Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2008) > Topluyorum > Hacı Ahmet’in oğlu Çankaya adayı
Topluyorum
Hacı Ahmet’in oğlu Çankaya adayı
 
Arkadaşlar bu akşam yine çok yoğun bir gündem var önümüzde. Kamuoyunda artık bir beklentiye dönüşmüş olan sıcak siyaset, ortalığı nihayet ısıtmaya başladı. Aylardır konuşmalarımızın birinci maddesini teşkil etmiş olan cumhurbaşkanlığı seçiminde finale geldik. Eğer seçim sürecinde çok büyük bir sürpriz ile karşılaşılmazsa Abdullah Gül yeni cumhurbaşkanımız olacak. Dolayısıyla bugünkü toplantımız, yeni gelişmelerin ışığında yine cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanacak. Tayyip Erdoğan’ın neden aday olmadığını ve Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının Türkiye siyaseti ve AKP açısından ne tür sonuçlar doğuracağını vaktimiz kalırsa ele alırız. Ama benim burada özellikle tartışılmasını istediğim iki önemli konu var. Birincisi 14 Nisan’da Ankara’nın Tandoğan meydanında yapılan miting ile 18 Nisan’da Malatya’da yaşanan vahşet. Her ikisi de soğukkanlı ve derinlemesine bir sosyolojik tahlili gerekli kılıyor.

Kerkük mü, Diyarbakır mı?

Bu konulara geçmeden önce diğer bazı önemli gelişmelere de değinmekte fayda var. Irak’taki gelişmeleri ihmal etmemeliyiz mesela.

Haklısın; Saddam’ın asılması Irak’taki kaosu durdurmaya yetmedi. İntihar saldırıları bütün hızıyla devam ediyor. Hatta diğer bölgelerdeki tahkimatını Bağdat’a kaydırarak buranın güvenliğini artırmayı hedefleyen Amerika ile dalga geçercesine, Yeşil Hat içerisine yönelik saldırılar daha da çoğaldı. Irak parlamentosundaki patlama ise Amerika için tam bir yüz karasıydı. Geçen hafta Bakuba yakınlarındaki bir saldırıda 9 Amerikan askeri birden öldürüldü, 20 kadar asker de yaralandı. Bu şu ana kadar Amerika’nın bir saldırıda verdiği en büyük kayıp.

Bu söylediklerin doğru ama ben Irak ile Kuzey Irak’ı kastetmiştim. Bildiğiniz gibi eğer ertelenmezse bu yılın sonunda Kerkük’te bir referandum yapılacak ve Kerkük’ün sahip olduğu petrol rezervlerinden dolayı bu referandum, Irak’taki kaosu Arapları da içine alacak şekilde bir üst seviyeye çıkaracak bir potansiyele sahip.

Kerkük referandumunun Türkiye’deki genel seçimlerle aynı zamana denk gelmesinin altını da burada çizmeliyiz. Bugün vaktimiz kalmaz herhalde ama önümüzdeki aylarda bu referandumun önemini, Türkiye’de bulacağı yankıları ve iç siyasete nasıl yansıyacağını uzun uzadıya ele almalıyız.

Dolayısıyla, Barzani’nin “Türkiye Kerkük’e müdahale ederse Diyarbakır’a müdahale hakkımız doğar” demesi doğal olarak bu ay gündemi çok meşgul etti. Leyla Zana’nın “3 tane liderimiz var. Talabani, Mesut Amca (Barzani) ve canımız kanımız Apo” sözleri ile DTP Diyarbakır İl Başkanı’nın “Kerkük’e müdahaleyi Diyarbakır’a yapılmış sayarız” ifadeleri de tansiyonu yükseltti.

Havaların ısınmasıyla birlikte PKK’nın yeniden eylemlerine başlamasını ve şehit cenazelerinin artmasını da belki bu söylediklerine dâhil edebiliriz.

Bu konuda biraz mütereddidim; belki bu eylemleri Genelkurmay Başkanı’nın “Kuzey Irak’a girmeliyiz” sözlerinin yakın sebebi olarak değerlendirebiliriz. Ama benim dikkat çekmek istediğim husus şu: Sözünü ettiğim açıklamalardan da anlaşılacağı üzere son zamanlarda Kuzey Irak’ın kaderi ile Güneydoğu’nun kaderini özdeşleştirme denemeleri ya da cüretleri arttı. Belki Abdullah Öcalan’ın cezaevinde bulunması, belki de fikirlerinde görülen ciddi değişiklik nedeniyle Türkiye’deki Kürt elit, Apo’ya bağlılıklarını ısrarla tekrarlasalar da, Barzani’yi yükselen Kürt lider olarak algılamaya başlamış görünüyor.
Kürt seçkinlerinin Barzani’ye bakışındaki değişimi anlayabiliyorum, ancak Barzani gibi bir aşiret liderinin Türkiye’yi tehdit edecek kadar cüretkâr olmasını anlayamıyorum.
Nesini anlamıyorsun ki? Barzani’nin bu cesareti Amerika’dan aldığı çok açık. Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması kendisini Amerika nezdinde Tayvan ya da İsrail gibi görmek istiyor. Amerika’nın da buradaki yapıyı cesaretlendirdiği biliniyor. Daha birkaç gün önce, Amerika’nın bölgedeki Kürtlere 1.4 milyar dolar nakit gönderdiği, Irak’ın yeniden imarı için ayrılan fondan da yine Kürtlere düşen miktarın 18.4 milyar dolar olduğunu yazdı Washington Post gazetesi. Bugün Irak’taki en istikrarlı bölge Kürt bölgesi. Amerika’ya en bağlı halk da Kürt halkı. Irak’ı terk ederken Amerika’nın Kuzey Irak’ta en az iki askerî üs bırakacağı uzun süredir bilinen bir gerçek. Dolayısıyla Kürt sorununun ölçeği gittikçe genişliyor. Dün bir Güneydoğu sorunu olan bu mesele, bugün Kuzey Irak sorununa evirilmişken, yarın, tıpkı Tayvan gibi, Türkiye ile ABD arasındaki bir sorun olma yönünde ilerliyor.
Metal Fırtına gerçek oluyor yani?
Metal Fırtına bir abartı idi tabii, ama Kuzey Irak’taki fiilî durumdan dolayı Türkiye ile ABD arasındaki ilişkinin bıçak sırtında gittiği aşikâr. Bu nedenle ben Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı basın toplantısında sarf ettiği “Kuzey Irak’a girmeliyiz” ifadesinin yukarıdaki tehdit algılamasına bir cevap niteliği taşıdığını ve muhatabının da Barzani’den ziyade ABD’li makamlar olduğunu düşünüyorum. Dahası, bu blöfün istenilen yankıyı uyandırdığını, ABD’nin mesajı aldığını ve henüz basına yansımasa da ABD’li yetkililerin Barzani’nin kulağını çektiğini zannediyorum.
Doğrusu ben bundan pek emin değilim. Üzerinden bir aydan daha fazla zaman geçmiş olmasına rağmen Barzani’nin sözlerinin MGK toplantısı öncesinde basında yer alması yadırganacak bir durum. Aynı şekilde 2004 yılında Kuzey Iraklı Kürtlere yapılan milyarlarca dolarlık Amerikan yardımının bugünlerde haber yapılması da manidar. Şu anda bu gariplikleri daha büyük bir resim içerisine yerleştiremiyorum ama bu tür hadiseleri değerlendirirken ne kadar temkinli olursak o kadar sağlıklı neticelere ulaşırız.

AKP’nin Arkasındaki Rüzgar
Sen bu komplo üzerinde biraz daha düşün o zaman. Bahis açılmışken, Genelkurmay Başkanı’nın basın toplantısını konuşalım. 12 Nisan’da, yani Tandoğan mitinginden iki gün önce yapılması ve yapılacağının son anda basına duyurulması bazı kesimlerde bir takım ‘müdahale’ beklentilerine neden oldu. Ne var ki, Büyükanıt bu beklentileri tatmin edecek hiçbir şey söylemedi toplantıda. Toplantının tarihinden tutun da cumhurbaşkanlığı konusunda kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplara varana kadar hiçbir şeyin ‘müdahale’ olarak algılanmaması için olağanüstü bir dikkat sarf ettiği gözden kaçmadı.
Soru soran bazı gazetecilerin hırçınlığı da galiba bu yüzdendi. Bekledikleri sihirli sözler çıkmadı Büyükanıt’ın ağzından bir türlü.
Evet öyle. Sizce bunu nasıl anlamalıyız? Bu, Büyükanıt’ın şahsı ile mi alakalı yoksa Türkiye’de asker-sivil ilişkilerinin normalleştiği anlamına mı geliyor?
Geçtiğimiz ay bu konuyu uzun uzadıya konuşmuştuk. Hatırlatmak babından geçen ayki TopluYORUM’un hülasası şuydu: Türkiye’nin küresel finansal ve ekonomik sistemle entegrasyonu sürecinde bir dönüm noktası sayılan 1980’lerin başından itibaren yerli ve yabancı sermaye, tüm dünyayı saran kapitalist ‘imparatorluk’ düzenine paralel bir biçimde, Türk siyaseti üzerindeki etkisini giderek artırdı ve en büyük belirleyici aktör haline geldi. Bunun yanı sıra, yine tüm dünyada hızla yükselen post-modern yaklaşımların etkisiyle Türkiye’deki ideolojik siyasetin temeli olan modern algılamalar da ciddi bir irtifa kaybetti. Dolayısıyla ideolojik duruş sermayenin elinde bir araca dönüştü.
Yeri gelmişken bir tashihte bulunalım; geçen ayki TopluYORUM’umuzun başlığı “Sermaye mi belirli olacak, ideoloji mi?” şeklindeydi. Buradaki kelime ‘belirli’ değil de ‘belirleyici’ olmalıydı.
  Sermayenin bu gücüne rağmen, 28 Şubat sürecinde de olduğu gibi ideolojik kutuplaşmalar hiçbir zaman Türk siyasetinden eksik olmadı. Bunu da tabii karşılamak gerek. Zira ne olursa olsun siyaset, ideolojik/fikrî semboller üzerinden yapılır. Her neyse, uzatmayayım; AKP, isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek, sermayeyi hoşnut edecek bir politika benimsedi. Daha doğrusu, AKP’nin başından beri uygulayageldiği politikalar, başlangıçtaki tereddütlere rağmen, sermayeyi ziyadesiyle memnun etti.
Bu noktada bence şunu da gözden kaçırmamalıyız: Evet, AKP’nin politikaları sermayeye yarıyor, ancak işin bir de sosyoekonomik arka planı var. AKP gökten zembille inmiş bir parti değil. Arkasında derin bir sosyolojik gerçeklik var. Oy tabanını bir kenara koyarsak, AKP’nin siyasi, ekonomik ve kültürel elitini, 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan yoğun bir kentleşme neticesinde ortaya çıkan, eğitim seviyeleri yüksek, maddi anlamda bazı standartları yakalamış, dünya ile yüksek düzeyde iletişim kurmayı başarmış, kendisini Müslüman olarak tanımlayan ve hepsinden önemlisi de güçlü bir siyasi bilince sahip dinamik bir zümre teşkil ediyor. Sistemin dışında kalan bu zümre Türk ekonomi politiği üzerinde bir süredir büyük bir basınç uyguluyordu. Sermaye açısından, bu zümrenin sistemi tehdit edici varlığının nötralize edilmesi gerekiyordu. Sermayenin AKP’ye yönelik olumlu tavrında bu unsurun da dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu tespitimden de şu sonucu çıkarıyorum: AKP sermaye ile olan ilişkisinde çok da defansif olmamalı. Zira sermaye istikrar ve düzenin muhafazasını istiyorsa eğer, ki bundan şüphe duymuyoruz, AKP ile iyi geçinmek zorunda.
Sermayenin yanı sıra AKP iktidarının Amerikan karar vericiler nezdinde de itibar kazandığının altını çizmeliyiz. 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesi nedeniyle Washington’da yaşanan büyük şoka rağmen, AKP’nin gerek demokratikleşme yolunda attığı adımlar, gerekse de AB yolunda sarf ettiği çaba ABD’li yetkililerin takdirini kazandı. Böyle hassas bir dönemde etrafına güven veren istikrarlı bir Türkiye, ABD için tercih edilir bir müttefik oldu. Ayrıca, Amerika’nın Irak’ta içine düştüğü durum ve Bush hükümetinin bu süreçte yaptığı büyük hatalar sadece Türkiye’nin haklılığını ve bu çerçevede bölgesel ölçekte aldığı inisiyatiflerin doğruluğunu pekiştirmekle kalmadı, aynı zamanda ABD’deki Cumhuriyetçi hükümete karşı gittikçe yükselen muhalefetin de Türkiye’ye bakışını olumlu bir biçimde etkiledi. Tüm bunların yanı sıra bir de önümüzdeki yıl Amerika’da Demokratlar’ın iktidara geleceğini hesap edersek ABD’li karar vericilerin en azından bir dönem daha AKP’nin iktidar olduğu bir Türkiye arzuladıklarını tahmin edebiliriz. Kaldı ki, ABD açısından şu ana kadar AKP’nin makul bir alternatifinin ortaya çıkmamış olması da, Amerikalı yetkilileri AKP’ye dayalı seçenekler arasından bir tercihe zorluyor olmalı.
Tekrar Genelkurmay Başkanı’nın basın toplantısına dönecek olursak, Büyükanıt’ın son derece temkinli bir tavır sergilemesinin ardında da muhtemelen böyle bir durum yatıyor. Yani bugün AKP’yi bertaraf edebilmek için sağlam bir ideolojik duruş, makul bir siyasi alternatif, güçlü bir yerli ve yabancı sermaye desteği, yekvücut bir Amerikan yaklaşımı ya da geniş bir halk tabanı mevcut değil.
Biliyorsunuz, Nokta dergisi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı’na ait olduğu söylenen bir günlükten bazı bölümler yayımladı. Sonra iş yargıya intikal ettiği için burada bu günlüklerin detayına giremeyeceğiz. Yalnız eğer bu günlüklerde yazılanlarda gerçeklik payı varsa, 2004 yılında yapılması planlanan askerî darbenin gerçekleştirilememiş olmasının ardında da yukarıda bahsettiğiniz dinamikler yatıyor olmalı. Yani bazı komutanlar gerçekten de müdahale etmek istemiş olabilirler, ama şartların müsait olmadığını görerek bundan vazgeçmişler.
Bu arada, Nokta dergisine yapılan baskın ve ardından da Nokta’nın hiç de inandırıcı olmayan bir biçimde “ekonomik gerekçelerle” yayınına son verilmesi Türk siyasi hayatından uzun süre silinmeyen bir leke olarak kalacaktır.
Aslında ben de yeri gelmişken bir hususun altını çizmek istiyorum. Sürekli ‘istikrar’dan bahsediyoruz, AKP’nin istikrarın anahtarı olduğundan dem vuruyoruz ama bir türlü bu istikrarın ne olduğunu konuşmuyoruz. Bakın geçtiğimiz günlerde Nokta dergisi kapatıldı; Kızıltepe davasında bir baba ve oğlunu öldüren polisler beraat etti. Dahası, gündelik yaşantımızda güvenlik problemlerimiz devam ediyor; ahlaki yozlaşma gittikçe artıyor. Bu listeyi daha da uzatabilirim. Biz hâlâ istikrardan söz ediyoruz. İstikrardan anladığımız tek şeyse piyasalardaki istikrar. Sizce burada bir gariplik yok mu? Biz bile maalesef bu zihniyeti içselleştirmekte bir beis görmüyoruz. Olayları son derece mekanik, cansız bir bakış açısı ile ele alıyoruz. Doğrusu ben bunu tehlikeli bir gidiş olarak algılıyorum.
Hassasiyetinde sonuna kadar haklısın, ne diyebilirim ki? İşler dört dörtlük değil, çok ciddi ve derin problemlerimiz hâlâ çözüm bekliyor.
Öyleyse ben biraz daha farklı bir mecraya çekeyim tartışmayı. Burada günlüklerin detaylarına giremeyeceğimizi söyledin ama oradaki bir ifade, belli ve maalesef çok yaygın bir düşünce tarzını aksettirdiği için benim çok dikkatimi çekti. Meclis’te hazırlanan imam-hatiplerle ilgili bir tasarıya karşı tepki verilirken mealen şöyle bir ifade geçiyor: “Olayları sebep-sonuç ilişkileri açısından değil de yüce yaratanın bir tasarrufu olarak gören bir kafa yetiştirmek bilimsel bir eğitim olamaz.” Böyle bir yaklaşım İslam kozmolojisi konusundaki büyük bir cehaletin ya da ‘Katolik’ bir bakış açısının ürünü olabilir ancak. Eğer felsefe, kelam ya da tasavvufa giriş kitaplarından birine şöyle bir göz gezdirilse ne demek istediğim çok kolay anlaşılır. İslam düşüncesinde, detaylarda farklılıklar olsa da, genelde hikmet ile illiyet arasında bir ayrıma gidilir. İlliyet, tüm açılımları ile sebep ve sonuç arasındaki ilişkinin adıdır. Kabaca söylemek gerekirse hikmet ‘niye’ sorusu ile illiyet ise ‘nasıl’ sorusu ile ilgilenir. “Allah’ın hikmetinden sual olunmaz” sözü olayların nasıllığının bilinemeyeceğini değil, niyeliğini bütün yönleriyle sınırlı zihinlerin anlamasının mümkün olmadığını belirtir. Modern zihin ‘niye’ sorusunu göz ardı ederek ‘nasıl’ sorusuna odaklandığı için, hikmet ile illiyet arasındaki farkı görmekten acizdir. Ontolojik, epistemolojik ve metodolojik düzlemleri birbirine karıştırır. Böyle olunca da İslami düşünme tarzının sebep-sonuç ilişkisini reddettiğini zanneder. Halbuki modern bilimin faaliyet alanı İslami literatürde ‘adetullah’ ya da ‘sünnetullah’ diye bilinen alandır. Bu da tabiat kanunları ile sosyal kanunları içine alır. Allah’ın Kadir-i Mutlak oluşu ile tabiatın ve sosyal sistemlerin belli kanunlara tabi olması ve bu kanunların bilinebilmesi arasında bir tenakuz olmadığı gibi, bu kanunları araştırmak, öğrenmek yine aynı Kadir-i Mutlak tarafından teşvik edilir.

 Tandoğan’dakiler Kimdir?
Vaktimiz tükeniyor arkadaşlar; isterseniz Tandoğan mitingine geçelim doğrudan. Rakamlar üzerinde bir uzlaşı söz konusu değilse de, mitinge katılan insanların sayısının 300 ila 400 bin olduğu anlaşılıyor. Ben burada mitingin Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı konusundaki kararını etkileyip etkilemediğinden ziyade, bu mitingin ne anlama geldiğini konuşalım istiyorum.
Doğrusu ben bu mitingi 28 Şubat sürecinden alışık olduğumuz post-modern darbe eğiliminin bir uzantısı olarak görüyorum. Yani bu olayı hükümetin icraatlarından hoşnut olmayan, bununla birlikte 27 Mayıs ya da 12 Eylül gibi siyasete doğrudan müdahale imkanı da bulamayan bazı askerlerin sivil iradeyi, yani STK’ları kullanarak siyasete müdahale girişimi olarak anlıyorum. Nitekim 28 Şubat sürecinde bazı STK’ların askerin yanında oynadığı rolü unutmadık henüz.
Zaten mitingin en büyük organizatörü olan ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği)’nin başkanı da yine mezkur günlüklerde ‘şahin’ olarak nitelenen eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur.
Yalnız burada mitingin organizatörleri ve kürsüde konuşma yapanlar ile mitinge katılan halk arasında bir ayrım yapmak mecburiyetindeyiz. Zira miting sonrası yapılan pek çok değerlendirmede halkın yapılan konuşmaları tasvip etmediği özellikle dile getirildi. Ayrıca katılımcılar arasındaki çeşitliliğe de dikkat çekilerek, bu kalabalığın kurucu bir siyasi iradeden yoksun bulunduğunun çünkü bu insanları bir araya getiren tek ortak paydanın hükümetin icraatlarından duyulan rahatsızlık olduğunun altı pek çok gözlemci tarafından ısrarla çizildi.
Bu kadar geniş katılımlı bir mitingin, bildiğim kadarıyla Kanal 1 haricinde hiçbir televizyon kanalı tarafından canlı yayında verilmemesi, mitingin ertesi günlerde ana akım medyada geniş yankı bulmaması ve yine ana akım medyanın etkin isimlerince mitingin yumuşak bir dille eleştirilmesi de manidar. Tüm bunlar yukarıda bahsettiğimiz AKP’nin arkasındaki büyük sermaye desteğinin açık tezahürleri olarak anlaşılmalı.
Aslında mitingi organize eden gruplara yönelik eleştiriler de haksız değil. Çünkü bu gruplar, bence beklediklerinin çok üzerinde bir katılımı görünce, kendilerini dev aynasında gördüler ve hiç de ‘demokratik’ olmayan talepler dile getirmeye başladılar; hem de zinde güçleri göreve çağırarak. Madem arkalarındaki halk desteğine bu kadar güveniyorlar neden çıkıp bir siyasi parti kurmuyorlar?
Mitingi organize edenlerin sivil olmayan bir projeyi destekledikleri ve bir takım kışkırtmalardan medet umdukları malum. Ne var ki, 350 bin kişilik bir kalabalığı motive eden yegane unsurun böyle bir proje olduğunu düşünmek de yanlış olur. Bunun ardında yatan sosyolojik gerçekliği de görmek gerekiyor. Mitingi destekleyen bazı köşe yazarları bu mitingin Türkiye tarihinde bir ilk olduğuna dikkat çektiler. Bu yazarlara göre Cumhuriyet ilk kez ‘halk’ tarafından bu kadar güçlü bir biçimde savunulmuştu. Bu da seksen küsur yıllık bir uğraş neticesinde Cumhuriyet’in nihayet halka sirayet ettiğinin bir göstergesiydi. 
Sen ne düşünüyorsun?
Ben bunun bir yanılsama olduğunu düşünüyorum. Evet, miting Türkiye tarihinde bir ilkti. Ama bu, köşe yazarlarının düşündüğü bir biçimde olmadı. Bence bu miting Türkiye’de yaşanan derin sosyolojik dönüşümün bir semptomu olarak okunmalı. Toplumsal sınıf anlamında kuruluşunu İttihat ve Terakki idaresine kadar geri götürebileceğimiz devlet yapısı (rejimi değil) şu ana dek sivil ve askerî bürokrasi tarafından muhafaza edilegeldi. Bu devlet yapısını destekleyen, doğrudan ya da dolaylı olarak bu yapıdan beslenen halk kesimleri ise hiçbir zaman bu yapıyı koruma gibi bir ihtiyaç içerisinde olmadı; çünkü zaten kendileri adına bu işi yapan güçlü bir bürokrasi mevcuttu. Ancak yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı bürokrasinin ilk defa belli bir toplumsal sınıfa dayalı bu yapıyı koruma görevini ifa etmeye muktedir olmadığı görülüyor. Burada altı çizilmesi gereken husus ise cumhuriyet ya da laiklikten ziyade, belli bir toplumsal sınıf ya da zümrenin sosyo-ekonomik statüsünün tehlikede olduğudur. Cumhuriyet ya da laiklik bu zümrenin çıkarlarının ifade edilmesi noktasında bir diskurdan ibarettir. Başka bir deyişle, bu zümreye mensup halk ilk defa, sahip olduğu sosyal, ekonomik ve siyasi pozisyonları kaybedeceği endişesine kapıldı. Bence bu kadar kalabalık bir topluluğu Tandoğan’a yönlendiren en temel neden, bu endişe idi. Aksi halde bu halkın Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının yanı sıra Türkiye’nin AB üyeliğine de karşı çıkışını anlayamayız. Bu insanlar AB’ye de karşılar, çünkü cumhurbaşkanlığının farklı bir toplumsal zümrenin eline geçmesi sahip oldukları statüleri ne kadar tehdit ediyorsa, Türkiye’nin AB’ye üyeliği de aynı derecede şahsi çıkarlarını tehdit etmekte.
Biraz daha açar mısın?
Bakın arkadaşlar; siyaset seçkinler arası bir mücadeledir. Geniş halk kesimleri ile seçkinler arasındaki ilişki siyaset ilişkisinden ziyade itaat etme ve yönetme ilişkisidir. Eğer bir siyasi yapıda elit içi dolaşımda bir tıkanma söz konusu ise siyasi dönüşümler daha çatışmacı ve geniş çaplı olur. İdeoloji ise bu mücadelenin ifade aracıdır. Dolayısıyla bugün AKP’de tecessüm etmiş siyasi irade alternatif bir rejim arayışının ifadesi olmaktan ziyade alternatif bir elitin iradesidir. Eğer kuruluşundan itibaren modern Türkiye’deki devlet aygıtı elit içi dolaşımdaki akışkanlığı sağlayabilseydi ideolojik kamplaşma ya da sosyal sınıf farklılaşması bu denli bariz olmazdı. Amerika’da ya da İngiltere’de olduğu gibi dönüşümler daha yumuşak ve uzun vadeye yayılmış olurdu. Tekrar etmek gerekirse, Tandoğan’da toplanan halk Cumhuriyet’in ya da laikliğin derdinde değildi. Bu insanlar bahsettiğim bu dönüşümün kendileri için bir tehdit oluşturduğuna inanan insanlardan oluşuyordu. Doğrusu ben bu mitingi böyle okuyorum.
Böyle okuyor musun yoksa yazıyor musun orası muamma. Artık dinleyiciler karar versin. Neyse, bu ay dikkat çeken diğer bir önemli gelişme ise Malatya’daki vahşetti. Bildiğiniz gibi bir grup genç Malatya’daki bir misyoner teşkilatına girerek buradaki üç kişiyi öldürdü.
Lime lime doğradılar demek daha doğru.
  Haklısın; zaten cinayetin bu yönü cinayetin kendisinden daha önemli belki. Bu konuda ne dersiniz?
Ben olayın zahirine bakarak bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bugün Türkiye’de maddi ve kültürel sermayesi sıfır ya da sıfıra yakın geniş bir genç nüfus mevcut. Buna patlamaya hazır bir bomba da diyebiliriz. Bu gençlik, siyasi bilinç türleri arasında en az sofistike olan milliyetçi bir bilinçle donatıldığında daha da tehlikeli hale gelebiliyor. Vurup öldürmekle, kırıp dökmekle işin halledilebileceğine gönülden inanıyor. Öte taraftan gerek küreselleşmenin yoğunlaşması ve Türkiye’nin bu küreselleşmeye en üst düzeyde entegrasyonu gerekse de Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde gelinen nokta milliyetçi bilinci besleyebilecek bir mahiyet arz ediyor. Şu Çılgın Türkler, Metal Fırtına ya da Kurtlar Vadisi gibi medyatik araçların bu süreç üzerindeki etkisini söylemeye bile gerek yok. Türkiye’deki misyonerlik faaliyetleri de bu bağlamda Türkiye’nin öz varlığına tehdit olarak algılanıyor.
Yani ateşle barut yan yana duruyor.
Aynen öyle; sonunda da Malatya’dakine benzer patolojik vakıalarla karşılaşıyoruz.
Sen işin zahirine baktın; ben de batınına bir bakayım. Malatya’daki olay, Trabzon’da bir papazın öldürülmesi ve Hrant Dink cinayetini de hesaba katarsak, bu çizgideki üçüncü olay. Senin yukarıda yaptığın toplumsal tahlile katılmamak mümkün değil. Ama ben bu toplumsal gerçekliğin birilerinin oyununda bir araç olarak kullanılmış olabileceğini düşünüyorum. Sonuçları itibariyle baktığımızda her üç olaydan da en çok yara alan kesim milliyetçi kesim oldu. Özellikle Dink cinayetinden sonra bu kesim savunmaya geçmek zorunda kaldı. Vaktimiz kalmadığı için uzatmayacağım, ama düşünülenin aksine bu olaylar milliyetçileri pasifize etmeye yönelik provokasyonlar olarak da okunabilir.
Önümüzdeki ay devam ederiz inşallah.


Paylaş Tavsiye Et