Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2007) > Topluyorum > Şapkadan eski siyasetçiler çıktı
Topluyorum
Şapkadan eski siyasetçiler çıktı

 

Arkadaşlar bu ayın gündemi geçen aylara göre daha az yoğun ama daha çeşitli. Şemdinli olayları ve Danıştay baskını bu ay da en çok konuşulan konular olmaya devam etti. Türk kamuoyu tinercilerden ve kapkaççılardan sonra bir de İttihat ve Terakki’nin fedai teşkilatına özenen ‘vatanperver’ çetecilerle tanıştı.
Dünya politikası da hareketliydi bu ay. Irak’taki direnişin baş müsebbibi ve el-Kaide’nin Irak lideri olduğu söylenen Zerkavi öldürüldü. Bu gelişmeyle gözler yeniden Irak’a çevrildi. Amerikan liderliği Zerkavi sonrası Irak’ın daha istikrarlı olacağı konusunda ısrarlı.
Doğrusu ben buna pek inanmıyorum. Çünkü Irak’taki direniş bir ya da birkaç kanun kaçağının şahsî ihtirasları ile açıklanamaz. Irak’ta yapısal bir şiddet sarmalı mevcut. Hatırlarsanız birkaç ay önce bu konuyu tartışmıştık. Şiddeti Amerikan işgali ortaya çıkardı. Ne var ki, Amerikalıların kısa vadede Irak’ı terk etmesi şiddeti sona erdirmeyecek, daha da artıracaktır. Bildiğiniz gibi Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar arasındaki ‘denge’ Sünni Arapların aleyhine bozuldu ve bu grup Irak’taki geleceğini hiç de parlak görmüyor. Öyle anlaşılıyor ki, Sünni Araplar, Irak’ı terk etmesinden önce Amerika’yı kendi lehlerine bir düzenlemeye zorlamaya çalışıyorlar. Aksi halde gerek demografik, gerekse de jeo-ekonomik açıdan Irak’ta Sünni Araplara hayat hakkı tanınmayacak. Dolayısıyla Zerkavi’nin öldürülmesi Irak’taki şiddeti sona erdirmeyecek.
Bir Zerkavi gider, bin Zerkavi gelir.
Bence bu tür konularda hissî tepkilerden ziyade, son derece soğukkanlı değerlendirmelere ihtiyacımız var. Zerkavi niyeti halis, samimi bir mümin olabilir; ancak eylemlerinin neye ve kime hizmet ettiği konusu tartışılır. Onun samimiyeti kendisi ile Allah arasında. Orasına biz karışmayız. Bizi ilgilendiren, eylemlerinin sonuçlarıdır. Bakın arkadaşlar, siyaset yapımının en önemli bileşenlerinden biri de kamuoyu oluşturmak, yani atılacak adım için meşru gerekçeler hazırlamaktır. Aksi halde başarılı bir siyaset yapılamaz. Her adımda pürüzler, engeller çıkar. Usame bin Ladin’i düşünün mesela. Bu zat gayet muhlis bir mümin olabilir. Niyetini ancak Allah bilir. Ancak, bildiğimiz bir husus var ki, o da Usame’nin gerek söyleminin, gerekse de eylemlerinin ABD’nin Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmesi için meşru bir gerekçe sağlamış olmasıdır. Bu gerekçenin gerçek anlamda meşru olup olmadığı ancak sınırlı bir elit arasında tartışılır. Popüler anlamda gerekçe gerekçedir. Ya da 28 Şubat sürecini düşünün. Aynı durum söz konusu. Yetmiş milyonun on yılına mal olan, ocaklar söndürüp halkı devletten soğutan bu sancılı süreç, bir spor salonundaki tahta kılıçlı ‘oyun’ üzerine yükselmişti. Demek istediğim, feraset sahibi olalım. Attığımız taşın kimin başına geleceğini iyi hesap edelim; yoksa şu keşmekeşte tamamen halis niyetlerle attığımız taşla kendi kafamızı yarmamız işten bile değil.
Uluslararası gelişmelerle devam edelim, derim ben. Biliyorsunuz, İran’ın nükleer programı bir süredir krize dönüşmüş durumda. Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Gül de İran’a bir ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye’nin bu konudaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye bu konuda çok dikkatli olmalı. İran’ın nükleer programına Amerika’nın ya da Rusya’nın penceresinden değil de kendi penceresinden bakmalı. Başka bir deyişle, İran krizinde Amerika ve Rusya’nın nasıl kendi pozisyonları varsa, Türkiye’nin de bir pozisyonu olmalı.
Ne demek istiyorsun?
İran ile Amerika ve Avrupa arasında arabulucu olmak, pozisyon sahibi olmak anlamına gelmez, demek istiyorum. Zira bu mesele Türkiye’yi, Amerika ve Rusya’yı ilgilendirdiğinden çok daha farklı bir biçimde ilgilendiriyor. İran köklü bir devlet geleneğine sahip; ideolojik rengine ve kullandığı duygusal söyleme rağmen, hissiyattan uzak, tamamen rasyonel ve pragmatik bir dış politika izliyor. Bölgesel dengeler açısından bu bizi endişelendirmeli. Bildiğiniz gibi Irak’taki yeni yapı ile birlikte İran’ın bölgedeki ağırlığı çok arttı. Afganistan’dan Yemen’e güçlü bir Şii kuşak ortaya çıktı. Bu da İran’ın nüfuz alanının genişlediği anlamına gelir. Öte yandan İsrail’e karşı geliştirdiği sert söylem ile Sünni dünyadaki etkinliğini de artırma çabasında İran. Ama bilmeliyiz ki, İran idaresi her zaman İran devletinin menfaatlerini önceleyecektir.
Yani, İran’ın kullandığı bu devrimci söylem bizi aldatmamalı?
Evet, aldatmamalı. Hâl böyle iken, İran’ın bir de nükleer silah teknolojisine sahip olması Türkiye’nin bölgesel etki alanını daraltacaktır. Bu nedenle Türkiye, Amerika ve Rusya’dan bağımsız bir biçimde, İran’ın nükleer silah geliştirme girişimine karşı çıkmalı. Ancak bunu da diplomatik yollarla yapmaya çalışmalı. Zira İran’a yönelik bir askerî müdahale sadece İran için değil, Türkiye de dâhil tüm bölge için büyük bir yıkım olur. Türkiye bütün gücüyle muhtemel bir askerî müdahaleyi de engellemeye çalışmalı.
Bu ay bir de AB ile fiilî müzakereler başladı. Ama Türkiye-AB ilişkilerine dair zaten uzmanı tarafından kaleme alınmış müstakil bir yazımız olduğu için burada bu konuya girmeyelim ve tekrar iç siyasete dönelim.
Bu ay “güler misin, ağlar mısın” cinsinden pek çok gelişmeye sahne oldu Türkiye. Gerçi ülkemiz tam bir garabet cenneti, ama geçen ay medyaya yansıyan olaylar yenilir yutulur gibi değildi. Daha ‘ciddi’ gelişmeleri anlayabilmek için, bence bu gariplikleri de iyi okumalıyız. Mesela, Karun Hazinesi’nin paha biçilemez bir parçası kayboldu. Biliyorsunuz 1965 yılında yurtdışına kaçırılan ve New York Metropolitan müzesinde sergilenen bu hazine, yıllar süren hukuk mücadelesinden sonra Uşak müzesine geri getirilmişti; ama vakit kaybetmeden çaldırıldı.
Doğrusu insanın, “keşke New York’ta kalsaydı da güvende olsaydı” diyesi geliyor.
Ya Bodrum müzesindeki “burada tanrı yok / Inde deus abest” yazısına ne demeli? Meğer hakkında fırtınalar koparılan ve tarihî eser diye muhafaza edilmeye çalışılan yazının geçmişi topu topu 13 yılmış. Yazıyı büyük bir görev aşkıyla, daha fazla turist çekerek ülke ekonomisine katkıda bulunmak amacıyla müzenin eski müdürü yazdırmış. Gel de aklına mukayyet ol!
Ankara’da hayvanat bahçesinden kaçan dev pitonu da unutmayalım. Bakıcısı, “havalansın hayvancağız” diye pencereyi açmış, piton da fırsattan istifade kaçmış gitmiş. İlgili bakanımız da lütfedip “bugünlerde kebap yemeyin” uyarısında bulunmuş.
ATV’de yayınlanan şov programında M. Ali Erbil’in cıvıklığının yol açtığı rezalet de cabası. Buna rağmen Erbil, adeta taltif edilircesine, başka bir TV kanalı ile anlaştı bile.
Benzer bir hadise 2004 yılında Amerika’da yaşanmıştı da, olayı yayımlayan TV kanalı milyonlarca dolar tazminata mahkûm edilmişti.
Sanki yedi düvele kafa tutmuş ve temel vasfı ciddiyet olan Osmanlı’nın bakiyesi bir Türkiye’de değil de, bir muz cumhuriyetinde yaşıyoruz. Bunca kepazelik, laubalilik insanın Türkiye’ye olan inancını sarsıyor.
Geçen ayın sonunda Ahmet Altan “Burası bir ülke mi?” başlıklı kışkırtıcı bir yazı yazmıştı. Altan yazısında Cumhuriyet’in yeni bir devlet değil, tam aksine Osmanlı’nın yıkılışının son merhalesi olabileceğini ima etmişti. Doğrusu burada sayılıp dökülen rezillikleri göz önüne aldığımızda Altan’ın haklı olabileceğini düşünmemek zor.
Daha durun, acele etmeyin. “Türkbank ihalesine fesat karıştırmak” suçlamasıyla Yüce Divan’da yargılanan Mesut Yılmaz ve Güneş Taner, haklarında beraat kararı çıkmamasına rağmen, “Rahşan Affı” denilen düzenlemeden faydalanarak, ceza almaktan kurtuldular. Daha da garibi, adı temize bile çıkmamışken, mahkeme kapısında Mesut Yılmaz’ın siyasete geri döneceğini açıklamasıydı.
Bak işte; gel de saçını başını yolma!
Eee… Dev piton yılanının hayvanat bahçesinden kaçtığı, Karun hazinesinin çaldırıldığı, on üç yıl önce yazılmış bir yazıya tarihî eser süsü verildiği bir ülkede, Mesut Yılmaz’ın siyasete geri dönmesi de garipsenmemeli. Madem söz Yılmaz’ın siyasete dönmesine geldi, buradan devam edelim.
Siyasete dönmek için paçayı sıvayan sadece Yılmaz değil. Süleyman Demirel ve Rahşan Ecevit de çıktı sahneye. Anlaşılan o ki, yeni bir oluşum peşindeler. Adını da koymuşlar: “Cephe Siyaseti”.
Peki nedir dertleri, niye dönüyorlar siyasete?
Bence önce siyaseti niye bıraktıklarını hatırlamak lazım. Mesut Yılmaz 1991’den 2002’de siyaseti bırakana kadar ANAP genel başkanlığını yürüttü. 1991 seçimlerinde %24 olan ANAP’ın oy oranı, 2002 seçimlerinde %5’e düşmüştü.
Bende ANAP’ın genel seçimlerde aldığı oy oranları var. Okuyayım isterseniz: 1991 %24,12; 1995 %19,65; 1999 %13,22 ve 2002 %5,22.
Son derece istikrarlı bir düşüş. Tebrik etmek lazım.
Bu düşüşün bir nedeni var elbette. Burada defalarca konuştuğumuz merkez-çevre diyalektiğinde Özal, çevrenin teveccühünü önce kazanmayı sonra da muhafaza etmeyi başarmıştı. Bu arada merkezi de idare etmeyi bildi. Yılmaz ise tedrici bir şekilde çevreden uzaklaşıp merkeze yaklaştı. Bu şekilde sistem nezdinde akreditesini sağlama almayı başardı; ama çevrenin nazarında itibarı beş paralık oldu. Nitekim bu itibar kaybı 28 Şubat sürecinde zirveye ulaştı. Zira halkın iradesini ayaklar altına alan bir sürecin sivil payandası olarak hareket etti. Onun hükümette bulunduğu dönemlerde ayyuka çıkan yolsuzluk haberleri, yükselen işsizlik ve ekonomik bunalımlar Yılmaz’ın çevreden uzaklaşması ile paralel seyretti.
Yılmaz’ın başbakanken, Budapeşte’de (ki bazı söylentilere göre oraya kumar oynamaya gitmişti) Hilton Oteli’nde Susurluk çetesiyle irtibatlı mafyadan yediği yumruk Türk siyasî tarihinde asla silinmeyecek bir leke olarak kalacaktır.
Ben de Yılmaz’ın, medya patronlarının enerji ihalelerine girebilmelerine imkân sağlayacak olan RTÜK kanunundaki değişiklik için sarf ettiği çabayı unutmayacağım.
 
Ne yalan söyleyeyim, ben en çok Erkan Mumcu’ya acıyorum. Adam ne kadar bahtsızmış meğer! Yanlış bir öngörü ile bakanlığı bıraktı. ANAP gibi düştüğü yerden kalkması neredeyse imkânsız bir partiye genel başkan oldu. Bu da yetmezmiş gibi, Mesut Yılmaz, tartışmalı geçmişine bakmaksızın, tekrar siyasete dönme kararı aldı.
Siyasete soyunan bir diğer Türk büyüğü Demirel’in geçmişi de Yılmaz’ınkinden daha parlak değil. Mezkûr dönemde herhangi bir seçime girmediği için halk nezdindeki itibarını ölçecek objektif bir kritere sahip olmasak da, Demirel’in popülaritesinin pek yüksek olmadığı kesin. Her şeyden önce yakın Türk siyasî tarihinin en tahripkâr dönemi olan 28 Şubat sürecinin baş mimarlarından biri Demirel idi. Bunu da cümle âlem biliyor. 1997’ye kadar eşine ender rastlanır bir başarı ile idare ettiği çevreyi, bu dönemde kelimenin tam anlamıyla arkadan vurdu. Halka karşı merkezî seçkinlerin sözcülüğüne soyundu. Dahası, tıpkı Yılmaz gibi Demirel’in adı da bu dönemde sürekli yolsuzluklarla birlikte anıldı. Hayali ihracattan banka hortumculuğuna kadar pek çok konuda yolsuzluklara karışmış olan Yahya Demirel, Murat Demirel, Cavit Çağlar, Kamuran Çörtük gibi isimler Demirel’in meşhur “aile fotoğrafı”nın üyesiydiler.
Siyasette yeni ikbal arayışının ne kadar garip olduğunu göstermek için Demirel’in cemaziyelevveline gitmeye hiç gerek yok. Yahu adam tam 82 yaşında; ahı gitmiş vahı kalmış. Türk halkının sağduyusu konusunda bazen şüpheye düşsek de, bu vakitten sonra Demirel’e teveccüh edecek kadar da bunamadı bizim insanımız.
Cephe siyasetinin diğer bir üyesi de Ecevit’in DSP’si. Yılmaz kadar istikrarlı bir düşüş yaşatmasa da, Ecevitler DSP’yi 1999 seçimlerinde (Apo’nun paketlenip Ecevit’e teslim edilmesinin yüzü suyu hürmetine) %22’lere kadar yükselttikten sonra, bir sonraki seçimde (2002’de) %1,23’e indirme becerisine sahipler. Doğrusu Rahşan Hanım’ın, kocası da olmaksızın, bundan sonra ne yapabileceğini çok merak ediyorum.
Cephe siyasetinde Kemal Gürüz ve Yaşar Okuyan gibi adı geçen başka isimler de mevcut. Ama bu isimlerin diğerlerinden farklı olduğunu düşünmek için hiçbir neden yok.
Bazıları Tansu Çiller’in de geri döneceğini söylüyorlar.
Onun karnesini de, siyasete döneceğini açıkladığında okuruz artık
Siyasete dönmeye hazırlananların siyaseti niçin bıraktıklarını gayet iyi anladım. Peki, ben sorumu tekrar edeyim: Ne diye bu insanlar tekrar piyasaya çıkıyorlar?
Çok kolay. Yaklaşan ve belki de erkene alınacak olan seçimlerde pastadan kendilerine de bir dilim düşeceğini ümit ediyorlar. Çünkü merkez sağda büyük bir boşluk seziyorlar. Türk siyasî arenası topyekûn sağa kaydığı için, “merkez sağ” yerine sadece ‘siyaset’ demek daha doğru. Nitekim CHP’nin son zamanlarda sağa açılma arayışları da bu değişimin bir yansıması olarak okunmalı. AK Parti bugün için hâlâ anketlerden birinci çıkıyor. Ne var ki, birinci olsa da alacağı oy oranı %30’ları geçmeyecek gibi. Geriye %60-70’lik sahipsiz bir oy oranı kalıyor. Muhalefette olmasına rağmen CHP’nin ciddi bir oy alabileceğini zannetmiyorum. MHP ise anketlerde hâlâ barajın altında görünüyor. Geriye bir tek Mehmet Ağar’ın DYP’si kalıyor. Fakat Mehmet Ağar’ın halk ile iletişiminde problem var. Yıllar yılı devletle, hatta devletin derin mercileriyle özdeşleşmiş olan Ağar’ın popüler bir siyasî lider olarak temayüz edeceğini varsaymak yanlış olur. İşte bu boşluğu gören kaşarlanmış politikacılar tekrar siyaset arenasına çıkıyorlar. Ne var ki, tek birleştirici vasıfları AK Parti karşıtlığı olan bu hareket ölü doğmaya mahkûm.
Eğer dediğin gibi bu siyasetçiler kaybetmeye mahkûm iseler, ne olacak? Meydan tekrar AK Parti’ye mi kalacak?
Elbette ki hayır. Yukarıda sayılanlar münferit çabalar. Ben merkezî seçkinlerin gerçek hamlelerini daha yapmadıklarını düşünüyorum. Bu hareket AK Parti’ye muhalif olan, fakat AK Parti’nin tabanına hitap eden bir partide tecessüm edecektir. Bu DYP de olabilir, yeni kurulacak başka bir parti de. Ben şahsen bunun DYP olacağını tahmin ediyorum. Bu partinin başına adı lekelenmemiş, popülaritesi olan ya da popülarite kazanmaya mütemayil karizmatik bir lider getirilebilir. Siyasete bir şekilde bulaşmış neredeyse bütün isimler lekeli olduğu için bu ismin bürokrasiden ya da TOBB gibi, ATO gibi örgütlerden gelmesi muhtemel.
Rıfat Hisarcıklıoğlu gibi mi?
Mesela. Sonra bu partiye yurtiçinde ve dışında destek aranacak. Bu meyanda, 1972’de Erbakan MSP’yi kurmak üzere İsviçre’den nasıl Türkiye’ye davet edildiyse, toplumsal tabanı ve muhafazakâr kesimde ağırlığı olan başka zevatın da yurtdışından Türkiye’ye fiilen ya da manen davet edildiğini görürsek şaşmamalıyız. Mezkûr zevatın bu daveti kabul edip etmeyeceği nihayetinde bir pazarlık meselesi.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ne olacak?
İki ihtimal var: Birincisi Hükümet erken seçime zorlanacak. Bunda başarısız olunursa Hükümet, üzerinde uzlaşılmış bir adayı kabule zorlanacak. Ama hiçbir surette AK Parti’nin istediği ismin Çankaya’ya çıkmasına izin verilmeyecek, diye tahmin ediyorum.
Bu söylediklerinin hepsini şuraya yazıyorum. Eğer söylediklerin tutarsa ben bu masanın etrafındaki herkese yemek sözü veriyorum. Ama eğer tutmazsa yemeği senden yiyeceğiz, kabul mü?
Kabul, siz nerede yiyeceğimizi söyleyin?
İyi öyleyse; bu meseleyi burada kapatıp kalan zamanımızda şu çeteler meselesini ele alalım. Ne olduğunu kısaca hatırlatayım isterseniz: Danıştay baskınında kilit isim diye lanse edilen ve tetiği çeken Alparslan Arslan ile azmettirici olduğu söylenen Muzaffer Tekin arasındaki irtibatı sağladığı öne sürülen Ayhan Parlak serbest bırakıldı.
Parlak’ın serbest bırakılmasına rağmen bu, medyada hiç yankı bulmadı. Doğrusu çok şaşırdım. Zira Parlak’ın serbest kalmasını birileri pekâlâ kullanabilir ve Danıştay baskınını tekrar ‘mürtecilerin’ üzerine yıkabilirlerdi. Öyle ya; eğer Parlak da masumsa, olay sadece Arslan’ın attığı münferit bir adıma dönmüyor mu?
Belki biraz komplo olacak ama bu suskunluğun sebebi Erdoğan-Özkök görüşmesi olabilir mi? Yani, Cumhurbaşkanlığı gibi bazı kritik hususlarda anlaşmaya vardıkları için, meselenin daha fazla üzerine gitmek istemiyor olabilirler mi?
Ne yani, Danıştay saldırısı gibi büyük bir olay, bir buçuk saatlik bir görüşmeyle halı altına mı süpürüldü yani? Eğer iş böyleyse Ahmet Altan’ın iddiasına katılmamak mümkün değil: Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti’nin yıkılışının son merhalesinin adıdır.
Orasını bilemem. Benimki sadece bir kuşku. Gerisi çok derin. Bense pek iyi yüzemem.
Komplolara girerseniz, bir daha çıkamayız. Biz en iyisi meselemize dönelim. Bildiğiniz gibi, Şemdinli sanıkları olan Astsubay Ali Kaya ile Astsubay Özcan İldeniz, meslekten ihraç edilen Van savcısının iddianamesine dayanılarak 39 yıl 5 ay hapse mahkum edildiler, ki suçlarının arasında çete kurmak da vardı.
Dükkânı bombalanan kırtasiyeciden başka tutuklanan olmadığına göre, bu nasıl bir çete ki? İki kişilik mi?
Bu karara hâkimlerden biri itiraz etti, hatırlarsanız. Gerekçesi de, suçlamanın adam öldürmek, öldürmeye teşebbüs etmek ve çete kurmaktan değil de “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemde bulunmak”tan yapılması gerektiğiydi. Yani daha büyük bir ceza talep ediyordu.
Her ikisine de ömür boyu hapis verseler ne olacak ki? Neticede bu adamlar da emir kulu. Bunları eyleme gönderenler ellerini kollarını sallaya sallaya dolaştıktan sonra, Kaya ile İldeniz 40 sene yatmış, ne anlamı var? Hem üç-beş yıl sonra, hapishanenin arka kapısından salıverilmeyeceklerini nereden biliyoruz? Böyle bir şey olsa, ruhumuz duyar mı?
Baksanıza; ömür boyu ağırlaştırılmış hapse mahkûm edilen Nuri Ergin, Edirne F tipi cezaevinde yaş günü partisi veriyor.
Kafa konforunuzu biraz daha bozayım bari. Bir de biliyorsunuz, şu Atabeyler çetesi var. Ankara’nın Eryaman semtinde bir eve yapılan operasyonda çok sayıda askerî malzeme ve patlayıcı ele geçirildi. Ele geçirilenler arasında Başbakan’ın evinin krokisinin de bulunması ilginçti. Olayla ilgili üç asker de gözaltına alındı. Yakalananlar örgütün PKK’ya karşı kurulduğunu, Erdoğan’ın evinin krokilerinin de eğitim amaçlı olarak hazırlandığını iddia etseler de, buna kimse inanmadı.
Ne oluyor bize yahu!
Vaktimizin kalmadığını biliyorum. Ama izin verirseniz birkaç cümle ile özetlemeye çalışayım. Biraz önce Türkiye Cumhuriyeti’nin ne olduğuna ilişkin Ahmet Altan’dan aktarılan iddia tam anlamıyla doğru olmasa da, büsbütün yanlış da değil. Türkiye olağanüstü şartların ürünü olarak vücuda geldi. Yani Türkiye Cumhuriyeti yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı Devleti’ni muhafaza çabalarının bir ürünüdür. Yeni Osmanlılardan, Jöntürklere ve Cumhuriyet’in kurucu elitine kadar aslolan Devlet-i Âliye’nin muhafazası idi. Gelişmeler Osmanlı’nın muhafazasını imkânsız kılınca ancak, yeni bir yapılanmaya gidildi. Bakın arkadaşlar, devlet mekanik bir yapı değildir. “Hadi bir devlet kuralım” demekle kurulmaz. Yeni teşekkül eden bir siyasî yapının gücü, halk içindeki yatay ve halk ile elit arasındaki dikey ilişkinin sıhhatine bağlıdır. Bu rasyonel olmanın ötesinde duygusal bir mutabakattır. Gözle görülmez, elle tutulmaz. Ne var ki, devlete can veren ruh budur. Bireyi özgürleştirerek devletle özdeşleştiren sinerjidir bu ruh. İşte bu ruhun eksikliği, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Türkiye siyasetine merkez-çevre diyalektiği olarak yansıdı. Kanaatimce, her on yılda bir yaşanan askerî müdahaleler de, Karun Hazinesi’nin çalınması da, Erbil’in cıvıklığı da, Piton yılanının kayboluşu da, Danıştay saldırısı da, Atabeyler çetesi de aynı problemin farklı tezahürleri.
Keşke bunları biraz önce dile getirseydin de, seni biraz terletseydik. Ancak vaktimiz kalmadı maalesef. Önümüzdeki ay görüşmek üzere.

Paylaş Tavsiye Et