Söyleşi: Yalçın Çetinkaya
1970 yılında Ankara’da müzisyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fazıl Say, Türkiye’nin, Ankara Devlet Konservatuarı’nın, Mithat Fenmen ve Kamuran Gündemir’in yetiştirip bütün dünyaya armağan ettiği bir müzisyen. Müziğe üç-dört yaşlarında başlamış, dünyanın en iyi birkaç “bir numaralı” piyano virtüözünden biri. Aynı zamanda çok nitelikli eserler bestelemiş bir besteci. Türkiye’nin “medar-ı iftiharı”. Verdiği konserlerde izleyiciyi kendisine hayran bırakan bir “piyano sevdalısı”.
17 yaşında, Alman DAAD bursuyla Düsseldorf Müzik Akademisi’nde David Levine’in öğrencisi olan Fazıl Say, 1991 yılında “konser piyanisti” diplomasını alarak Berlin Sanat Akademisi’nde öğretim üyesi oldu. Avrupa Birliği Piyano Yarışması’nda “En İyi Çağdaş Müzik Yorumcusu” ödülünü kazandı. Besteleriyle dikkat çekerek Berlin Senfoni Orkestrası’nın sipariş ettiği konçertosunun dünya prömiyerini gerçekleştirdi. 1994 yılında “Genç Konser Solistleri Avrupa Yarışması”nda, 1995 yılında da New York’ta yapılan kıtalararası yarışmada birinciliği elde ederek kariyerinde müthiş bir sıçrama yaptı. Warner ve Teldec firmaları Fazıl Say’ın CD’lerini, Columbia ise menajerliğini üstlendi. 1998 ve 1999 yıllarında New York Filarmoni Orkestrası ile konserler verdi.
Fazıl Say ile, Anlayış okuyucuları için konuştuk. Beyrut konserinden bir gün sonra, Fransa konserinden de bir veya iki gün önce. Boşluk bulabildiği bir saatlik zaman aralığı içinde. Gerçi Fazıl Say ile ne kadar konuşsak az. Zevkle okuyacağınızı düşünüyorum. Buyrun…
Hiçbir piyanistte rastlanmayan bir piyano çalış “şekliniz” var. Bu, bir teknik tarzdan çok, piyanoyla bütünleştiğiniz hissi uyandıran, tamamen size has bir piyano çalış şekli. Bir tür aşk, sevda sanki. Piyano çalmaya başladığınız an, adeta bambaşka bir alemde yolculuk yapıyorsunuz. Piyano çalarken neler hissediyorsunuz?
Değişik bestecilerin eserlerini çalıyorum. Her parçayı, yaratıcı bünyemizde adeta yeniden var ederek çalmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Benim bir tek amacım var. Bu saatten sonra piyano çalmaktan söz etmiyoruz artık; müzik yapmaktan söz ediyoruz. Hatta belli bir yaştan sonra, artık mutluluk ve tatminden söz etmek gerekir diye düşünüyorum. On yedi yaşımda bana bu soruyu sorsaydınız, o zaman size, teknik anlamda piyano çalmaktan bahsederdim. Yirmi beş yaşımdayken sorsaydınız, müzik yapma ruhundan, isteğinden bahsederdim. Ama bu yaşa gelmiş bir Fazıl Say’ın sorunuza vereceği cevap, mutluluk veya mutsuzlukla ilgili bir cevap olurdu. Nitekim ben de size şimdi “mutluluk ve tatmin” diye cevap veriyorum.
Kuşkusuz, her besteciyi çalarken farklı şeyler hisseder yorumcu. Ama siz, mesela Bach çalarken neler hissedersiniz? Yıllar önce yayımlanan “Uçak Notları” adlı kitabınızda, Bach’ın altı numaralı Fransız Süiti’nin sizin için çok özel bir anlam taşıdığından söz ediyorsunuz. Sonra yine Bach’ın “Kunst der Füge”si…
Şunu belirtmeliyim; biz müzisyenler, her parça için mutlaka bir şeyler hissedebilmeliyiz ki, onu performe edip izleyiciye sunabilelim. Hiçbir şey hissetmediğimiz bir parçayı çalamayız; o halde seyircinin karşına da çıkmamızın bir anlamı yok. Hissettiklerimizin hayata dair pozitif enerjisi dolayısıyla sahneye çıkıyoruz. Kunst der Füge’de, evet mutlaka bir şeyler hissettiğimi söylemeliyim.
“Müzikte duygusallığa nasıl ulaşılır?” sorusu, kendinize sorduğunuz bir soru. Sizin kendinize sorduğunuz bu soruyu ben de size sorayım izin verirseniz. Müzikte duygusallığa nasıl ulaşılır?
Buna “iç sesimiz” diyelim isterseniz. Bir kere enstrüman çalarken duygulara, duygusallığa ulaşırsınız; ama bu çok fiziksel kalır. Duygu dediğimiz şeye, iç sesimize kulak vererek ulaşabileceğimizi düşünüyorum. O yüzden Aşık Veysel’i çok önemli bulurum. Aşık Veysel, iç sesini dinleyebilen bir insanmış. Müziklerinde bunu görüyoruz. Şöyle ifade edeyim; “iç”le ilgilenmek, içeriden geleni dinlemek ve ona göre bir şeyler yapmak sadece müzisyenler için geçerli değildir. “İç kuvvet” diyerek bunu anlatmaya çalışayım izin verirseniz. Mesela altmış kilogramlık bir halterci, kendisinin üç katı ağırlığında bir halteri kaldırırken, aslında içindeki bir karanlığı kaldırıyor. Yoksa insanın, normal olarak kendisinden üç kat daha ağır bir maddeyi kaldırması imkansızdır. Ama orada fiziksel olmaktan çok, metafiziksel bir iç karanlık var. Bu iç karanlık, kendi kilosunun üç katı ağırlığındaki halteri kaldıran haltercide bir “iç aydınlığa” dönüşür. İç kuvvet budur işte. Müzisyende de bu “iç ses” olarak varlığını gösterir. Müzik öyle yapılınca da bütün insanlar tarafından anlaşılır hale gelmektedir. Duygu biraz sentimental bir kelime. Evren olabilir bunun adı, mesela gökkubbe olabilir, su olabilir. İnsani olan her şey yani, daha doğrusu yaşam olan her şey.
Siz çok geniş bir müzik evrenine sahip bir müzisyensiniz. Batı müziği tarihi içinde, her dönemin bestecilerini, büyük bir başarıyla yorumluyorsunuz. Çok sayıda besteciyi yorumlamak, o bestecileri eserleri üzerinden keşfetmek, onların dünyasına girmek anlamına da gelir kuşkusuz. Çünkü besteci, eserleri ile var ve hayatını adeta eserleri için yaşamış. Hayatını bestecilerin eserleri ya da hayatları arasında geçirmiş bir müzisyenin kendi hayatını, müzikal tarzını, üslubunu oluşturması biraz zahmetli olabilir mi?
Aslına bakarsanız, bir bestecinin kendi kişiliği diye bir şeyden söz etmek de kolay değil galiba. Çünkü; mesela Beethoven’a bakın, ilk dönemi farklıdır. Mozart etkisindedir Beethoven’ın ilk dönemi.
Ve biraz da Haydn…
Tabi, Haydn etkisi de vardır Beethoven’da. İkinci dönemi daha dramatik bir dönemdir. Son dönemi ise artık romantizme evrildiği, romantik dönem bestecilerine ışık tutuğu dönemdir. Bugün çağdaş bestecilere bakın, çok değişik şekillerde bestelediği eserler var. Mesela ben kendimden örnek vereyim size; benim çağdaş eserlerim var, atonal eserler. Çok avant-garde çalışmalar olduğunu söyleyebilirim. Avant-garde derken de, 1960 ve 70’lerin biraz da rastlamsal örnekleri var, tamamen tonal eserlerim var ve tamamen modal eserlerim var. Hatta halk türküsü yazmışlığım var, bir DJ ile, Mercan Dede ile müzik yapmışlığım var, Sertap Erener ile müzik yapmışlığım var. Caz eserlerim var, klasik eserlerim var. Benim yelpazeme baktığınızda, on-on beş ayrı stilde çalışmalar yaptığımı ve eser verdiğimi görürsünüz. Ama şunun da unutulmaması gerektiği kanaatindeyim; mesela Nazım Hikmet oratoryosu yazarken ve çalarken, DJ ile, cazcı ile çalışmak yanlış olacaktır. Burada o dönemi yansıtan klasik müzikten yola çıkmak, klasik ile çağdaş klasik arasında yer almak, Nazım’a en yakışan stil olacaktır. Ama bir DJ ile Yedikule zindanlarında parti yaparken, Verdi’nin requiemini çalmak da yanlıştır. Hayatta her şeyin ayrı bir yeri var. Türkiye’de insanlar bir şeyi öğrenmek zorunda. Bir müzisyen, bir akvaryuma dahilse, orada bir problem var demektir. Ama büyük bir denizde yer alıyorsa müzisyen, orada her türlü yüzeysellikte, derinlikte ve sığlıkta yüzebiliyorsa, o zaman iyidir.
Bu dediğiniz türde müzisyenlerden birinin Beethoven olduğu kanaatindeyim. Beethoven’ın Batı müziği tarihindeki önemini vurgulamaya gerek yok. Klasik ile romantik dönemler arasında köprü vasıtası görmüş bir müzisyen. Onu dinlediğiniz vakit, çok gerilere de gidebiliyorsunuz, bugüne de gelebiliyorsunuz. Mesela Pastoral Senfoni için, her ne kadar diğer senfonileri arasında çok başlarda yer almıyorsa da, hem onun kendi hayatındaki bir dönemi, hem de tabiatı ifade ediş biçimini yansıtıyor diyebiliriz. Gerçekten de bir eserinden yola çıkarak, böylesine zengin bir bestecinin bir dönemini kritik edebilir miyiz ve hayatının çok sıkıntılı bir döneminde yazdığı bu senfonisindeki ifadenin yeterince güçlü ve açık olduğunu söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz, evet söyleyebiliriz. Bu arada, Beethoven ile ilgili olarak söyledikleriniz gerçekten çok doğru şeyler, katılıyorum. Ancak, Pastoral Senfoni sizin de değindiğiniz gibi en güçlü senfonisi değil. Bana sorarsanız, Beethoven’ın en güçlü, en kompakt senfonisi yedinci senfonidir. Ondan sonra daha dramatik senfonisi olan beşinci senfonisi gelir. Daha sonra gelen dokuzuncu senfonidir ki, oldukça görkemlidir. Üçüncü senfoni gelir arkasından; “Eroica” yani. Eroica, derinlikli bir senfonidir. Bütün bunlardan sonra Pastoral Senfoni gelir. Benim açımdan, Beethoven’ın dokuz senfonisi arasında önem sırasına göre beşinci sıradadır Pastoral Senfoni. O bakımdan, hemfikiriz sizinle, Beethoven’ın başyapıtı değil. İkinci önemli husus, Pastoral Senfoni’de kuş seslerini, dere akış seslerini, o çok güzel fırtınayı iyi yansıtabilen, yorumdur. Hangi yorumdan dinlediğiniz önemlidir bir eseri. Mesela Herbert Von Karajan’dan mı dinliyorsunuz bu senfoniyi veya bir başka şeften mi? Bu önemli bir ayrıntıdır. Ama gider de herhangi bir CD alıp, Slovak Radyo Senfoni Orkestrası’nın üç saatte kaydedip sürdüğü yorumu dinlerseniz, bundan tat almanız ve eseri algılamanız mümkün değildir. Bu tür yorumlarda Beethoven derinliğini ve efektleri algılayamayabilirsiniz. Halbuki bunlar önemli ayrıntılardır.
Atonal eserlerinizden bahsettiniz. Kuşkusuz atonalitenin öncüsü değil ama, akla yine de “atonal müzik” deyince, aslında on iki ton sisteminin babası olarak kabul edilen Schönberg gelebilir burada. Bunu, benim kafamı çok karıştıran bir besteci olmasının hatırına soruyorum diyebilirim: Arnold Schönberg, bir devrimci midir sizce?
Evet, belli bir devrimin belli bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz. Sizin de söylediğiniz gibi Schönberg, on iki ton sisteminin kurucusudur. Atonal eserler Schönberg’ten önce de vardı biliyorsunuz. Atonal, tonal olmayan demektir ve dolayısıyla dissonans yani uyuşumsuz ve kulağa hoş gelmeyen seslerin yoğunlaştığı ve belli bir tonalite hissi uyandırmadığı eserlerdir atonal eserler. Debussy ve Ravel’de de var atonallik. Yaptıkları bazı müzikler, tonaliteye dahil değil. Schönberg’in başyapıtlarından olan “Aydınlanan Gece”, tonal bir eserdir mesela. Bu şuna benziyor: Hani Picasso’ya demişler ya; “Üstad çağdaş resimler yapıyorsunuz, fakat biz sizi anlayamıyoruz. Hatta sizin iyi bir ressam olduğunuzu bile anlamıyoruz. Bir klasik resim yapın da, onu değerlendirelim.” Picasso öyle bir resim yapmış ki; yeryüzünde yaşamış en büyük beş ressamdan biri olduğunu ispat eder nitelikte. Schönberg’in “Aydınlanan Gece”si de öyledir. Tonal müzik olarak aşılamayacak bir yeri vardır. Schönberg’in çok güzel bir sözü vardır: “Hâlâ do majörde en güzel eserler yazılabiliyor” demiş. On iki tona gelince; biliyor musunuz insanlar artık sıkılır tonaliteden. Yeni bir deyiş bulunmak istenir. 19’uncu, özellikle 20’nci yüzyıl çok değişik başladı. Savaşlar, politik ve sosyal değişimler falan. Ona ayak uyduran, onu açıklamaya çalışan ve felsefî temeli de olan bir teknik yaratmaya çalıştı müzisyen. Ancak bu teknik de tutmadı. Ama ilginçtir; ben çocukluğumdan beri Schönberg çalarım, çok da severek çalarım. Kişisel bir müziktir Schönberg’in müziği. Mesela bin kişilik bir salonda çalınmaz Schönberg. Sadece otuz-kırk kişilik ve onu merak eden insanlar arasında çalınır ve tartışılır, hatta çalmaktan ziyade biraz da analiz edilir. Öyle müzikler de vardır. Hatta Beethoven’ın da bu tür eserleri vardır. “Toplum için parçalar” değildir bunlar. Bu eserler toplum için çalınmaktan ziyade, insanın kendisine bir öğreti olarak kullanması açısından önemlidir.
George Gershwin’i nasıl buluyorsunuz?
Elbette Gershwin çok önemli bir besteci. Gershwin’in şöyle bir sempatik devrimi var bende. Bütün o Amerika’daki karışık müziklerin; zenci müziği, beyaz müziği, Kızılderili müziği, Latin müziği, klasik müzik ve cazın sentezlerinden yola çıkarak yarattığı sempatik bir müzik türü var. Atonal değil. Ama yarattığı deyiş, yeni bir deyiştir, bu doğru. Yaptığı müzik, daha kolay tanınır.
Mozart’ı da kolaylıkla ayırt edebiliriz. Mesela Vivaldi ve Bach’ın bazı eserlerini sıradan bir dinleyicinin birbirinden ayırt etmesi kolay olmayabilir. Bu yakınlıkların veya besteci açısından kolay ayırt edilir olmanın, besteci üstünlüğü, kalitesi ve kendisini ayırt ettirebilme becerisi gibi sebepleri olabilir mi?
Dediğiniz gibi, Mozart ve Schopen, birbirinden zor ayırt edilebilen müzisyenlerdir. Kendisini ayırt ettirebilmek, elbette bir besteci açısından oldukça önemlidir.
Bir piyanist için en güzel şeylerden biri, her besteciyi çalarken farklı duygu yoğunluklarına giriyor olmasıdır sanırım. Mozart’ın “allaturca”sını ya da çeşitlemelerini çalarken sizi bu kadar coşturan şey ne olabilir?
Kişiye çok uyan besteler var; bazen de reddeden besteler var. Bazı eserlerin içine çok kolay giriverirsiniz. Mozart benim için öyle. Kolay girebildiğim ve akıp gittiğim bir bestecidir Mozart. Ama bunun yanı sıra, bir müzisyen için kapalı kutu olan besteciler de vardır. Schopen benim için uzun yıllar bir kapalı kutu olarak kaldı. Sonra, 27-28 yaşıma kadar Beethoven kapalı bir kutuydu. Yavaş yavaş bazı eserlerinden anlayarak, bir-iki eserinden yola çıkarak kapılar açılıyor ve sonra ilerlemeye başlıyorsunuz.
Dünyanın en iyi birkaç piyanistinden bir tanesisiniz; bu bir gerçek. Batı müziği çalıyorsunuz. Sayısız besteciye ait, sayısız eser çaldınız. Bizde Batı müziği üzerinde çalışan müzisyenlerle ilgili yaygın kanaat, Klasik Osmanlı Müziği’ne ilgisiz oldukları hatta onu küçümsedikleri şeklindedir. Oysa, Itri ve Dede Efendi gibi, dünya ölçeğinde bestekarlarımız var. Sizin için bu bestekarlar ne anlam ifade ediyor?
Benim için her zaman değerli müzisyenlerdir bu müzisyenler. Ayrıca ben, iyi yorumlanan Klasik Türk Müziği eserlerini de severek dinliyorum. Bunun dışında, halk müziğine ait müzisyenler, mesela Aşık Veysel, benim ilgimi çekiyor. Belli bir dönem sonra doğuya ve batıya ait kültürlerin birbirleriyle köprüler kurup en yüksek mertebede birleşmeleri bende müthiş heyecan yaratıyor doğrusu. Bunları tek başına dinlemek, bir zaman sonra ihtiras yaratmaya başlıyor. İyi çalışmalar var; iki kültür arasında köprüler kuruluyor. Ben Dede Efendi’nin ayinlerini çok severim. Itri’nin Nevakar’ı mesela, heyecan verici. Sizinle daha önce de konuşmuştuk; Itri’nin horizontal çizgilerinde bir Bach tadı vardır. Dede Efendi’nin eserleri çok kendine has eserlerdir. Ama ne yazık ki bu bestecilerimizi Türkiye bile doğru dürüst tanımıyor ki. Dede Efendi deyince akla gelen eser, “Yine bir gülnihal”, hepsi bu. Ayinleri, hele Ferahfeza ayini mükemmel bence.
Itri ile Bach arasındaki paralellik, benzerlik, az önceki ifadenizle, Itri’deki Bach tadı, bunlar müziğin ne kadar uluslarüstü bir sanat olduğunu kanıtlıyor bence. Türk beşlerinden Necil Kazım Akses’in Itri’nin Nevakar’ı ile ilgili ilginç bir yorumu vardır: “Nevakar’ın notasını alın, tesadüfi olarak katlayıp buruşturun, her katlamada farklı kontrpuanlar elde edersiniz” der Akses. Bach bir kilise organisti idi; Itri ise Yenikapı Mevlevihanesi’nde yetişmiş, İslam müziğinin en önemli bestekarı. Itri ve Bach paralelliği, ikisinin de çoğunlukla dînî müzikler besteleyen müzisyenler olmasıyla ilgili olabilir mi?
Evet, aslında oradan yola çıkan bir özellik, seslere yansıyor ve yakışıyor. Ama iki besteci de özgür sonuçta. Bach, klasik müzikte en özgür ve kendine has bestecidir bence. Belki size garip gelecek, Bach’ı bu yüzyılda en güzel, ateist müzisyenler çalıyor her nedense. Sonra, Bach’a ait aynı eseri o kadar çok sayıda değişik yorumlarla çalabiliyorsunuz ki... Mesela Mozart’ta böyle bir şey yok. Mozart’ta bir eserin tempoları, nüansları, karakteri çok da değişmez doğrusu. Ama Bach’ta öyle değildir. Bach’ın eseri daha saydam bir materyal. Her çalana faklı bir şey hissettiriyor ve farklı yorumlar çıkıyor ortaya. Bakın aynı şey Itri ve Nevakar için de geçerlidir. Ben Nevakar’ı dört ayrı yorum ile dinledim ve açık söyleyeyim, dört farklı Nevakar dinlediğimi belirtmeliyim. Itri’nin Nevakar’ı, göğe varan bir eserdir.
Bach aslında kiliseye yıllarca hizmet etmesine rağmen, kiliseye de kendini beğendirememiş bir bestekar. Kuralların üzerine fazla gittiği ve yenilik peşinde koştuğu için olsa gerek. Aslında pek de o kadar ağırbaşlı değil. Hatta biraz uçuk; inanılmaz zengin.
Bach ile ilgili çok az fikrimiz var ne yazık ki. Zaman tüneline bir girebilsek ve Bach, Mozart ve Beethoven’la bir tanışıp konuşabilsek... En büyük üç müzisyen. Benim bunlar içinde en çok tanışmak isteyeceğim, herhalde Bach olurdu. Çünkü en gizli saklısı, hakkında en az şey bilineni Bach’tır. Mozart parti seven, eğlence seven, içki, kumar seven delidolu bir müzisyen. Ama çok çalışkan ve muazzam üretken bir bestekar. Beethoven hastalığı, yani sağırlığı dolayısıyla çok yalnız, romantik, melankolik, dramatik ve çok isyankar da bir müzisyen. Bach’ı da elbette biliyoruz. Ama Mozart ve Beethoven kadar değil. Bach benim daha fazla tanımak istediğim bir besteci.
Müzik sizce bir meslek mi, kabiliyet mi, yoksa tutku mu?
Bir kere meslek değil, bunu biliyorum. Elbette iyi bir müzisyen olmak için en gerekli, hatta olmazsa olmaz şart kabiliyettir. Tutkudan ziyade bir yaşam tarzı diyebiliriz sanırım. Ben müzik çalışmıyorum ki. Müzik benim için bir sevgili gibi ve adeta onun için yaşanıyor. Ama sevgiliden de çok farklı. Şu çimen için su neyse, öyle bir şey. Onun yaşaması için su gerekiyor. Yaşama iksiri bu bir anlamda. Evet, ben müzik yapmadığım günlerde çok huzursuz olurum. Kafamda zaten hep müzik var. Bir de, müzik yapmak biraz da kafada olan bir şey. İlle de bir enstrümanda olması gerekmiyor.
Siz Kudsi Erguner ile birlikte çaldınız ve bir tür “Ney-Piyano denemesi” yaptınız. Ney, tasavvuf dünyasının en önemli sazı ki “insan-ı kamil” ile özdeşleştirilir tasavvufta. Piyano ise, tampere müziğin müthiş bir enstrümanı. Neyi piyano ile buluşturmanız, içinizdeki tasavvufî kaynağın akış istikameti ile ilgili olabilir mi?
Dünyadaki hemen hemen her şey aynı zamanda tasavvufî, mistik.., veya değil. Ney bence enstrüman sesi olarak dünyadaki en keskin etkileyici enstrümanlardan biri. Direkt, ten altına işleyen bir sesi var. Ben de 16-17 yaşlarımda ney üflemeye heves ettim. İlk ve piyano dışında çalmaya kalkıştığım tek saz neydir. Gerçi olmadı ama, kalkıştım ve denedim en azından. Çok zor bir saz ama. İkincisi, bu güzel enstrüman benim yaşadığım, ait olduğum toprakların enstrümanı. Anadolu’nun bir başka yüzünü temsil ediyor. Kudsi Erguner ile yaptığımız projeye emprovizatif yaklaşmaya çalıştım. Neyi, kimi zaman hiç dokunmadan, ney olarak bırakarak, kimi zaman da bir diskoya alarak; otomobilde, sıkışık trafikteki sinir gerginliğini alarak, neyi müthiş güzel sesi olan bir Anadolu sazı olarak hayatın içine, değişken bir sürü müzik teknikleri ile sunmak istedim. 15 değişik parça yaptık, 15 değişik teknik kullandık. Klasik yaptık, caz, atonal yaptık. “Derwish in Manhattan (Manhattan’da Bir Derviş)” isimli bir parça yaptık. Karmakarışık bir çalışmaydı ama, bütün bu karmakarışıklığa rağmen ney, o karışıklıkta bütün dervişliğiyle var ve yerini koruyor. Yalnız çok zor bir proje idi. Hayatımda birçok zorluk yaşadım, bu en zorlarından biriydi. Çünkü ney tampere değil. Aynı notayı bastığınızda bir kirlilik duyabiliyorsunuz. O kirlilik, ortalama bir dinleyicinin kulağını da rahatsız edebiliyor. Biliyorsunuz piyanonun bastığı do ile neyin çıkardığı do aynı do değil. Böylesine çok büyük bir sorunumuz vardı. Yalnız, besteciler ve müzik hastaları arasında tartışılmaya ve ele alınmaya değer bir projedir. Bir de halk piyano ve ney birlikteliğini eleştirebilir, küçümseyebilir. Ayrıca bilmeden, düşünmeden konuşan çok insan var bu ülkede. Bu bir caz konseri değil ki. Saksofon ve trombon birleşmiyor ki. Bambaşka bir şeydi bu proje. Etnik, etik karşılaştırmaların yapıldığı, felsefî ve sosyal içeriği de olan bir projeydi bu. O yüzden yüklendiğimiz şey, az buz bir şey değildi.
Kendinizi dinler misiniz? Mesela Haydn sonatının ilk bölümünü kendinizden dinlemek gibi…
Dinlerim tabii. Ama kendimi üç şekilde dinlerim: Bir, kötü günlerimde dinlerim ki kendimi hatırlayayım ve yeniden iyiye dönebileyim. İki, yaptıklarımı karşılaştırıyorum. Teknik bir çalışma yapar gibi dinliyorum bazen. Ne iyi çalmışım ya da ne kötü çalmışım dediğim zamanlar oluyor. Dikkat etmem gerekiyor. Üç, yaptığım şeyleri arkadaşlara dinletmek için çalar ve dinlerim. Bir sanatçının biraz kendisini sevmesi gerekiyor galiba. Ben de biraz severim kendimi.
Bu güzel konuşma ve verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.
Paylaş
Tavsiye Et