığı da bunu gerekli kılar. Ayrıca son günlerde Amerikan derin devleti ile içli dışlı olan etkili isimlerden Huntington ve Soros’un, Türkiye’deki laiklik uygulamasının yumuşatılması yönündeki açıklamaları da bu tezi destekler mahiyettedir. Veyahut da, Amerika’nın böyle bir işe girişmesi ihtimaline karşı devlet daha erken davranıp meseleyi çözme yoluna gidiyor olabilir.
 
Devletin de Bir İdeolojisi Var
Tüm bunlar mantıklı açıklamalar. Ne var ki, tarafların zihninde neyin olduğunu bilmeden bu spekülasyonların doğru olup olmadığı hakkında bir şey söylemek mümkün değil. Bunun bilincinde olarak daha kapsamlı, daha tarihsel-sosyolojik ve daha uzun vadeli bir tahlil denemesi de yapabiliriz. Şöyle ki; on dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren, siyasî bir kurum olmaktan öte, ontolojik bir hayat alanı mesabesinde olan Osmanlı Devleti’nin çöküşünün neden olduğu derin travma ile, Türk siyasî elitinde bir Devlet’i kurtarma refleksi gelişti. Her ne pahasına olursa olsun Devlet muhafaza edilmeliydi. Zira devlet sadece dirlik ve düzenliğin değil, bizatihi varoluşun da kaynağıydı. İşte bu Devlet’i kurtarma refleksi, zaman içinde dışlayıcı, durağan ve dogmatik bir ideolojiye dönüştü. Devletin ideolojisi ile kastettiğimiz şey budur.
Bu ideolojiye göre, Devlet ne demokrasi ve hatta ne de, zannedilenin aksine, laiklik uğruna feda edilebilir. Devletin bekası için gereken dünya görüşü, Ziya Gökalp’in formülasyonu ile, “Türkleşmek, Muasırlaşmak, İslamlaşmak” şeklindeki bir sentezden ibarettir. Bu çizgiden herhangi bir sapma devlet tarafından bertaraf edilebilir. Bu da bir sapmanın diğer bir sapma ile dengelenmesiyle mümkündür. Bu çerçevede milliyetçiliğin de, batıcılığın da, İslamcılığın da aşırısı Devlet’in bekasına bir tehdit teşkil eder. Solculuk mu? Onun irapta mahalli bile yok. Bu açıdan bakıldığında, bir keşmekeşi andıran yakın dönem Türk siyaseti ne kadar da düzenli ve berrak değil mi?
 
“Olağanüstü Hal” Kalkıyor
Devletin ideolojisini bu şekilde ortaya koyduktan sonra mevcut gelişmelere tekrar dönelim. Türkiye 28 Şubat süreci gibi yıkıcı ve yabancılaştırıcı bir süreç yaşadı. Bu süreç İslamcılığın “aşırısına” karşı sahneye konmuştu ve başarılı oldu; İslamcılık Devlet’in tahammül edebileceği sınırlar içine çekildi. Dolayısıyla sürecin getirdiği şartların değişmesi için uygun bir ortam oluştu. Diğer bir ifade ile “olağanüstü hal” artık kaldırılabilirdi. 
Dahası, elli yıllık müttefikimiz Amerika Irak’ı işgal etti. Bir Amerikan planı ya da değil, bugün Amerika’nın kontrolündeki Irak’ın kuzeyinde, Devlet’in bekasını tehdit eden bir Kürt yapılanması alttan alta vücut buluyor. Bu sürecin Amerikan siyaset yapıcılarının ya da karar vericilerinin gözünden kaçtığına inanmak ancak bazı pos bıyıklı gazetecilere ve gazeteci kılıklı akademisyenlere yakışır. Bunun ötesinde Amerika’nın BOP stratejisi hâlâ inandırıcı olmaktan çok uzak. Üstelik bu strateji burnumuzun dibini hallaç pamuğu gibi dağıtmayı da öngörüyor. BOP deklare edildiği haliyle hayata geçirilebilse bile, ki bunun için galiba güneşin batıdan doğması lazım, ortalığı toz duman kaplayacak; bunda şüphe yok. Bu dumanlı havadan hangi kurdun nasıl yararlanacağı sorusu hâlâ önümüzde dağ gibi duruyor. 
Bunun haricinde AB ile ilişkilerinde Türkiye hep ihtiyatlı olmak zorunda. Son anayasa referandumları ve bütçe görüşmelerinin ardından AB’nin kendi kel başına süreceği ilaçtan dahi yoksun olduğu gerçeği, Türkiye’nin teyakkuz halini pekiştiriyor.
Sözün özü, Türkiye kurtlar sofrasına oturuyor. Önüne ekmek koyacak, eline kaşık verecek güvenilir bir müttefiki yok. Hatta, öz varlığı tehlikede. Her an sofrada bir yeme dönüşebilir. Öyleyse iş başa düşüyor. Böyle bir durumda yapılması gereken, iç bütünlüğü tahkim etmektir. Bunun şartı da, aşırılıklar törpülendiğine göre, toplumun tüm kesimlerini memnun edecek bir açılımdır. Yani ılımlı bir milliyetçilik, ılımlı bir batıcılık ve ılımlı bir İslamcılık.
Önümüzdeki aylarda Türkiye siyasetinin bu anlamda “normalleşeceğini” öngörebiliriz. Bu çerçevede, yukarıda da değindiğimiz gibi, halkın başörtüsü meselesinin çözümüne yönelik beklentisi beyhude değil. Bunun bir mantığı ve mekanizması mevcut. Şartlar da olgunlaşmış görünüyor.
 
İçki Siyasî Bir Simge Olabilir mi?
Neyin simgesi mi? Başörtüsü neyin simgesi ise onun zıddının tabii ki? İyice kabak tadı veren başörtüsü tartışmalarının bize öğrettiği bir husus var ki, o da bir şeyin siyasî sembol olması için onun bir siyasî çizgi/grup/partiye münhasır olmasına gerek olmadığı. Dolayısıyla, eğer başörtüsü siyasî bir simge ise ve bizler tutarlı olmak istiyorsak, kabul etmeliyiz ki içki de siyasî bir simgedir. Başörtüsü kamusal alanda yasak ise içki de kamusal alanda yasaklanmalıdır. Zira Türkiye’de içki, dünyanın geri kalanından farklı bir biçimde, pek çok zaman keyif için değil, bir statü ve dünya görüşü simgesi olarak tüketilmekte. Nitekim son ABD ziyaretinde Başbakan’a refakat eden medya mensuplarının uçakta içki içmemiş olmaları sorun oluyorsa eğer, bunu başka türlü izah etmenin imkânı var mı? Canı istememiş… Kokusundan ötürü etrafını rahatsız etmekten sakınmış… İçki içmeyen bir Başbakan’a karşı bir incelik, bir jest yapmak istemiş… Olur mu efendim!.. Uçağa binilince içilir… Çağdaş yaşamın bir koşuludur bu… Laiksen eğer içeceksin kardeşim; çünkü içmek laikliğin şanındandır… Bundan daha iyi bir siyasî simge olabilir mi?
Şaka bir tarafa, içki tartışması gerçekten utanç verici idi.

Paylaş Tavsiye Et