Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2008) > Söyleşiyorum > Güngör URAS: “Türkiye’de Mercedes enflasyonu arttı”
Söyleşiyorum
Güngör URAS: “Türkiye’de Mercedes enflasyonu arttı”
Konuşan: Yalçın Çetinkaya
Güngör Uras, 22 Temmuz 1933’te Düzce’de doğdu. TED Ankara Koleji ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (Mülkiye) bitirdi. Devlet Planlama Teşkilatında 1962-1974 yıllarında uzman olarak çalıştı. Kuruluşundan sonra TÜSİAD’ın ilk genel sekreteri olarak yayın ve araştırma faaliyetini başlattı. 1980-2001 yılları arasında Aksigorta Yönetim Kurulu Başkanı olarak Sabancı Grubu’nda çalıştı. Doktorasını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladı, Marmara Üniversitesi’nde profesör oldu.
Köşe yazılarına 1968 yılında Türkiye İktisat Gazetesi’nde başladı. 1982 yılından bu yana, Dünya gazetesinin köşe yazarı. Sabah’ta başladığı günlük köşe yazılarına Milliyet’te devam ediyor.
Anadolu’nun dertlerini de, dinamizmini de yakından bilen ve Türkiye’yi projelerle kalkındırma şevkinden 40 yıldır hiçbir şey kaybetmeyen Uras, ekonomi politikalarının özgün modeller ve stratejik planlama ufkundan yoksun bir biçimde, Türkiye’nin gerçeklerinden bihaber İMF memurlarının insafına bırakılmaması gerektiğini savunuyor. Enflasyonu düşürmek için ödenen maliyeti ve bu maliyetin değişik kesimlere paylaştırılmasındaki adaletsizliği sorguluyor. Her yıl bütçeden yatırımlara 6, faize 66 katrilyon ödenmesine içerliyor ve şöyle diyor: “Tüketici fiyat enflasyonu düştü ama Mercedes enflasyonu arttı.”
 
Türkiye’de hep kamunun verimsizliğinden söz edilir. Özel sektörden beklenen ise, her zaman dinamik ve üretken olmasıdır. Oysa siz zaman zaman özel sektörü de eleştiriyor ve performansından yakınıyorsunuz. Neden özel sektörü böylesine eleştiriyorsunuz?
Türkiye’de büyük oynamak çok önemlidir. Size şöyle bir örnek vererek açıklayayım bunu. “Takayla Atlantik geçilmez” diye bir söz vardır. Bu takaların işe yaramaz tekneler olduğu anlamına gelmez. Karadeniz’in kıyılarını bir takayla gezebilirsiniz. Ama niyetiniz Atlantik’i geçmekse, bir transatlantiğe ihtiyacınız var demektir. Ekonomide de küçük sanayi vardır, küçük atılımlar yapar. Evet, küçük ve orta ölçekli sanayi her zaman önemlidir. Ama eğer bir ekonomi büyüyecek, kalkınacak ve çağdaş boyutlara ulaşacaksa, büyük ölçekte, iktisadî tabiriyle ‘ölçek ekonomisi’ne uygun fikirlere ve tesislere ihtiyaç vardır. Ölçek ekonomisine uygun tesis kurmak demek sadece gösterişli, koskocaman binalar kurmak demek değildir. Büyük demek, rekabetçi pazarda bir yer tutabilecek büyüklüğe erişmek demektir. Büyüklük deyince benim anladığım şey teknolojide büyüklük, pazar payında büyüklük ve üretim gücünde büyüklüktür. Müsaade ederseniz ben biraz geriye giderek açıklamak istiyorum bunu. Biz planlamanın ilk yıllarında, ki benim tecrübem 1962-1974 arasıdır, hep belli stratejilerle hareket ederdik. Mesela önümüze on beş yıllık bir hedef koyardık ve bu dönem içinde hangi sanayi kollarında belli büyüklüğe ulaşabileceğimiz konusunda kafa yorardık. Turgut Özal’ın müsteşar olduğu dönemde şahit olduğum bir olay vardır. O dönemde duyduk ki Sabancı Adana’da yüz bin iğlik bir iplik fabrikası kuruyormuş. Turgut Özal, bir elektrik mühendisiydi ve iplik fabrikası konusunda uzmanlığı olmamasına rağmen planlamadaki birikimlerle biz hemen itiraz ettik. Turgut Bey Sabancı’yı aradı ve dedi ki “Biz size yüz bin iğlik bir fabrika kurdurmayız; çünkü yüz bin iğlik bir fabrika hiçbir işe yaramaz. Eğer ille de kuracaksanız bari üç yüz bin iğlik bir fabrika kurun. Ama bizim size tavsiyemiz beş yüz bin iğlik bir fabrika kurmanız.” Onlar da bu tavsiyeyi dinleyerek beş yüz bin iğlik fabrikayı kurdular ve inanır mısınız o da yetmedi. Biliyorsunuz Türkiye’de bu büyüklükleri de birilerinin yönlendirmesi lazım.
 
Türkiye’nin ekonomi politikasına baktığımızda 1960 ve 70’li yıllarda ülkemizin büyükleri içeriye yönelik bir kalkınma ve büyüme modeli izleyelim demişler ve ithal ikamesini tatbik etmişler. Bu iç pazarın birtakım imkanlarını gelir transferiyle onlara aktaralım, sermaye biriksin ve büyük şirketlerimiz oluşsun demişler. Oluşmuş da. Ama 80’li yıllara gelindiğinde bu süreç tıkanmış ve çözüm olarak da ihracat ve yatırım teşviklerine yönelinmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri birtakım kuruluşlara gelir transferleri yoluyla kaynak aktarmışız ki, bunlar gelişsinler, büyüsünler, üretim yapsınlar ve kalkınmaya destek olsunlar. Fakat bu şirketlere, örneğin İstanbul Sanayi Odası’nın en büyük 500 şirketi listesine baktığımızda, gelirlerinin %12’sini kendi işlerinden, %88’ini ise, faaliyet dışı gelirlerden elde ettiklerini görüyoruz. Burada bir yanlışlık yok mu sizce?
Olmaz mı, var tabii ve haklısınız. İthal ikamesi, bir bilinçli politikadır. O zaman döviz yokluğu nedeniyle ortaya çıkmıştır. Daha sonraki ihracat teşvikleri, küçük pazardan büyük pazara açılma arzusunun sonucudur. Bu tamamen hedef ve stratejik düşünme ile ilgili bir şey. 1960’lı ve 70’li yıllarda hem devlette, hem özel sektörde kapasitenin nasıl olacağı hakkında birtakım hedefler vardı. Zaten ülkenin kıt kaynağı var. Her şeyi en rasyonel şekilde kullanmak zorundasınız. O dönemde hem kamuda, hem de özel sektörde ciddi proje hazırlıkları vardı. O zamana kadar hayatımızda fabrika kurmamışız ve hepimiz Anadolu çocuklarıyız. Ama dünya uygulamasından, yabancı danışmanlardan bunu öğrendik. Ülkenin hayatiyetini, ülkenin dinamizmini “proje pipeline”ı, proje boru hattı oluşturur. Bu yabancı danışmanlar “proje pipeline”ını da şöyle izah ettiler: Bir boru düşünün ki, o borudan sürekli bir şeyin akması lazım. Eğer akmazsa kaynak kesilir. Bunun için ne olması lazım? O borunun içinde hazır, akması gereken projelerinizin olması gerekiyor. Ancak bir projenin o boru hattına girmesi zaman alır, hatta ilerlemesi de ayrı bir zaman alır. Hattın ucundan çıkıncaya kadar epey zaman geçer. O zamanlar Türkiye’nin itibarı, “proje pipeline”ındaki projelerle ölçülürdü. Devlet büyüklerimiz o zamanlar OECD toplantılarına, Dünya Bankası toplantılarına giderken hemen kollarının altına bir “proje pipeline”ı kitabı sıkıştırırdık. Onlar dışarıya giderler ve “Bizim özel sektör ‘proje pipeline’ımızda şu projelerimiz var, kamu sektörü ‘proje pipeline’ımızda şu… Bu projeleri gerçekleştirebilmek için de şu kadar kaynağa ihtiyacımız var. Biz bunları gerçekleştirdiğimizde hem döviz, hem de istihdam sorununu çözeceğiz” derlerdi. Besim Üstünel hoca bunlara “döviz fabrikası” derdi. Bu anlattıklarım, 1960-70’li yıllara ait şeyler. Geldik 2004 yılına.
 
Bugün ne özel sektörün, ne de kamu sektörünün ‘proje pipeline’ında hiçbir şey yok. Geriye mi gidiyoruz?
Maalesef öyle. Gerçekten bugün, “özel sektörün, kamunun hangi projeleri var?” diye sormak gerekir. Sabancı Holding, Koç Holding, Eczacıbaşı Holding çok önemli projeler hazırladı ve projeleri 3 veya 5 sene sonra hayata geçirilecek diye birşey duydunuz mu? Öte yandan kamunun da böyle bir planlaması yok.
 
Peki biz nasıl ayakta duruyoruz?
Nasıl mı ayakta duruyoruz? Derler ya “anne-babasının hayır duasıyla duruyor”, işte biz de neredeyse böyleyiz. Türk ekonomisi de, Anadolu’daki küçük ve orta ölçekli sanayiciler, yeni müteşebbisler ve işletmeler sayesinde ayakta duruyor. Türkiye’de yeni bir nesil var ve bunlar üretim adına bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Türkiye’ye satamadıklarında yurt dışına yöneldiler. İşte onlar sayesinde ayakta duruyoruz.
 
Ama hocam bu sözünü ettiğiniz Anadolulu yeni üreticilerin çok büyük anlamda teknolojik üretimleri yok, üretim biçimleri ne yazık ki çok gelişmiş değil ve sizin az önce söylediğiniz “proje pipeline”ı anlamında insanı heyecanlandıran projeleri de yok. Hatta çok zor şartlar altında, tabir caiz ise “çalışmaya çalışıyorlar”. Bu bizi daha ne kadar ayakta tutabilir?
Haklısınız. Sakıp Sabancı ilk hatıra kitabında der ki “Biz nereye ne para vermişiz baktık. Teknolojiye para vermişiz. Peki hangi teknolojiye? Meğerse kazanın kulesine çıkan merdivene de ‘teknoloji’ diye para vermişiz. Neden bu paraları boş yere vermişiz? Teknolojiyi tam olarak bilmediğimiz için.” Bir örnek de ben kendi tecrübemden vereceğim. Kayseri’ye gittiğimde bir müteşebbis bana, “Kadın bezi makinesi yapıyorum” dedi. “Kadın bezi nedir?” dedim. Kadınlara mahsus hijyenik pedmiş. “Makineyi satın almaya kalktık, çok pahalı. Bari bu makineyi biz kendimiz yapalım dedik” dedi. “Peki nasıl yapıyorsunuz bu makineyi?” diye sordum. Beni bir yere götürdü. Bir odada iki kız, üç erkek bilgisayarın başına oturmuş çalışıyorlar. “Ne yapıyorsunuz çocuklar?” dedim. Anlattılar; “Biz hijyenik ped makinesi yapıyoruz.” Kızın biri Sivas’ta bir okuldan mezun, diğeri Konya’da bir okuldan. “Siz daha önce hiç hijyenik ped makinesi gördünüz mü?” dedim. “Hayır” dediler. “Peki nasıl yapıyorsunuz bu makineyi?” diye sordum. “Bilgisayardan bazı yerlere giriyor ve makineyle ilgili teknik bilgiler, çizimler, resimler bulup indiriyoruz ve oraya bakarak makineyi yapıyoruz” dediler.
 
İnanılmaz bir şey bu. O zaman daha çok ayakta kalacağız demektir hocam.
Evet. Sonra beni yaptıkları makinenin yanına götürdüler. Upuzun bir makine. Bir çalıştırdılar, baktım ki makine tıkır tıkır hijyenik ped üretiyor. Şaşırdım kaldım. Sonra da bir başka demir atölyesine götürdüler. Bir çocukla tanıştırdılar beni. Baktım bir makine, bir şeyler üretiyor. “Ne üretiyorsun sen delikanlı?” dedim. “Ben Amerikan donanma gemilerinin, denizaltılarının pervanelerinin ihalesini aldım, onların pervanelerini yapıyorum efendim” dedi. “Peki, sen daha önce pervane ürettin mi, nereden biliyorsun pervane üretmeyi?” diye sordum. Ne dese beğenirsiniz? “Efendim, ben daha önce Türkiye’de roketatar yapmıştım, böyle öğrendim.”
 
O zaman rant peşinde koşan özel sektörden umudu kesip bu müteşebbisleri desteklemek gerekiyor.
Bunları görünce şaşırıyorum gerçekten. Kendi tecrübelerimden hareketle konuşuyorum tabii. Biz planlamada iken, ekonomik model diye bir şey öğrettiler bize. Modelde girdiler var ve siz çıktıları hesaplıyorsunuz. Çıktıları hesaplayan uzmanlara ‘kalkülatör’ denirdi. Bugün politikada iyi noktalara gelenlerin hepsi, bir zamanlar bizde kalkülatördü. Şimdi model diye bir şey yok, paket var. Türkiye’nin ileriye dönük, uzun vadeli bir stratejiyle yüksek teknolojiye yönelik bir üretim alanına girmesi şart. Gömlek üreterek bir yere varamayız. Dünyanın hiçbir yerinde tekstil ve giyim sanayi ile kalkınmış bir ülke yok. Bu ancak bir aşama olabilir. Japonya gömlek üretmeye başladı, Japon gömleği giydik, sonra Japonya gömlek üretimini bıraktı. Kore gömleği alıyorduk; Kore, gömleği bıraktı. Şimdi biz gömlek üretiyoruz. Bizimkilerse şimdilerde Çin’i kıskanıyorlar. Merak etmeyiniz, Çin de yakında başka bir ürüne geçecek. Ama sen ömür boyu gömlek üretmeye kalkarsan ilerde sana bir Bangladeş rakip olacak, bir Nijerya... Uzun bir perspektif içinde geleceğe yönelik üretim stratejimizi belirlememiz gerekiyor. Ama bizim alanımız tekstil ve giyim değil, gıda da değil, bunu bilelim. Tarım ile de olmaz kalkınma. Toprağımız buna elverişli değil. O zaman yeni bir üretim alanı geliştirmemiz gerekiyor. Yoğun teknolojili bir alan bulmalıyız. Bu sadece ürünün montajı olmamalı tabii.
 
Bunun için de yabancı sermaye büyük önem taşıyor değil mi?
Evet. En önemli meselelerimizden biri yabancı sermaye konusudur. Yabancı sermayenin gelmemesinin sebeplerini hep kanunlarda ararız. Evet, kanunlarda bir yetersizlik var ama, asıl kabahat “Yabancı Sermaye Kanunu”nda değil, hukuk sisteminde. Türkiye’de hukuk yok ki! Hukukun olmadığı bir yerde ne yerli sermaye gelişir, ne de oraya yabancı sermaye gelir. Hukuk sistemimizi gözden geçirmemiz lazım. Osmanlı’yı araştıran yabancılar, 600 yıl yaşayan bir devleti ayakta tutan en önemli şeyin “adalet” olduğu sonucuna ulaşıyorlar. Osmanlı adaletli imiş. Bizim ülkemizde hukuk ve adalet yok. Mehmet Barlas tekrarlar durur, “Karadeniz’de gemin, Romanya’da karın, Türkiye’de malın olmayacak.” Aynen bu durumdayız. Türkiye’de servet ve sermaye transferi konusunda ciddi sorunlar var. Türkiye’de devletten yemlenen sermaye, o sermayeyi servet haline dönüştürdü. Onun için de ülke fakirleşti. Devlet her kademede zorunlu sermaye transferi ile sermayeyi birilerinin elinden alıyor. Çok basit bir örnek vereyim size. Bugün Las Vegas artık kumarhane merkezi olmaktan çıktı, başka bir tür eğlence merkezi haline geldi. Senede 40 milyon Amerikalı, Las Vegas’a gidiyor. Büyükler kumar oynuyor, çocuklar eğleniyor. Las Vegas’ı bu hale getiren kişi, Türkiye’de büyük bir potansiyel görmüş ve Türkiye’ye gelmek istemiş. Fakat vazgeçmiş gelmekten. Sormuşlar “Neden vazgeçtin?” diye. Ne demiş biliyor musunuz? “Evet, Türkiye’de büyük bir potansiyel var. Fakat, hukuk yok.” Hukukun olmadığı yerde kumarhane bile olmuyor. Türkiye’ye sadece, devlete yakın güçlü biriyle ortak olabilen geliyor. Dikkat ederseniz yabancı sermaye ortaklıkları işgüzar bulmak için geliyorlar. Bizim işgüzar büyük sermaye, onların arsa işini hallediyor, başbakanla işini hallediyor, cumhurbaşkanıyla işini hallediyor.
 
Özel sektörü konuştuk, kamunun yatırım ‘pipeline’ı dediniz. Ama görebildiğimiz kadarıyla kamunun ‘pipeline’ında sadece faiz ödemeleri var, başka da bir şey yok. Sizce bu yapısal bozukluk nasıl aşılabilir?
İç borç yeniden yapılandırılmadan Türkiye yerinden kıpırdayamaz. İç borcun yapılandırılması daha geniş bir boyutta ele alınmalıdır. Pek güzel, İMF “aferin” diyor, “Faiz dışı fazlaya devam” diyor. Peki bu ne zamana kadar devam edecek? 2008 yılına kadar. 2008’den sonra ne olacak, kurtulacak mıyız? 2008’den sonra yeni bir stand-by yapacaksınız. Azalması matematik olarak mümkün değil. İç ve dış borcunuzun azalmasının bir yolu var. Eğer milli gelir büyüme hızı reel faizden büyükse azalır; eşitse aynı kalır, hiç olmazsa büyümez. Ama makas açıksa büyür. Bütçen açıksa sen borcunu nasıl küçülteceksin? Milli gelir artışınız %5; reel faiz %18.
 
Hükümet borçları azaltabilmek için kaynak yaratmaya çalışıyor. Bunlardan biri de özelleştirme. Ama son dönemde onda da bazı sorunlar var. Bununla ilgili ne dersiniz?
Bakın, gerçekçi olalım. Ben özelleştirmeden yanayım. Keşke kamu işletmelerini bağımsız işletmeler olarak çalıştırabilsek. Ama bugüne kadar tek bir başarı örneği dahi görülebilmiş değil kamuda. Peki özelleştirilen bir kamu malını satın alan bir özel sektör kuruluşu ne yapıyor? Onları işletmek için almıyor, arsasını alıyor ve arsasına bina yapıyor, market yapıyor. Türkiye’de özelleştirilmeyecek tek kurum Süt Endüstrisi Kurumu ile Et ve Balık Kurumu idi, fakat ilk önce onlar özelleştirildi.
 
Neden?
Çünkü arsaları vardı. Halbuki bunları kolay kurmadık. Doğu’daki adama saman vermezseniz kışını geçiremiyor. Hayvanını satamazsa ölüme terk ediyor. Halbuki siz ona istediği zaman saman vereceksiniz, hayvanını satmak istediği zaman satın alıp hemen orada keseceksiniz, donduracaksınız, değerlendireceksiniz. Adam sütünü sağdığı zaman, sadece mandıracılara, o da senenin sadece iki ayında satarsa hayvancılığa devam edemez. DPT’deyken yabancı danışmanlar bize; “İneklerinize, sütünüze yazık oluyor. Ankara’ya gelene kadar nakliye sırasında her hayvan kilosunun %15’ini kaybediyor. Halbuki her kesimhanenin yanında bir de besleme alanı yapın. Doğu’dan gelen hayvanlar kaybettiği kiloyu yeniden almak için beslensin, böylece hem hayvan sahibi para kaybetmesin, hem ekonomi et ve hayvan kaybından kurtulsun” dedi. Bin bir zahmet sonunda Ankara Et Kombinası’nın yanında geniş bir besleme alanı yaptık. Fakat özelleştirmeden sonra ne oldu? Kurumu alanlar gıda sektörünün oluşturduğu kooperatif GİMAT olduğu için, o zamanki hükümet ihalesiz ve ucuz fiyatla burayı verdi. Satın alanlar ilk olarak et kombinasındaki makineleri hurda fiyatına sattı. Türkiye’nin en büyük kesimhanesinin binasını yıktılar ve binanın yarısını Koç’a verdiler; Koç oraya bir market kurdu, onlar da %20 ortak oldular. Orada 200 mağaza kurdular ve o mağazaların gelirlerini de alıyorlar. Şimdi öbür yarısını da yabancı bir pazarlama şirketine vermeye çalışıyorlar. Ve utanmadan gazetelere çıkıp “çok kârlı bir iş yaptık” diyorlar. İşte Türkiye’de özelleştirme bu. Türkiye’de özel sektör, mevcut tesisleri ve yatırımları yok ediyor. Ne yapayım böyle özelleştirmeyi ben?
 
Mayıs ayında bir sarsıntı yaşadı Türkiye. Bu sarsıntıyı nasıl değerlendiriyorsunuz? İyi yolda seyrettiği söylenen ekonomilerde yaşanması normal olan bir sarsıntı mı bu, yoksa ekonomide aslında derin fay kırıkları olduğunu gösteren ciddi bir sarsıntı mı?
Efendim şunu açıklıkla söyleyeyim, ben ekonomimizin iyi yolda olduğuna inanamıyorum. Az evvel söylediğim gibi iç borcumuzu yapılandırmadan iyi yola girebileceğimize de inanmıyorum. İç borcumuzu yeniden yapılandırmadıkça, aspirin yöntemlerle sadece kalp krizini geciktiririz. Ama Türkiye iç borcunu yapılandırmazsa er veya geç kalbi yeniden tekler. Bir ülkede ekonominin sağlığını anlamak için döviz dengesine; yani ödemeler dengesine, cari işlemlere bakacaksınız. Sonra bütçe dengesine bakacaksınız. Bizim döviz dengemiz de, bütçe dengemiz de kötü. Enflasyon indi; tamam, tebrik ederiz. Frene bastığınızda enflasyon iner. Önemli olan enflasyonu, talebi öldürmeden indirebilmektir. İMF geliyor, emir veriyor; “memur maaşlarını enflasyona karşı koru -çünkü orada asker var, politikacı var- ama asgari ücreti artırma, diğerlerini boş ver. Halkın alım gücünü artırma. Tüketiyorlar. Tüketmesinler. Yemesinler, ekmek yesinler yeter. Çiftçiye para verme, işçiye para verme.” Eh, böyle yaparsan enflasyon tabii ki düşer. Tamam, enflasyonun düşmesi güzel bir şey. Alkışlıyoruz. Ama enflasyonu nasıl düşürüyorsun, o önemli? Dövize talep olmazsa, enflasyon düşüyor ama sen reel faize bak. Borç stokun artıyor. Bütçenin toplamı 150 katrilyon. 66 katrilyonunu faize veriyorsun, sadece 6 katrilyonunu yatırıma ayırıyorsun. İMF istediği için 20 katrilyonunu da faiz dışı fazla diye faizciye veriyorsun. Tabii ki piyasada Mercedes arabalar artar, 66 katrilyon lira para döküyorsun piyasaya. O zaman Mercedesler de alınır, metresler de çoğalır. Belki fiyat enflasyonu, tüketici enflasyonu düştü ama şu anda Türkiye’de Mercedes ve metres enflasyonu var.
 
Efendim İMF heyeti ile görüşüldüğü zaman “Aman siz iyi yoldasınız. Faiz dışı fazla vermeye devam edin. Siz faiz dışı fazla verdikçe bu borç yükü azalacak” diyorlar. Mümkün mü böyle bir şey?
Hiç olur mu öyle şey? Mümkün mü? Reel ücretin düşüyor; bu ne demek, alım gücün düşüyor demek. Kredi kartları çoğalıyor. Neden çoğalıyor? İşte bu yüzden. Reel ücretler düşüyor, reel kâr marjları daralıyor. Ama daralmayan bir tek şey var, reel faizler. Çünkü faizciye kazandırıyorsun. Devamlı olarak piyasanın kanını emiyorsun. Sistem böyle devam ediyor ve bu da başarı olarak alkışlanıyor. Borçlanma ne demek? Üretime ve yatırıma gidecek parayı piyasadan emiyorsun. Türkiye’de ciddi bir yapısal bozukluk var ve biz bu yapısal bozukluğu görmüyoruz ne yazık ki.
 
Hocam bundan sonra İMF ile ilişkilerin seyri konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Bir kere İMF ile ilişkilerimizi kesemeyiz. Gerçekçi olalım. Bizim gibi ülkelerin yaşaması için İMF ile ilişkilerini iyi yürütmesi gerek. Ama bunu da fazla abartmamak lazım. İMF dediğin kim? Uluslararası bir müessese. Memurları bizim gibi ülkelerden derlenmiş insanlar. Bu müesseselere, istisnalar hariç, kendi ülkelerinde başarılı olamamış insanlar gider. Bu vasıftaki bir adam, Türkiye’yi tanıması mümkün olmayan biri gelip bize ne yapacağımızı söylüyor. Onun Türkiye diye bildiği büyük sermaye, büyük şehirler, büyük adamlar. Türkiye’yi bilmiyor; benim yaşadığımı yaşamamış ki. Et-Balık Kurumu’nu bilmiyor, tarımın derdini bilmiyor, Ayşe Hanım Teyze ile Ali Rıza Amcayı bilmiyor. Ama benim başbakanımın, başbakanımın yanında çalışan danışmanın bunları bildiğini farz ediyorum. Türkiye için daha gerçekçi formüller üretmeliyiz. İMF ne derse yapıyoruz. İMF’nin sekizinci sınıf memuru ile asgari ücret pazarlığı yapıyoruz. İMF’yi kovalım demiyorum ama kendi donumuzu da kendimiz dikelim. Onlarla sonuna kadar müzakere edelim. Kendi gerçeklerimizi iyi öğrenip onlara da anlatalım.
 
Bu güzel konuşma için çok teşekkür ederiz.

 


Paylaş Tavsiye Et