GEÇTİĞİMİZ ayın ortasında derginin mutat yayın kurulu toplantısını yaparken, Türkiye Siyaset bölümü için Enerji Bakanlığı’nda ortaya çıkan yolsuzluktan başka pek de temayüz eden bir konu yoktu gündemde. Sonra ne olduysa, ortalık karışıverdi. Kuzey Irak seçimlerinde Türkiye açısından iç açıcı olmayan bir sonucun ortaya çıkması, böyle bir sonuç zaten bekleniyorduysa da, moralleri bozmuştu. Peşinden Erkan Mumcu’nun hem bakanlıktan, hem de AK Parti’den istifası geldi. Ne var ki bu istifa, her ne kadar önümüzdeki günlerde gündemi ziyadesiyle meşgul edecekse de, şimdilik 16 Şubat tarihli Wall Street Journal’da yayımlanan Türkiye aleyhtarı bir makaleningölgesinde kalmış görünüyor. Zira Robert L. Pollock’un kaleme aldığı makale, Türkiye’de kıyameti koparmaya yetti. Özellikle dış politikada şu ana kadar son derece başarılı bulunan hükümet, birden beceriksiz olarak addedilmeye başlandı. Peki ne oldu? Türkiye gibi büyük bir ülkede siyasî hissiyatın bu kadar hızlı ve radikal değişimi sıhhatli midir? Eğer bu patolojik bir durum ise, bunun altında yatan sebepler nelerdir?
Kalem Kılıçtan Keskin mi?
Jeopolitik konumu ve nispî gücü gereği dış gelişmelerin Türkiye’nin iç politikası üzerinde etkin olması normal karşılanmalı. Nitekim, daha sonra Harbiye Nezareti’ne dönüştürülecek olan Reisülküttablık makamının Osmanlı idaresi içerisindeki ehemmiyetinin artmaya başlaması, devletin dış ilişkilerde belirleyicilik vasfını tamamen yitirdiği 18. yüzyıl sonu gibi erken bir döneme rastlar. 19. yüzyıl boyunca gerçekleştirilen reform girişimleri ile 20. yüzyılda vuku bulan pek çok siyasî gelişme bazen kısmen, bazen de tamamen bu etkinin ürünüdür. Dolayısıyla yakın gelecekte bu etkinin azalacağını ümit etmek gerçeklerle bağdaşmaz. Ne var ki, bu belirleyicilik ilişkisinin kontrollü bir marjda seyredebilmesi için dış gelişmelerin doğru okunması gerekir. Sağlam bir bilgi ve geniş bir perspektifle desteklenmeyen ve ‘gazeteci’ sorumsuzluğu ve yüzeyselliğiyle yapılan spekülatif değerlendirmeler zihinleri karıştırmanın ötesinde bir işe yaramaz.
Pollock’un “Avrupa’nın Hasta Adamı - Yeniden” başlıklı makalesi Türkiye’nin bu derin meselesini tekrar gündeme getirdi. Makale, Türkiye’de son yıllarda artan Amerikan düşmanlığını konu edinmişti. Pollock, tehdide varan bir üslupla, hükümet dahil, Türkiye’deki bütün kesimlere veryansın ediyordu. ABD “her zaman” (Erdoğan’ın başbakanlığı konusunda, Bakü-Ceyhan boru hattında, askerî yardımlarda, Ermeni meselesinde, AB üyeliğinde, Apo’nun yakalanmasında) Türkiye’nin yanında olurken, Türkler nasıl olur da Amerika’ya karşı tavır alabilirlerdi! Bu nankörlüktü; Türkiye artık ayağını denk almalıydı.
Böyle sert bir makalenin, uzunca bir süredir Türkiye’nin aleyhine hiçbir yazıya yer vermemiş bulunan ABD’nin en prestijli gazetesi Wall Street Journal’da yayımlanmış olması elbetteki basit bir mesele değil. Makalenin ne amaçla yazıldığı, hangi kesimlerin görüşlerini yansıttığı ve ne kadar tutarlı olduğu ciddi bir şekilde tartışılmalı. Türkiye’de böyle olmadı maalesef. Kendilerine “Amerikan muhipleri” denen bir grup ‘gazeteci’, mezkur makaleyi değerlendirmekten ziyade makalenin argümanlarının borazanlığına soyundular. Rice’ın ve Feith’in Ankara ziyaretleriyle de ‘gaza’ gelen bu ekip, yazılanların doğruluğunu ve tutarlılığını sorgulamaktansa, Türkiye’deki siyaset yapıcılarını topa tuttular. Bu yönde hiçbir işaret vermemesine rağmen, sanki aynı kaynaktan beslenmişçesine, hükümetin dış politikasını Pan-İslamist olmakla itham ettiler.
Türk-Amerikan İlişkileri Gerçekten Tehlikede mi?
En sonda söyleyeceğimizi şimdi söyleyelim: Amerika ile ilişkileri koparmak Türkiye açısından bedeli ağır sonuçlar doğurur. Bununla birlikte, özellikle Orta Doğu söz konusu olduğunda, Amerika’ya mutlak teslimiyet Türkiye ve bölge açısından bir hüsrana yol açabilir. Dolayısıyla Amerika ile ilişkiler, hissiyattan uzak, rasyonel bir zeminde ele alınmalıdır ve dengeli olmalıdır. Zaten diplomasi de bu değil midir?
Her şeyden önce “Amerika dünyanın tek süper gücüdür, ne isterse yapabilir” yargısı son derece sathî ve indirgemeci bir yaklaşımdır. Amerika güçlüdür, ancak zannedildiği kadar değil. Kaba kuvvet (askerî ve ekonomik potansiyel) genel güç denkleminin sadece bir parametresini teşkil eder. Amerikan dış politikasındaki meşruiyet açığı ve dünyadaki gelişmeleri tarihî bir perspektifle değerlendirmekten yoksun siyasî iradesi Amerikan gücünün kısa vadedeki en büyük zaafını teşkil eder.
İkincisi, uluslararası sistem Amerika eksenli hegemonik bir yapı olmaktan çok uzaktır. Amerika’nın sistemdeki nispî alanı daralırken, diğer aktörlerin gücü artmakta; uluslararası sistem çok kutuplu bir güçler dengesine doğru evrilmektedir. Böyle bir yapıda aktörlerin menfaatleri örtüşmekten ziyade çatışır. Nitekim bugün ABD, AB, Rusya, Çin ve Japonya arasında küresel bir mutabakat olduğunu iddia etmek, aralarındaki rekabet noktalarını görememek ancak bir cahillik eseridir. Böylesi bir durumda, Amerika dahil, herhangi bir aktörün, hele de Orta Doğu gibi bir coğrafyada, başına buyruk davranması mümkün değildir. Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından kendini dev aynasında gören Bush hükümetinin tek taraflı politikalarının Irak’ta duvara toslaması, akabinde Amerika’nın NATO’yu devreye sokma çabaları ve Bush’un Avrupa çıkarmasında olduğu gibi, Amerika’nın Avrupa’yı yanına almaya çalışması onun gücünün sınırlarının farkına vardığını gösterir. ABD’nin Orta Doğu politikaları, Avrupa, Rusya ve Çin gibi güçlerle ilişkilerinden bağımsız değerlendirilemez. Türkiye’nin bugün anlamlı bir dış politika çizgisinin olup olmadığını sorgulayanlar bu çoklu matrisi algılamaktan aciz olanlardır.
Üçüncüsü, Türkiye ile Amerika arasındaki stratejik ortaklık ve Amerika’nın, Pollock’un makalesinde bahsi geçen konularda Türkiye’nin yanında yer alması ABD’nin Türkiye’ye bir lütfu değildir. Türkiye ABD’ye ne kadar muhtaç ise, ABD de bölgede, en azından İran sistemin dışında kaldığı müddetçe, Türkiye’ye o kadar muhtaçtır. Uluslararası sistemde hiçbir aktör diğerine kara kaşı, kara gözü için yardım etmez. ABD yukarıdaki alanlarda Türkiye’ye yardım etmiştir, çünkü kendi menfaatinedir. Dolayısıyla Türkiye’nin tavrını “nankörlük” olarak nitelemek ve bu yardımları başa kakmak adice bir hiledir.
Dördüncüsü, Pollock ve Türkiye’deki ABD muhipleri, ABD’nin Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını hiçe saymasını ve burada Türkiye’nin hilafına bir politika geliştirmesini nedense görmezden geliyor. Türkiye’nin ve Irak’a komşu tüm ülkelerin Irak’ın toprak bütünlüğü konusundaki hassasiyetine rağmen, söylem düzeyinde aksini iddia etse de, ABD Irak’ın toprak bütünlüğüne pek saygı göstermiyor; Kuzey Irak’ta Türkmenlerin ve Arapların hilafına Kürtlere arka çıkmakta bir beis görmüyor. Defalarca söz vermesine rağmen ABD, Kuzey Irak’taki PKK problemini çözecek somut bir adım atmış değil. Önümüzdeki on yıllar boyunca bölgeye istikrarsızlık getirecek gelişmeler bugün onun himayesinde gerçekleşiyor.
Beşincisi, Amerikan aleyhtarlığı Türkiye ile sınırlı bir gelişme değildir. Hatta, BBC’nin anketine rağmen, bu konuda Türkiye ılımlı bile bulunabilir. Amerika’nın içinde dahi hızla büyüyen bir Amerikan aleyhtarlığı mevcut. Yükselen anti-Amerikanizm’in en büyük nedeni Soğuk Savaş sonrası döneme ayak uydurmakta güçlük çeken ABD’nin kendi tutumudur. Harvard’ın etkin profesörlerinden ve Bound to Lead’in yazarı Joseph Nye’in dediği gibi, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD idealist bir söylem geliştirirken son derece realist ve pragmatik bir politika benimsemekten de geri durmamıştır. Amerikan siyaset yapımcıları ile karar vericilerinin, mahiyetini bir türlü kavrayamadıkları küresel Amerikan düşmanlığının baş nedeni işte bu riyakâr tavırdır. Amerika’nın kendisine karşı yükselen nefretten dolayı Türkiye’yi suçlaması, yavuz hırsızın ev sahibini bastırmasından başka bir şey değildir.
Türkiye’de var olan Amerikan karşıtlığı mezkur makalenin kaleme alınmasının gerçek nedeni olamaz. Bu makale, Türkiye’yi ve AK Parti hükümetini hedef alan diğer yayınları da göz önüne alırsak, olsa olsa diplomatik bir blöftür. Amaç, müzakere masasına oturmadan önce Türkiye’nin elini zayıflatmak; başka bir ifadeyle, önümüzdeki günlerde Suriye ve/ya İran’a karşı girişilmesi muhtemel bir harekatta Türkiye’nin desteğini garantilemek ve ikinci bir tezkere krizinin önüne geçmektir. Benzer bir taktiğin Irak harekatı öncesi Suudi Arabistan’a karşı da tezgâhlandığı hatırlanmalı. ABD’nin önde gelen yayın organlarında Suudi Arabistan ve Suud ailesi aleyhinde çıkan yazıları takip eden biri, ABD’nin neredeyse Irak’tan vazgeçip Suudi Arabistan’ı vuracağına inanabilirdi. Sonra bu tür yayınlar bıçakla kesilir gibi son buldu; işin aslı sonradan anlaşıldı: ABD gizli bir anlaşma ile Suudi Arabistan’daki üsleri kullanmayı ve operasyon süresince petrol fiyatlarının belli bir seviyenin üzerine çıkmamasını garantilemişti.
‘Merkez’e Yeni Kiracı mı Aranıyor?
İşte Erkan Mumcu’nun istifası ABD ile ilişkilerin gündemi işgal ettiği bir ortama rastladı. İstifanın ve yeni bir oluşum için kolların sıvanmasının, bir süredir sakin bulunan siyaset arenasını hareketlendireceği ümit ediliyor. Ne var ki, bundan pek de emin olmamak lazım. Zira özellikle iki nedenden dolayı Mumcu’nun hareketi ölü doğmuş bulunuyor: Birincisi, oluşum daha şimdiden, gerçek olsun ya da olmasın, “Amerikan planı” yaftasını yemiş durumda. Her şeyden önce Mumcu’nun 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmesini çok arzu ettiği ve bu yönde çaba sarf ettiği biliniyor. Dahası, Mumcu’nun istifasının ve parti girişimlerinin, AK Parti ile Amerika arasındaki ilişkilerin epeyce soğuduğu, Türkiye’deki Amerikan muhiplerinin AK Parti aleyhine yeni bir kampanya başlattığı ve Baykal’ın Amerika’nın adamı olduğunu ima ettiği Sarıgül’ü yenilgiye uğrattığı bir döneme rastlaması zihinlerde Mumcu ile Amerika arasında bir ilişki arayışına neden oluyor. İkinci neden ise, böyle bir hareketin ideolojik zemininin bulunmayışıdır. Türkiye siyasetinin merkez-çevre ekseninde döndüğünü kabul edersek, Mumcu’nun “liberal demokratik” bir çizgide kuracağı parti için yeteri kadar geniş bir alandan söz etmek zor. Nitekim, CHP Türkiye’de hızla daralan merkezin tek partisidir. Diğer taraftan AK Parti merkez ile kurduğu ‘uzlaşı’ çerçevesinde, gittikçe cılızlaşsa da, hâlâ çevrenin sesi durumundadır. Mumcu’nun partisi ise anlaşıldığı kadarıyla çevreye göz kırparken merkezde yer almayı hedeflemektedir. Vatandaşın, en azından yakın gelecekte, ikinci bir Demirel vakasına tahammül edebileceğini düşünmek hata olur.
Şu an için siyaset arenasında AK Parti rakipsiz görünüyor. Daha doğru bir ifadeyle, Enerji Bakanlığı’nda patlak veren yolsuzluk olayında da görüldüğü gibi, AK Parti’nin tek rakibi kendisi. Parti yönetimi kendileri açısından en büyük ve şimdilik tek ‘düşmanın’ yolsuzluk olduğunu görmeli ve bu yönde gerekli bütün adımları atmalı. Dahası, ilkeye dayalı siyaset ile çıkara yönelik siyaset yapanların artık birbirinden ayrılması gerekiyor. AK Parti temizliğini koruyabildiği ve merkez ile çevre arasındaki hassas ama dinamik dengeyi gözetebildiği oranda başarılı olacaktır. Vatandaş akla karayı birbirinden ayırmasını iyi bilir. Yeter ki ak, ak olarak kalsın; grileşmesin.
Paylaş
Tavsiye Et