| Bu saydıkların kadar kültürün ve onu belirleyen inancın da önemli bir rolü var. Aslında jeopolitik, ekonomi ve kültürü birlikte değerlendirmek lazım. Eğer İslam inancı, tevhidî bir teoloji olarak Latin Amerika’da, Orta Afrika’da veya Pasifikler’de yaşanan yerel bir kültür olsaydı; muhtemelen Batının ilgisini çeken antropolojik bir olgu olarak görülür, bir tehdit olarak algılanmazdı. Dolayısıyla bu durumun jeopolitik önemden kaynaklanan bir yönü var. Müslümanların yayıldığı coğrafyaların, dünyanın en önemli ekonomik kaynaklarına, en eski tarihî birikimine, en köklü devlet geleneklerine sahip olması da konunun bu yönünü destekliyor. Ama bunun tersini de düşünün. Bütün bu coğrafyada Batılılara alternatif oluşturmayan, ayrı ayrı inançlardan oluşan topluluklar; mesela, Kuzey Afrika’da Animistler, Mısır’da Hindular, Körfez bölgesinde Şamanistler, Orta ve Güney Asya’da Budistler gibi bölük pörçük bir sürü toplum yaşıyor olsaydı coğrafya bir tehdit gibi algılanmaz, durum farklı olurdu. Ve en önemlisi dünyanın bu en stratejik bölgesinde yaşayan insanlar, tarihin bir döneminde farklı bir dünya düzenini gerçekleştirmiş ve hâlâ aynı duyarlılığı taşımaya devam eden, o günlerin hatırasını yâd eden bir topluluk. Siyasal olarak kopmuşlarsa da her uyarıda benzer refleksleri gösterebilecek hayatiyete sahipler. Sağlıklı veya sağlıksız, Batı’ya direnç gösteriyorlar; doğru veya yanlış, bir şekilde tepki veriyorlar. |