Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2007) > Topluyorum > Paranoya sürüyor
Topluyorum
Paranoya sürüyor
Bayram arifesinde, Ramazan ayında TopluYORUM için bir araya gelince benim aklıma gelen ilk şey, keşke şu önümüzde duran yoğun gündem müsaade etse de, Ramazan ve bayram üzerine uzun uzun konuşabilsek oldu.
Maalesef İslam dünyası bayramlarını kaçtır hüzünlü, kaçtır buruk yaşıyor. Yaklaşık yüz elli yıldır, İslam coğrafyasının bir yerlerinde bayram öncesinde Müslümanlar çeşitli kıyımlara maruz kalıyor.

Evet, keşke kansız bir gündemin oluşturduğu bir yoğunlukla karşı karşıya kalsak. Gündemi analiz eder, bir nebze de olsa müdahil olduğumuzu hissederiz. Ancak bayram arifesinde, Müslümanlar oruçlu bedenleriyle tarihin henüz yazmadığı yeni teknolojiler marifetiyle katlediliyor. Bayram, hem bir birlik çağrısı hem bir hemhal olma hali. Bu birliği hazmedemeyenler, bu hemhal olma halinin sürurunu kıskananlar, bayramlarımız öncesinde sistemli kıyımlara girişiyorlar.

Ne var ki bu kıyıma girişenler bu hemhal olma halinin ve bu birlik duygusunun daha da pekiştirilmesini sağlıyorlar.

Gerçekten de İslam dünyasının bugün yaşadığı problemi en iyi sembolize eden şey, hiç kuşkusuz bayramlarını buruk geçirmesidir. Bana kalırsa buna yol açanlar bunu Müslümanlar bayramlarını buruk geçirsinler diye yapmıyorlar. İslam dünyasının yaşadığı siyasi buhran, Avrupalı sömürgeci güçlerin İslam ülkelerine dönük tasallutuyla ve Osmanlı’nın parçalanmasıyla had safhaya ulaşmış bir süreç. Bu süreçte dünya dengeleri değişti. Müslümanlar tarihlerinde ilk kez böylesi bir durumla, siyasi yenilmişlik haliyle karşı karşıyalar.

Geçtiğimiz iki yüz yıla baktığımızda Batı dünya sisteminin bütün dönüm noktalarında İslam dünyasının nesneleştirildiğini görürüz. Özne olarak Batı ve nesneleştirilen İslam dünyası. Bu nesneleştirme süreci aynı zamanda bir medenileştirme süreciydi.

Güya.

Hayır, neden güya diyorsun. Bal gibi de öyleydi. Mehmet Akif Ersoy, “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” derken bunu kastetmiyor muydu? Bugün felsefe profesörü Teoman Duralı’nın adlandırmasıyla “İngiliz-Yahudi medeniyeti”, hem kıyım yapmaktan geri durmuyor, hem de medeniyet getirmeye gidiyoruz diyor. Bakın, on altıncı yüzyıldan beridir ‘medeniler’ ‘gayr-ı medenileri’ ‘medenileştirirken’ dört temel argümana yaslandılar: “Ötekilerin barbarlığı”, “evrensel değerleri tahrip eden eylemlere son verme”, “vahşiler arasında hasbelkader kalan masumları savunma”, “evrensel değerleri yayma imkanı yaratma”. ABD başkanı G. W. Bush’un Afganistan ve Irak’a savaş açarken öne sürdüğü ve hâlâ da sürmeye devam ettiği gerekçeler, bu argümanlardan besleniyor. Velhasıl dünyanın bu “tek dişi kalmış canavar”la problemi hiç de yeni değil.

Bugün İsrail, bir yandan Filistinli Müslümanlara karşı kimyasal silah kullanıyor ve yeni silah teknolojilerini Müslümanlar üzerinde deniyorken, diğer yandan “insan hakları” söylemini yedeğine alarak yapıp ettiklerini büyük bir aymazlıkla meşru göstermeye çalışıyorsa, bu devşirdikleri zulüm kültürüyle alakalı bir şeydir. Aynı şekilde Amerika, pudra bombası denen bu yeni kimyasal silah teknolojisinin henüz deneme aşamasında olduğunu vurgulayıp, diğer taraftan bu kimyasal silahı Iraklılar üzerinde deniyorsa ve yine dış politika söylemini “insan hakları” ve “terörizme karşı haklı savaş” perspektiflerine bu denli rahat bir biçimde oturtabiliyorsa bu, sahip oldukları tarihsel tecrübe ve kültürle alakalı bir şeydir. Hem “savaş makinesi” hem “medeniyet timsali”. Batı’da bilim, tarih yazımı ve felsefenin de yardımıyla, savaşın, ölümün ve zulmün estetikleştirilme çabası hep olageldi. Barutlu silah da bu arayışın ürünüydü, atom bombası da. Bugün pudra bombası da öyle. Savaş kansız olmalı. Kan içeriye akmalı, görüntü temiz olmalı. Medeniyet vaadinde bulunanlar, estetik bir ölümden fazlasını sunabildi mi bize? Ölümümüzden medet umanlar, bize medeniyet vaadinde bulunanların ta kendileri.
Ancak bayramın Müslümanlar için bir sürur ve gurur vesilesi olduğunu da unutmayalım. En zor şartlar altında bile bayram Müslümanlar için bayramdır. Bayram bir imkândır, kendimiz ve dünyanın hali üzerine düşünmek için, barışmak ve paylaşmak için bir fırsat. Evet, bugün dünyada çok ciddi bir hareketlilik söz konusu.
Bu doğru. Ancak, bu hareketliliğin bizim için bir fırsat olduğunu da bilmemiz gerekiyor. Yetişmiş insan unsuru olduğunda bu gidişatı fırsata dönüştürmek mümkün. Yapılması gereken, kendi kültürüne, tarihine, toprağına ve toplumuna karşı sorumluluk besleyen insanların yetiştirilmesine gayret sarfetmek ve ümidimizi kaybetmemek.

 
İrtica Nereye Gidiyor!
Evet, bu noktadan sonra ben sözü Türkiye gündemine getirmek istiyorum. Tartışmamız gereken önemli başlıklar var. Her şeyden önce bir süredir devam eden laiklik ve irtica tartışmasının üzerinde durmamız gerekiyor.
Aslında, irtica tartışması bir süredir devam ediyordu. Daha önce de konuştuğumuz gibi irtica tartışması daha ziyade medyada bazı tekil olaylardan kalkılarak tartışılıyor, bir kampanya yaratılmaya çalışılıyordu. Bunların ne olduğunu geçen ay tartıştık. Yeni aktörler ve olaylar bu kampanyanın nesnesi haline getirilmeye devam ediyor. Bana öyle geliyor ki, bu kampanya belli oranda başarılı oldu ki devletin üst kademesinde önce Kuvvet Komutanları, ardından Cumhurbaşkanı ve daha sonra da Genelkurmay Başkanı bu tartışmaya katıldılar. Komutanların ve Cumhurbaşkanı’nın bu tartışmaya kattıkları husus laiklik vurgusu oldu.
Aslında pozitivizm vurgusu dersek daha doğru olur.
Bu sayımızda Mümtaz’er Türköne’nin yazısı Türkiye’de laiklik ve pozitivizmin ne denli iç içe geçtiğini başarılı bir biçimde ortaya koyuyor.
Kim ne derse desin Türkiye’ye giren ilk ideoloji pozitivizmdir ve pozitivizm bütün diğer ideolojilerin, siyasal kavram ve düşüncelerin içerisine az ya da çok nüfuz etmiştir. “Düzen içerisinde ilerleme”yi kendisine hedef seçmiş elitlerin kurguladığı toplum ve siyaset tasarımının en temelinde de pozitivizm yer aldı ve pozitivizm çoğu kez nihai referans çerçevesi olarak karşımıza çıktı.
Türkiye’de Kemalizmin toplumsal müzakere imkanını ortadan kaldıran yönü bu pozitivizm ısrarında esasında. Bu ısrarı anlamak mümkün ama toplumsal alanda yarattığı gerilimlere tahammül etmek imkansız. Türk siyasetinin başlıca gerilim alanlarına baktığınızda, bir tarafın pozitivizmi gerçeğe ulaşmanın biricik aracı olarak takdim ettiğini görüyor ve gerilimin de kahir ekseriyetle bu pozitivizm ısrarından kaynaklandığını fark ediyorsunuz. Bu takdim çoğu zaman salt bir ideolojik takdim de olmayabiliyor. Zaman zaman kültürel, zaman zaman ekonomik verimlerini de beraberinde getiriyor söz konusu takdim. Bana göre bu bağlamı göz önünde bulundurmadan ne askerin siyasetteki rolünü, ne sivil siyasete duyulan güvensizliği, ne de medyanın siyaseti imkansızlaştırmak için harcadığı gayreti anlamak mümkün değil. Türkiye’de siyasetin, ‘uyarı’lar üzerinden kendisine ‘çekidüzen’ vermesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Peki Kuvvet Komutanlarının, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın konuşmalarındaki ‘uyarı’ ve ‘hatırlatma’ mesajları niçin gündeme gelmiş olabilir?
Her şeyden önce bu konuşmaları yalnızca uyarı ve hatırlatma olarak görmek doğru değil. Bunlar, makro siyasal dengelerin yeniden düzenlendiği düşünülen bir dönemde kendi siyasal iktidar alanını genişletmek isteyen aktörlerin konuşmaları. Bu güçler, her şeyden önce mevcut sivil iktidarın alanını genişletmesine engel olmak istiyorlar. Önümüzdeki günlerde Cumhurbaşkanı’nın kim olacağı sorusu burada kilit bir rol oynuyor. Komutanların ve Sezer’in ‘uyarı’larını bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.
Askerlerin her ‘uyarı’sı, sivil siyasi aktörlerin söylemlerini tadil, pratiklerini tamir etme ihtiyacı içerisine girmelerine neden oluyor. Silahlı güçler konuşunca orada siyaset bitiyor.
Ancak Mehmet Ağar, askerlerin konuşmasına karşı çıktı ve benim dönemimde asker konuşmaz dedi.
Dedi de ne oldu? Genelkurmay Başkanı bir siyasi partinin başkanı olan Ağar’ı muhatap aldı ve ondan “o zat” diye bahsederek, pekala onun döneminde de konuşacağını zikretti. Böylelikle bir kez daha silahlı kuvvetlerin siyasetteki etkinlik alanı hakkında görüş beyanında bulunarak “anlaşılmamış bir şey” kalmamasını sağlamış oldu.
Ağar da zaten geri adım attı.
Bir başka ‘uyarı’da ana muhalefet liderinden geldi. Buna göre Türkiye’de birileri “anlamsız yere sivil-asker çatışması yaratmak istiyor”du. İlk anda bu çatışmayı yaratmak isteyenlerin askerler olduğu izlenimine kapılmış olabilirsiniz. Ancak zinhar böyle bir şey yok. Hiçbir zaman için sivil ve askerî güçler arasında çatışma yaşanmamış, hiç darbe olmamış Türkiye gibi demokrasi timsali bir ülkede böyle şeyler olmaz. Eğer bir çatışma yaratılıyorsa bunu ‘mürteci sivil’lerden başka kim yapabilir ki?
Esasında sorulması gereken soru şu bence. Türkiye’de hangi siyasal aktör, askerle ters düşmeyi göze alabilir? Türkiye’de siyaset yapmanın temel şartlarından birisi, silahlı kuvvetlerin konumunu veri kabul etmek değil midir?
Ancak gelin görün ki ana muhalefet lideri bundan birkaç ay önce de “Türkiye’de orduya karşı sivil darbe girişimi var” demişti. Ne garip değil mi, Türkiye’de sivil siyaseti imkansızlaştıranlar arasında sivillerin ve siyasetçilerin ayrıcalıklı bir rolü var. Bunlar içerisinde sözüm ona demokrat, sözüm ona sol kimlikle siyasete soyunanların başı çekmesi de ayrı bir garabet.
Bence söz konusu konuşmalar içerisinde en dikkat çekici olanı Cumhurbaşkanı’nın konuşmasıydı. Bu konuşmanın önemi, Sezer’in laiklik meselesine getirdiği yeni yaklaşımda gizli aslında. Sezer, konuşmasında, laikliği “irticaya karşı savaşın adı”na indirgedi. Laiklik anlayışının ulusal bağlama göre şekillendiğini ve Türkiye’de de laikliğin tanımının belli olduğunu, bu tanımın da anayasa tarafından belirlendiğini belirtti. Sezer bu bağlamda “laik Cumhuriyeti korumak için gerekirse temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılabileceği”ni de ifade etti. Aksi takdirde devlet düzenini ele geçirmek isteyenlerin, din temelli bir değişim projesi öngörenlerin önü alınamazdı.
Bu tehdit algısı bizim peşimizi ne zaman bırakacak? Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ da 1950’den sonra Türkiye’de bir karşı devrim hareketi olduğunu iddia etti ve askerin temel hedefinin bu karşı devrim hareketi ile savaşmak olduğunu öne sürdü. Son derece yüklü mesajlar verildi velhasıl.
Bu söylediklerinize katılıyorum, ancak perspektifimizi biraz daha genişletmemiz gerekiyor. Hatırlayın, Genelkurmay Başkanı’nın davetlerin bir hafta öncesinde yapıldığı ve onlarca kanalın canlı verdiği basın toplantısı Başbakan’ın ABD ziyaretiyle aynı güne denk getirildi. Siyaseti okumak, sembolleri okumaktır. Bu, ilgilisine bir mesajdı. Tek bir ilgilisi de yoktu kuşkusuz. Peki, neydi mesaj? Biz de varız mesajı. ABD ve ordu ilişkileri 1 Mart Tezkeresi sürecinde gözle görülür bir biçimde yıprandı.
Hele bir de Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesinde “1 Mart Tezkeresi”nin geçmesi gerektiği ve yaşanan sıkıntıların bu tezkerenin geçmemesinden kaynaklandığını ifade ettiği hatırlanırsa... Kısacası herkes mesaj verme derdinde.
ABD’nin dış politikasında tablosundaki Türkiye portresi pek de net sayılmaz halihazırda. Bir yanda ılımlı İslam modeli, bir diğer yanda silahlı kuvvetlerin temsilindeki bir Türkiye. Dikkat edin komutanların ve Cumhurbaşkanı’nın beyanlarında irtica tehdidine dikkat çekildi, Türkiye Cumhuriyeti’nin laikliğine vurgu yapıldı ancak aynı zamanda ve bence çok daha dikkat çekici bir biçimde Türkiye’nin Avrupalı bir ülke olduğu, Türkiye’nin yerinin Batı dünyası olduğu ve TSK’nın ülkenin en Avrupalı kurumu olduğu vurgulandı. Avrupa Birliği sürecinde TSK’nın bir köstek değil destek olduğu, bunun Atatürk Türkiye’sinin ideali olduğu vurgulandı. Ancak kimilerinin AB’ye uyum sürecini fırsat bilerek TSK’nın önünü tıkama gayretlerine de dikkat çekildi. Örneğin Sezer’in şu cümleleri birkaç yıldır süregelen hakim anti-Amerikancı, ulusalcı hava göz önünde bulundurulduğunda son derece manidardı: “Avrupa Birliği'ne üyelik hedefimiz gibi, Amerika Birleşik Devletleri'yle köklü ilişkilerimiz de dış siyasamızın temel eksenini oluşturmaktadır. Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkilerimiz birbirini tamamlamakta ve Avrupa-Atlantik bağımızı oluşturmaktadır.” Ya da Deniz Kuvvetleri Komutanı Yener Karahasanoğlu’nun cümleleri: “Bugün için de kimse şüphe duymamalıdır ki, çağdaş medeniyet seviyesine erişim konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri ideali, Avrupa Birliği ile tam uyum içindedir. Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO üyesi olarak 1952'den itibaren Avrupa güvenlik mimarisinin içindedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Avrupalılığı tartışılamaz.” Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere bu konuşmalarla bir mesaj verilmek isteniyor.
Ordunun başlıca önceliği cumhurbaşkanlığına Başbakan’ın ya da bir başka AKP’linin seçilmemesini sağlamak gibi görünüyor.
Hiç kuşkun olmasın. Medyadaki hakim hava, artık yeniden askerin Türk siyasetinde söz alması gerektiği şeklinde. Bu durumun Türkiye’nin güvencesi olacağı. Bu durumun uluslararası konjonktürden kaynaklandığı söylenebilir. Ancak asker, biliyoruz ki 1 Mart Tezkeresinde olduğu gibi hassas meselelerde topu pekala hükümete atmasını bilir. Yıpranacaksa hükümet yıpransın tavrını pekala takınabiliyor. Bu nedenle bana kalırsa şu anda yaşanan tüm bu gerilimler iç politikayla ve cumhurbaşkanlığı meselesiyle bağlantılı görünüyor.
Ancak ülke dışında son derece sıcak gelişmelerin yaşandığını da göz ardı etmemek gerekiyor. Bu tarihsel eşikte Türkiye’nin kimliği, ideolojisi ve yeri bir kez daha muhkemleştirilmek isteniyor, Avrupalı bir Türkiye mesajı verilmek isteniyor.
Bir yönüyle bu da etkili tabii. Ancak Başbakan’ın ABD ziyaretinin cumhurbaşkanlığı ile ilintisinin kurulduğu bir konjonktürde yapıldı bu konuşmalar. Hükümet bu nedenle, hem kimi medya kuruluşları hem muhalefet partileri tarafından irticanın destekçisi ve temsilcisi olarak sunulmaya başlandı bir süredir. Deniz Baykal, Cumhuriyet tarihinde ilk kez “laikliğe bu kadar karşı bir kadro iktidarda”dır derken, Ali Topuz, irticanın MGK tarafından “bölücü terör”den bile daha öncelikli bir tehdit olarak algılandığını hatırlatıp AKP’nin irtica yanlısı olduğunu belirtirken hep aynı kaygı gündemde.
Fakat, tüm bu olan biteni ABD’nin Ortadoğu’daki krizinden ve gelecek projesinden bağımsız ele alamayız. Bu noktada İran ve Suriye’nin ABD nezdindeki konumu ve bu süreçte Türkiye’den beklentileri son derece önemli olacaktır. Kanımca ABD, cumhurbaşkanlığı meselesinde Türk siyaset sahnesinde derin bir çekişmenin varlığını okuyor ve bu çekişmede takınacağı tavrı, Türkiye’nin Ortadoğu’da takınacağı tavra, talip olacağı role göre belirleyecek. Bu noktada en uygun aktörle iş tutma çabası içerisinde olacağına hiç kuşkunuz olmasın. Halihazırda bu konuda bir netlik görünmüyor ve Türkiye’de de siyasal aktörler bu durumun farkındalar.
  Ermeni Meselesi ve Türkiye’ye Nobel Tokadı!
Bu çekişmenin üstüne Fransız Parlamentosu’nun “Ermeni soykırımını inkâr ve red yasası”nı kabul etmesi Türkiye’de yeni bir şok dalgası yarattı.
Niçin şok yarattığını ben bir türlü anlamıyorum. Bu zaten bekleniyordu. Her şeyden önce Fransa’nın Ermeni meselesine olan ilgisi yeni bir ilgi değil. Fransa, İngiltere ile rekabet çerçevesinde Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermenileri himaye etti ve Doğu politikasını inşa ederken bu kartı hep kullandı. Fransa bu kartı kullanmaya devam ediyor. Bu nedenle, Fransız Parlamentosu’nun bu kararına dönük Türkiye’de geliştirilen tepkilerin sıhhatli olmadığını belirtmek istiyorum. Verilen tepkilerde iki tavır göze çarpıyor bence. Birinci tavrın sahipleri Fransa’ya özgürlükler ülkesi olduğunu hatırlatıyor, bu kararın bu ülkeye hiç yakışmadığını söylüyor. İkinci tavır sahipleri ise Fransa’nın işlediği soykırımları ona hatırlatmayı ve “sen kendine bak!” demeyi tercih ediyor. Bazılarının konuşmalarında ise bu iki yaklaşım bir arada sunuluyor. Esasında birinci tavır yanlış, ikinci tavrın ise konuyla ilgisi yok.
Meseleyi “ifade özgürlüğü” gibi bir kavramın arkasına saklanarak tartışmak ne kadar yersiz ise, Fransa’ya işlediği cürümleri hatırlatmak da o kadar yersiz. Fransa bu yaptığını bir dış politika hamlesi olarak yapıyor. Peki, biz Fransa’ya bu suçlamayı neden yöneltiyoruz? Diğer taraftan bu karara destek veren partiler bunun Fransız seçmenler nezdinde de bir artı puana dönüşeceğini düşünüyorlar. Bu durumda bize de boykot yapmak düşüyor.
Açık söyleyeyim bu da bana sahici gelmiyor. Bir yandan ülkeyi kapitalizme alıştırmak, toplumsal hayat alanlarını kapitalizmin duyarlılıklarına göre yeniden düzenlemek gerektiğini söyleyecek, gündelik hayatın akışına uluslararası sermayenin müdahalesini özendireceksiniz, diğer yandan da toplumu örtülü bir biçimde “Fransız ürünlerini ve firmaları”nı boykota çağıracaksınız. Bir tür gösteri, bir tür enerji boşaltımı belki de. Hayat alanlarının kuşatılması, siyasi alanların kuşatılmasından çok daha ağır bedelleri beraberinde getirir. Batılılaşmış Türkiye’nin en temel çelişkisi de bu. Değerlerinden arındırılan, tüketici özne konumuna indirgenmiş ve devletine vergisini ödedikçe varoluşunu anlamlandırdığı düşünülen ‘vatandaş’ için siyaset bitme noktasına gelmiştir. Toplumsal ve siyasal refleks geliştirmemesi için uzun uğraşlar verilen ve depolitikleştirilen kitlelerden devlet böylesi bir politik refleks bekleyemez.
Aynı beklenti acaba Amerikan malları söz konusu olduğunda da sürecek mi?
Eğer siz, “paranın dini imanı olmaz” demişseniz, “yabancı sermaye yoktur küresel sermaye vardır” diye bir beyanda bulunmuşsanız, kalkıp da toplumu el altından Fransız mallarını boykot edin diye motive etmeye kalkışamazsınız.
Zaten, Fransız Parlamentosu’nun kararına ilişkin toplumda baş gösteren öfke, aynı gün aldığımız “mutlu bir haber”le yatıştı. Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
Orhan Pamuk’a bu ödülün verilmesinin yarattığı iki tartışma düzlemi var. Birinci düzlemde Pamuk’un bu ödülü hak edip etmediği tartışması yapılıyor. İkinci düzlemde ise bu ödülün siyasi boyutu tartışmaya açılıyor. Birincisi bu ödülden hareketle Orhan Pamuk’un romancılığını tartışmaya açmak, ilk elde Nobel sistemini veri kabul etmeyi, bu sistemin siyasal işleyişini görmezden gelmeyi gerektirir. Pamuk’un edebi birikimini tüm bunlardan bağımsız bir biçimde tartışmalıydık ya da tartışmalıyız. İkinci tartışma düzlemine gelince. Şayet Orhan Pamuk, geçen yıl “1 milyon Ermeni öldürdük” demiş olmasaydı bu ödülü alabilecek miydi? Bu ödülün Fransız Parlamentosu’nun kararı ile aynı güne denk getirilmesi Türkiye’ye dönük bir mesajdır.
Ancak mesele bununla da sınırlı değil. Batı’nın takdirini ancak ve ancak yerli oryantalizm yaptığınızda alabileceğinizin de bir göstergesi bu ödül. Kendi insanınıza ve toplumunuza ne kadar Batılı bir gözle bakabilir, ne denli böylesi bir ruh hali içerisinde sanat ya da bilim yapabilirseniz, o kadar ilgi görür ve takdir toplarsınız. Sizi hem Batılılar takdir eder, hem de Türkler. Gerekçeleri ise basittir. Siz, “Türk edebiyatını Avrupa ligine çıkarmış” bir dahisinizdir.
Evet, bugün konuştuğumuz tartışmaların hiçbiri bu ay nihayete erecek tartışmalar değil. Hepinize teşekkür ediyorum. Önümüzdeki ay buluşmak dileğiyle…
   

Paylaş Tavsiye Et