Söyleşi: M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ
Ahmet Davutoğlu, Soğuk Savaş sonrası Türk dış siyasetinin birkaç şekillendiricisinden biri. Donanımlı bir akademisyen; daha doğrusu, bir siyaset filozofu. Yıllar önce İngilizce yayımlanmış kitap ve makalelerinde tarih, din ve siyasetin etkileşim alanlarını bilgince tahlil eden Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabını yazdıktan kısa bir süre sonra AKP Hükümeti’nin dış politika danışmanı oldu. Mahçup, kibar ama kararlı bir kişilik. Mahçup, çünkü bilim hayatının kesintiye uğradığını hissediyor. (Danışman olmadan önce Tarihî Derinlik kitabını tamamlamak üzereydi!) Kibar ve kararlı, çünkü hem aşka inanıyor, hem hakikate. Hakikatsiz ne özgürlük gerçekleşebilir, ne güvenlik. Aşksız ne barış sağlanabilir, ne esenlik.
Davutoğlu, bilimle siyaset arasında soylu bir ilişkinin mümkün olduğunu kanıtlayan az sayıdaki akademik şahsiyetten biri. Onunla söyleşmek, bir yandan kadîm medeniyetlerin soykütüğünü çıkarmak, diğer yandan çağdaş dünyanın karanlık dehlizlerine çıra tutmak gibi bir şey. Yanıyor ve aydınlatıyor.
Dünyada ciddi bir kriz yaşanıyor. Bunun temelinde, 1990’ların ortasında tamamen çözülen çift kutuplu dünya düzeninin yerine, hâlâ kalıcı ve istikrarlı yeni bir dünya düzeninin tesis edilememiş olmasının yattığı şeklinde bir analiz var. Özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ve 2001’de İkiz Kuleler’in vurulmasından sonra oluşan durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bu soruya cevap vermek için düşünce tarihi ile olgusal tarih arasındaki irtibatı çok doğru kurmak lazım. Çünkü düzen dediğinizde, sadece siyasal bir düzeni değil, bu siyasal düzenin düşünsel arka planını oluşturan varsayımları da tartışmaya açmanız gerekiyor. Esasen bir dünya düzeninde yeni bir açılımın söz konusu olabilmesi için daha önceki düzenin varsayımlarının tartışmaya açılıp, öncelikle bu alanda felsefî bir açılımın yaşanması gerekir. Düşünsel olarak açılım yapamamış toplumların ve medeniyetlerin, siyasî düzlemde yeni paradigmalara yönelebilmeleri çok güçtür. Düşünsel anlamda ciddi açılımlar yaşanan dönemlerden yaklaşık bir-iki yüzyıl sonra yeni bir siyasî egemenlik anlayışı ortaya çıkabiliyor. Bunun çarpıcı örneklerini tarihten verebiliriz: Yunan düşüncesinde özellikle M.Ö. 6. ve 5. yüzyılda yoğunlaşan felsefî tartışmalar ve bunun getirdiği düşünsel canlılık, bir-iki yüzyıl sonraki İskender egemenliğinin altyapısını oluşturur. Yine daha öncesinde, Hz. İbrahim’in tevhidî inancının getirdiği düşünsel canlılığın, birkaç nesil sonra Hz. Süleyman devletine dönüştüğünü görüyorsunuz. Buda’nın felsefî açılımı ile Asoka’nın Hindistan’da kurduğu devlet ve Konfüçyus’un felsefî hareketi ile Çin’deki Han Hanedanı arasında da benzer bir ilişki vardır. Bunu İslam tarihinde de görmek mümkün. Medine’deki dinî canlılık ve bütün varsayımları ciddi şekilde sorgulayan tevhidî bir din anlayışının bir-iki yüzyıl sonra Fas’tan Hindistan’a kadar olan bütün havzada bir siyasal düzen değişikliğine yol açtığını görürsünüz. Modern dönemde bunun karşılığı, Rönesans ve Reform’la başlayan ve daha önceki varsayımları tartışmaya açan Aydınlanma felsefesindeki yeni yaklaşımdır. Bunun hemen bir yüzyıl sonrasında sömürge hakimiyetleriyle başlayan ve bunların dağılmasıyla BM şekline dönüşen küresel bir düzen görüyoruz. Soğuk Savaş, bu küresel düzenin içinde oluştu.
Bütün bunlara baktığımızda, gerçekten son 20-30 yılda daha önce belli yerel havzalarla ifade edilen birçok düşünce hattının küreselleşmeye başladığını görürüz. İslam dünyası da artık 50’li, 60’lı yıllarda algılandığı gibi Fas’tan Endonezya’ya kadarki bir kuşak değil; Avrupa’nın, Amerika’nın, Rusya’nın içinde de bir İslam olgusu var. Her şey küreselleşiyor bir anlamda ve bu da paralelinde bir devinim getiriyor. İşte burada bir gerilim ortaya çıkıyor. Genellikle siyasal egemenliği sürdürme kararlılığında olan Batı dünyasında, bunu eski varsayımlarla sürdürme alışkanlıkları devam ediyor. Halbuki o varsayımların dayandığı dünya değişiyor. Avrupa merkezli bir dünya yok artık. Eskiden birkaç ülkenin bir araya gelerek aldığı bir kararı uygulama şansı çok yüksekken, şimdi her birinin olaya bakışlarındaki farklılık sebebiyle hem o ülkelerin bir araya gelip bir karar almaları zorlaşıyor, hem de bunu uygulama şansı eskisi kadar güçlü olamayabiliyor. Bu da BM düzenini tartışmayı beraberinde getiriyor. Şimdi, bugünkü düzen arayışlarının arkasında yeni bir felsefî açılımın olması gerekiyor. Bu sorgulama yapılmaksızın sadece bir güç merkezini eksene alan ve diğerlerini edilgen gören, sadece Atlantik’i, Avrupa’yı özne, bütün dünyayı nesne gören bir anlayışla bir düzen kurma şansı artık yok.
20. yüzyılın başında dinin sonu ilan edildi; ortasında ideolojilerin sonu, sonunda ise tarihin sonu... Ama hiçbirinin sonu gelmedi. Çünkü insanoğlunun arayışının sonu gelmiyor. Belli dönemlerde o arayışlara cevap oluşturan felsefeler, yaklaşımlar bir sonraki dönemin siyasî düzeninin habercisi oluyor. Bugün bu anlamda, siyasal düzeni elinde bulunduran havzaların ciddi bir sorgulama geçirdiklerini göremiyoruz maalesef. Oysa yeni açılımlar önemli. Bunun şartları nedir? Birincisi, daha önceki düzenin dayandığı varsayımları sorgulamak. İkincisi, kuşatıcı ve kapsayıcı olabilmek. Daha önceki örneklerin en önemli özelliği, düşüncede ve siyasî pratikte içselleştirici olamayanların düzen kuramayışlarıdır. Düşüncedeki içselleştirmeden kasıt, söz konusu düzenin yayıldığı yerlerdeki kültürlerle bir şekilde alışveriş içine girilmesidir. İçselleştirebilme kabiliyeti, küresel düzenin olmazsa olmaz şartıdır. Şimdi bunun tartışmaya açılması lazımdır. Tehdit odaklı her düşünce biçimi reaksiyonerdir ve aslında tehdit odaklı bakan tarafın da zaafını gösterir. Onun yerine pozitif sorularla yola çıkılması ve “içselleştirilebilecek bir düzenin temel varsayımları nedir?” sorusunun sorulması lazım. Bu da tabii başta BM olmak üzere, küresel düzenin ana organlarını oluşturan bütün yapıların gözden geçirilmesini gerektiriyor.
Özellikle son dönemde, uluslararası ilişkiler sisteminde tanımlı olmayan unsurların son derece belirleyicilik kazandığını görüyoruz. Bu, dünyadaki düzen anlayışlarını da etkiliyor. Yani medeniyetler çatışması olarak ifade edilen eksende, kültürlerin ve kimliklerin uluslararası ilişkilerdeki belirleyicilik zeminini doldurduğunu görüyoruz. Bu unsuru BM formuyla nasıl kesiştirebiliriz? Çünkü BM mevcut yapısıyla kültürel aidiyete ya da kimliğe değil, tamamen ulus-devlet yapılanmasına dayanan bir sistemdi.
BM’nin yapısı II. Dünya Savaşı gerçeğine dayanıyor sadece. II. Dünya Savaşı’nda kazanan temel aktörleri üst kategori olarak alıyor. Onları ayrıcalıklı bir BM Güvenlik Konseyi daimî üyeliği ile tanımlıyor; diğer herkesi ise Genel Kurul üyeliği ile. Dünyada her büyük savaş sonrası bir kongre tertip ediliyor. 30 Yıl Savaşları’ndan sonra Westphalia, Napolyon Savaşları’ndan sonra Viyana, Kırım Savaşı’ndan sonra Paris, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Cemiyet-i Akvam, II. Dünya Savaşı’ndan sonra da BM. BM’nin çelişkisi şu: II. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş yaşandı ve bitti. Onun neticeleri ortaya çıktı ama siz düzeni hâlâ II Dünya Savaşı’nı kazananlarla kurmaya çalışıyorsunuz. BM bu anlamda küreselleşmenin getirdiği dinamikleri yansıtmıyor. Küreselleşmenin getirdiği dinamikler, birçok havzayı devreye soktu. Bugün gündemde olan konuların -fakirlikten tutun da küresel iklim değişimine ve çatışma alanlarına kadar- hiçbirisi Amerika, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın doğrudan ulus-devlet olarak ilgilenmek durumunda oldukları meşruiyet alanlarına girmiyor. Ama BM Güvenlik Konseyi’nde bu konularla ilgili kararları onlar veriyor. Yine işin felsefî yüzüne baktığımızda içselleştirici, kuşatıcı olmadığını görüyoruz. Çin’i dışarıda tutarsak, hâlâ paradigma-içi, Atlantik-Avrupa eksenli bir Güvenlik Konseyi yapılanması var. Bu güç dağılımı açısından doğru görülebilir, pratik bulunabilir; ama bütün kültürlerin, bütün ekonomik havzaların, bütün coğrafî havzaların BM’ye yansıması lazım.
Bu yansıma nasıl gerçekleştirilebilir?
Öncelikle zihniyet değişiminin yaşanması gerekiyor. İşte felsefenin siyasî egemenlikle olan ilişki alanı burada başlıyor. Olaya sadece siyasî bir problem alanı olarak bakmanın ötesinde, dünyaya bakışınızı revize etmeniz gerekiyor, küresel bir bakışa geçebilmek için. 2004’te Avrupa’daki düşünürlerin zihniyetlerinin bu içselleştirmeden uzak olduğunu görüyoruz. Avrupa ölçeğinde içselleştirici bir Avrupa fikri yok. Dünya ölçeğinde de, yepyeni bir felsefî açılımın izlerini yakalayamıyorsunuz. Halbuki önce yeni düzenin değerlerinin oluşturulması, sonra onun mekanizmaya uygulanması lazım. BM reformuna baktığınızda, Soğuk Savaş sonrası döneme ait iki model üretiliyor. Bu iki modelde de Güvenlik Konseyi’nin üye sayısı artıyor. A modeli, Avrupa’dan Almanya, Asya’dan Japonya ve Hindistan, Latin Amerika’dan Brezilya, Afrika’dan da iki ülkenin katılmasını öngörüyor. Bu yapılanma da sorunlar içeriyor. Mesela Latin Amerika’yı aldınız. Niçin Brezilya da, Arjantin değil? Veya niçin Hindistan da, Pakistan ya da Endonezya değil? B modeli ise daimî olmayan üyelerin sayısını artırıp dönemini uzatıyor. Bu model, birçok üyenin katılması sebebiyle daha uygun gibi görünüyor; ama yine diğer beşlinin ayrıcalıklı statüsü devam ediyor. Felsefî içselleştirme açısından bakıldığında, dünyanın en önemli kültür havzalarının sistemin içine çekilemediği bir BM tablosu görüyorsunuz. Stratejik açıdan bundan en çok zarar görenler, orta-üstü ölçekteki ülkeler. Çünkü geçici üyeliklerle, Pasifiklerde adını birçoğumuzun duymadığı bir ülkeye sıranın gelme şansıyla, Endonezya’nınki aynı.
Küresel ölçekte belirleyici olan güç merkezleri, içselleştirici tarzda bir sentez kurmaya istekli olmadıkları gibi, buna ihtiyaç da duymuyorlar. Sözgelimi ABD bugün tek başına dünyadaki iktisadî varlığın üçte birini üretiyor. Askerî harcamaların yarısını ABD yapıyor. Böyle bir güç merkezini dünyanın geri kalanıyla, bir uzlaşmaya ve içselleştirmeye ikna edebilecek dinamik ne olabilir?
O dinamik kendi içinden çıkar. Şimdiki düzenle en fazla irtibat kurulan düzen, Roma düzenidir. Roma, bir Akdeniz düzeni; Güney Avrupa’da doğdu. Felsefî, dinî meydan okuma Orta Doğu’dan Hıristiyanlıkla geldi. Siyasî, stratejik ve sosyolojik meydan okuma ise kuzeyden, steplerden Ari ve Germen akımlarıyla geldi. Roma her ikisini de içselleştiremediği için yok oldu.
Doğu Roma daha iyi içselleştirdiği için mi bin yıl daha yaşadı?
Evet, aynen öyle. Aslında şimdi de bugünkü siyasal egemenliğin merkezinde bulunan aktörler, aynı sorularla karşı karşıya. Aydınlanma felsefesine dayalı modern düşüncenin dünyanın değişik yerlerinden gelen kültürel etkileşimlerle, yani İslam’la, Hint ve Çin düşünceleriyle yüzleşmesi süreci yaşanıyor. O zaman bu paradigmanın ya kendi içinde bir devrim yaşaması ya da “ben kendimi dünyaya kapattım” demesi gerekiyor. Çinliler mesela, Çin Seddi’ni yaparak, sosyolojik bir hareketliliğinin önünü kesti ve kendini kapattı. Aslında Çin orada bir hareketliliğin tehlikesinden korundu; ama yaklaşık bin yıl daha dünyaya açılmadan, lokal bir havza olarak kaldı. Bugün sistemik güçlerin merkezindeki aktörler, Çin Seddi kuramayacaklarına göre, yapmaları gereken daha içselleştirici bir ilişki içine girmek. Ancak bu olamıyor; felsefî eski paradigma, bunu sağlayacak bir zihniyetin oluşmasına izin vermiyor. Yeni bir paradigmaya da geçilemiyor. Mesela Amerika’da Cozby ailesinin yaptığını, Huntington’ın geçen sene yazdığı Who Are We? kitabı tahrip ediyor; zihinlerde ve kurumlarda Çin Seddi kuruyor.
Bu noktada Avrupa da aynı şeyi yapıyor. İçindeki unsurları adeta gettolaştırıyor.
Ben bu konuda Amerika’yı, Avrupa’ya göre daha avantajlı buluyordum; ama 11 Eylül sonrası Amerika’da oluşan trend kendi avantajlarını yok eder hale dönüştü. Amerikalılar Avrupa’ya göre daha avantajlı; çünkü Avrupa’daki kimlikler ya Alman kimliği gibi kanla ya da İngiliz kimliği gibi tarihsel tecrübe veya coğrafya ile ilgilidir. Bunlar değiştirilmesi çok zor olan değerlerdir ve AB’nin oluşturduğu değerler bütünü bunu aşmaya başlamıştı. Amerika bu konuda daha avantajlı; çünkü göçmenlerin kurduğu kültürler ilk dönemde dışlayıcıdır ama yerleştikten sonra bu aşınır. Amerika’daki bu olumlu sinyaller Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül sonrasında tersine bir trende dönüştü. Şu anda yapılması gereken öncelikli şey, paradigmanın sorgulanmasıdır. Mekanizma sorgulaması problemi çözmüyor çünkü, bu sefer mekanizma o paradigmaya yeni şeyler katmaya başlıyor. Halbuki paradigma değişiminde, herkesin kendisini parçası hissettiği mekanizmalar ve bunların dayandığı değerler lazım. BM bunu sağlayamıyor; temel aktörler de olayı bu perspektiften görmüyor. Onlar, “mekanizmayı belirleyebiliyorsam, insanların kafalarındaki değerleri de belirlerim” diye düşünüyor. Halbuki dayatma karşısında insanlar, değerler doğru bile olsa, direnç göstermeye başlıyor.
Peki BM nasıl bir yapı kazanırsa bu olabilir?
Önce BM’nin oluşturduğu paradigmanın, zihniyetin dönüşmesi gerektiği kanaatindeyim. Mesela bugün İslam dünyası problem üreten bir dünya olarak görülüyor. Bahsettiğimiz hem A modelinde, hem de B modelinde eğer bir değişiklik olmazsa İslam dünyasının daimî üye olarak temsili de mümkün olamayacak. Yani gündemin önemli bir kısmı İslam dünyası ile ilgili olacak; ama onlar masada olamayacak. Bunu BM’de dile getirdik Filistin konusunda. BM, AB, Rusya ve Amerika’dan oluşan ve Yol Haritası sürecinde devreye giren Quartet yapılanması tipik bir örnektir buna. Quartet’te Hıristiyanlar, Katolikler, Ortodokslar, Amerikalılar var. Yahudi görüşlerinin yansıtılabileceği bir alan var; ama Müslüman bir temsilci yok. Mesela Irak’a Komşu Ülkeler İnisiyatifi’nin bizatihi varlığı, sürece bir şey katıyor. Irak’ta olumlu ya da olumsuz olabilecek şeylerden birinci dereceden kim etkilenecektir? Irak halkı. İkinci derecede komşular; üçüncü derecede diğer bölge ülkeleri; dördüncü derecede ise İngiltere, Amerika, Fransa, Rusya etkilenecektir. Eğer siz dördüncü sırayı bire çıkarıp, birinci Irak halkını ve komşu ülkeleri by-pass ederek bir düzen kurmaya çalışırsanız, bir müddet sonra o düzen oluşsa da kalıcı olmaz. Öyle süreçler geliştirmek lazım ki, bunların içine bütün taraf olanlar katılabilsin.
İsterseniz sözü İslam dünyasına getirelim. İKÖ’nün, uluslararası ilişkiler düzleminde dinî aidiyet temelli bir örgütlenmesi var. Genellikle ulus-devlet yapısının, coğrafî birlikteliklerin ya da ekonomik birtakım ortaklıkların ön planda olduğu yapılar kurulur. İKÖ, kültürel aidiyeti esas alan ilk uluslararası örgüt; ama çok da etkin bir şekilde işlediğini göremiyoruz. İKÖ’nün yeni dönemde nasıl bir felsefî oluşuma ihtiyacı var ki; gerçekten bu ağırlığı kazansın?
Kısa bir süre önce İKÖ’yü reforme edebilmek ve İslam dünyasının 21. yüzyılda karşı karşıya kalacağı problemleri tartışmak üzere, 17 ülke temsilcisinin katılımıyla Kuala Lumpur’da, bir Âkil Adamlar Toplantısı yapıldı. Çok yoğun tartışmalar yaşadık. Orada da gündeme getirdiğimiz bir husus var: Orta Doğu’ya, ama özelde İslam dünyasına üç düzlemli bir bakış lazım: Birincisi, küresel düzlemde İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı problemler. İkincisi, İslam dünyası dediğimiz, ulus-devletlerden oluşan İKÖ üyesi ülkelerin dünyada karşı karşıya kaldığı problemler. Üçüncüsü de, ulus-devletlerin her birinin kendi içinde karşı karşıya kaldığı problemler. Küresel düzlemde, İslam dünyası açısından ciddi şekilde sorgulanması gereken bir tablo var. Şöyle ki, şu anki uluslararası problemlerin önemli bir kısmı İslam dünyasında; ve küresel düzlemde İslam dünyası karşı taraf olarak görülüyor. Ama öbür taraftan, küresel sistemin işleyişinde İslam dünyasının katılım payı yok denecek kadar az. Bazılarına göre, çatışmacı söylem İslam dininin kendisinden geliyor. Acaba aynı tevhid inancıyla, aynı temel inanç esaslarıyla İslam dünyası Latin Amerika’da ya da Pasifiklerde bir din olsaydı, bu dinin tâbileri bu kadar gündemde olur muydu? Dünyadaki en önemli 9 boğazdan 8’i İslam dünyasında. En stratejik, jeopolitik kuşakların, yarımadaların hemen hemen tümü, geçiş yolları İslam dünyasında. Ekonomik olarak petrol kaynakları, mineraller, doğal gaz büyük oranda İslam coğrafyasında. Kültürel anlamda da bütün köklü medeniyetler İslam dünyası diye tanımlanan bölgede doğmuş veya ona komşu olmuş.
Demografik olarak da bu söylenebilir belki.
En dinamik nüfus, dünyanın dörtte biri. Fakat stratejik olarak bu kadar önemli bir coğrafyada, siyasî olarak bu kadar köklü olmasına rağmen, küresel düzende doğru dürüst temsil edilmiyor. Kendi içinde sağlıklı siyasî yapılar kuramamış; çözüm mekanizmaları da problem çözemez durumda. Ekonomik anlamda da, dünyada herkesin aldığı paya bakıldığında ilk 15’e girenler içinde İslam ülkesi yok. Çünkü kendi içinde ekonomik ilişkileri çok az. İslam dünyasının kendisini sorgulaması; bu sorgulamadan doğru cevaplar üretip, kapasitesini, kabiliyetlerini görünür sonuçlara dönüştürebilmesi lazım.
İslam dünyası bir bunalım dünyası gibi görülmekle birlikte, aslında her bunalım bir potansiyeldir. Bu, Türkiye bağlamında daha da önemli bence. O bunalımdan biz hangi devinimi, hangi pozitif katkıyı insanlık tarihine sunacağız, bu önemlidir. İslam dünyasının kendi problemleriyle yüzleşmesi, kendi dışındaki dünya ile de tam bir özgüven içerisinde iletişime geçmesi lazım. Çünkü İslam dünyası değişik coğrafyaları ve değişik ulus-devletleri yatay kesen nadir dinî yapılardan biri. Mesela Yahudi dediğinizde bir İsrail devleti var; Hindu dediğinizde Hindistan, Sri Lanka, Nepal; Konfüçyanist kültürde de Çin var. Bazı yerel Afrika dinleri deseniz, bir iki devletle izah edilebilir. Hıristiyanlık ve İslam bu anlamda değişik ulus-devletleri yatay kesen yapılar. Fakat Hıristiyanlığın temsil kabiliyeti açısından Vatikan var. İslam dünyasında birçok ulus-devlet problemlerle yüzleşmek zorunda kaldığı ve birtakım haksızlıklara uğradığı zaman, bunun kendisinin Müslüman olmasından kaynaklandığı düşüncesiyle, bir dayanışma arayışı içine girdi. Filistin meselesi gündeme gelince, İKÖ doğdu. İslam dünyasının papası yok; bir tek devleti de yok. İslam dünyası uluslararası sistemden dışlandıkça bir dayanışma doğdu. BM’nin Kıbrıs konusundaki tavrına baktığınızda, kendi hazırladıkları plana Kıbrıs Rum tarafı “hayır” dedi; ama BM hiçbir yaptırım uygulamadı. Yaptırımı yine Kuzey Kıbrıs’a uygulamaya devam etti. Tersi olsaydı, güneyde Müslümanlar, kuzeyde Hıristiyanlar yaşıyor olsaydı durum bu mu olacaktı? Meselâ Müslümanlarla Hıristiyanların çatıştığı Doğu Timor ve Sudan sorunlarında, BM çözüm önerilerinin uygulanması için tanıdığı sürenin bitiminde plan kabul edilmediği takdirde Hıristiyan azınlığın bağımsızlık hakkı olmasını öngördü. Kıbrıs Türk Devleti’ni ise sadece İKÖ kabul etti. İKÖ’nün salt reaktif bir örgüt olmaktan çıkarılıp barış kuran, proaktif, bunalım çözücü ve küresel düzleme Müslümanların kaygılarını ileten, pozitif katkı yapan bir örgüt haline getirilmesi lazım.
Bu yapı da aslında Soğuk Savaş döneminin yani eski dönemin parametrelerinden…
Tabii. Soğuk Savaş döneminin paradigması, reaktif paradigma. Pozitif katkı sağlayan bir paradigma değil. İKÖ’nün, karar alma mekanizması da doğru kurgulanmamış. Çok zayıf, birçok etkiye açık, iyi kurgulanmamış bir Genel Sekreterlik yapısı var. BM’de Güvenlik Konseyi gibi bir yapı, daha az üye ile daha etkin karar alabiliyor. Burada ise 57 ülkeyle birlikte karar alınıyor; Genel Sekreterlik, bu 57 ülke adına harekete geçebilecek bir güce sahip değil. Dolayısıyla çok büyük bir Genel Kurul’la çok etkin olmayan bir Genel Sekreterliğin arasını doldurmak gerekiyor. Şimdi yeni reform çabasıyla bunu çözmeye çalışacağız.
Son olarak Türkiye’ye gelecek olursak, Türkiye’nin, sizin “merkez ülke” diye tanımladığınız vizyonla ne yapması lazım, nasıl bir katkıda bulunabilir?
Bütün çevresel faktörler, Türkiye’nin merkez konumunu hem anlamlı kılıyor, hem de oradan çıkarak birçok şeyin yapılabileceğinin işaretlerini veriyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye ile ilgili en keskin ifadeyi Huntington kullanmıştı biliyorsunuz; torn country; yani parçalanmış ülke, yırtık ülke. Bence gücümüz de tam buradan geliyor. Orada kastedilen, Türkiye’nin tanımlanması güç bir ülke olması. Türkiye’nin kendisini tanımlaması soğukkanlı, tarihî temele dayanan ve mevcut gerçeklikleri yansıtan bir tanımlama olursa, Türkiye’ye olağanüstü katkılar sağlayabilir. Bugün Türk toplumu, yeni düşünsel açılımlar noktasında en büyük potansiyele sahip toplumlardan birisi. Türkiye’ye baktığınızda uluslararası problemlere kaynaklık eden bir çevrenin tam ortasında ve bu çevredeki son düzeni temsil eden ülke. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu Osmanlı referansı olmadan anlaşılamaz. Şimdi Bosna-Hersek’in yapısından tutun da Kosova’nın statüsüne, Irak’ın, Filistin’in yapısına kadar her meselede bir tarih referansı lazım. O da doğrudan Türkiye’nin, merkezinde bulunduğu bir tarih. Coğrafî olarak, aynı anda bu kadar çok ülkeye nüfuz edebilen ikinci bir ülke yok. Tarihinizin bu kadar merkezî, coğrafyanızın bu kadar nüfuz edebilir olması, sizi bu tarih ve bu coğrafyadan en olumsuz şekilde etkilenecek bir ülke de yapabilir; en büyük potansiyele ulaşacak bir ülke de. Bu gerilimle karşı karşıyasınız. 19. yüzyıl başlarını düşünün. Parçalanmış bir Almanya, hem Avrupa’yı toparlayabilir, hem de kendi parçalanmışlığından büyük sıkıntılar, büyük problemler çıkabilirdi. AB Almanların o parçalanmışlığından çıktı. Almanlar kendilerini doğru tanımlarsa pozitif bir katkı yapabilirken, doğru tanımlamazlarsa birçok problemin kaynağı olabiliyorlar. Bir Polonyalı için, hatta bir İspanyol için bunu söylemek çok zor. Büyük düşünürler, düşünceler ve felsefî açılımlar, bunalımların tam da odaklandığı yerlerden çıkmıştır. İtalya’da Machiavelli, İngiltere’de Hobbes, Almanya’da Hegel hep bunalım dönemlerinde bir sıçrama göstermiştir. ABD ile ilişkilerini sürdüren Türkiye’nin, hem AB müzakerelerini yürüten, hem İKÖ forumunu yürütme çabası içinde olan, hem de Rusya ve Çin’le ilişkilerini geliştiren bir ülke olarak büyük potansiyellerle büyük riskleri aynı anda barındırdığını düşünüyorum. Bizim sorumluluğumuz, büyük potansiyelleri harekete geçirmek.
Türkiye’nin iddialı konumunun şüphesiz iç politikaya, ekonomik ve sosyal yapıya dönük yönleri olacak; ama herhalde en görünür olacağı alan da Türk dış politikası. Peki bu konumun dış politikadaki yansımaları nasıl olur?
Türkiye’nin geçmişteki dış politika ilgisine bakıldığında, daha çok kriz temelli bir ilgi olduğu görülüyor. Şimdi Türkiye’nin kriz odaklı bir dış politika yerine, vizyon odaklı bir dış politika geliştirmeye ihtiyacı var; gelişmeler de bu doğrultuda. Bir yerde kriz yoksa, biz oraya doğrudan bir ilgi göstermeyelim gibi bir kanaat doğru değil. 2003 yılı Türk diplomasisine bakıldığında, Kıbrıs, AB ve Irak gibi yakın ilgimizi çeken dış politika konularında kriz yönetimi yapıldı. 2004’te ise Kıbrıs diplomasisi ve AB müzakereleriyle Türkiye’nin yakın havzası ve komşuları ile ilişkileri bir sistematiğe oturtulmaya çalışıldı. Bütün komşu ülkelere gidildi ve aramızda sıcak temas noktaları olan bölgelerle ilgili önemli mesajlar verildi. 2005 yılı içinde ise, bunun etrafındaki ikinci kuşak bunalımlarla yoğun olarak ilgilenilecek; şu ana kadar daha az temasta bulunulmuş bölgelere açılım yapılacak. Bu bağlamda mesela Rusya ile ilişkilerimiz derinleştirildi. Dışişleri Bakanı Çin’e gitti ve yine 2005, Afrika’ya açılım yılı olarak ilan edildi. Biliyorsunuz geçen ay bir Afrika gezisi gerçekleştirildi. Türkiye gibi bölgesel ve küresel politika yürütmek durumunda olan bir ülkede, ilk kez bir başbakan Afrika Büyük Sahrası’nın güneyine resmi gezi yaptı. Böylece, belli yerlere odaklanmış ve o odağı kaybetmeyen ama dünyanın değişik bölgelerine de açılabilen dış politika vizyonu pekiştirilmiş oldu. Bundan sonra da Afrika’ya ve daha az ilişki kurduğumuz bölgelere dönük çabalar artacak.
Biz de Anlayış’ın önceki sayısında Afrika dosyasını işledik. Vakit ayırıp bu güzel röportajı yapmamıza imkan verdiğiniz için teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et