MART ayında olduğu gibi, Nisan ayında da Şemdinli olaylarıyla başlayan gelişmeler ve bu gelişmelerin sonuçları gündemin ön sıralarını işgal etmeyi sürdürdü. Hatırlanacağı üzere, Nisan ayının ilk günlerinde, beklenen fakat -Şemdinli olayları nedeniyle olsa gerek- Diyarbakır, Batman ve Muş gibi illerimizde gecikmeli olarak gerçekleşen Nevruz eylemleri yaşandı. Eylemler elbette birçok yönüyle üzerinde durmayı gerektiriyor.
3-4 gün süren Nevruz eylemlerinde kadınlar ve çocuklar ön plandaydı. Olayların henüz ikinci gününde, gazetelere yansıyan rakamlara göre 35 çocuk tutuklanmıştı. Çatışmalarda ölenler de mevcuttu. Medyada eylemler mertlik-namertlik düzleminde tartışılır hale bile geldi. Hatta bazı gazetelerde, eylemlerin ön saflarında yer alan çocukların PKK tarafından cüz’î miktarda paralarla kandırılarak öne sürüldükleri iddia edildi. (Bu tür toplumsal olaylarda açığa çıkan tepkileri art niyetli ve paragöz eylemcilere bağlamak yalnızca bu eylemlere özgü değil. Görmeye ve işitmeye çok aşina olduğumuz bir durum: Başörtüsü takanları “aldıkları yeşil dolarlar nedeniyle örtünmek” suçlamasına muhatap kılanlar ile eylemci çocukları/gençleri “para ile kandırılanlar” şeklinde niteleyenler arasında mahiyet itibariyle ne gibi bir fark kalıyor?)
Hal böyle olunca, devlet görevlileri ve hükümet yetkilileri tarafından çocuklara ve ailelerine yönelik uyarıların gelmesi de gecikmedi. Bu uyarılar arasında Başbakan’ın konuşması, özellikle de üslubu itibariyle dikkat çekiciydi: Suudi Arabistan dönüşünde ayağının tozuyla yaptığı konuşmada, Güneydoğu’daki anneleri de muhatap alarak, “Çocuklarını sokaklara dökenler veya çocuklarının terör örgütleri tarafından kullanılmasına fırsat verenler! Yarın ağlamanız boş yere olacaktır. Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa kim olursa olsun terörün maşası haline gelmişse, gerekli müdahale ne ise bunu yapacaktır” dedi. Bu konuşmayla, daha önceki konuşmalarında bölge halkını anlamaya gayret eden yaklaşım ve meselenin ‘Türkiyelilik’ üst kimliğiyle çözülebileceğini düşünen özgüvenli tavır gitti; yerine, muhtemelen yapılan üst düzey görüşmelerin de etkisiyle, bambaşka bir üslup geldi.
Bu değişimin neden ve nasıl gerçekleştiği aslında çok da önemli değil. Önemli olan İstanbul Belediye Başkanı iken şiir okuduğu için hapis cezası alan ve sıklıkla bu duruma atıf yapan Başbakan’ın, kendisine o cezayı verenlerle/verdirenlerle aynı üslubu ve sorun çözme mantığını benimsemiş olmasıdır. Bu üslubun, sorunları anlamak ve çözmek isteyen bir zihne değil, tam tersine sorunları öyle ya da böyle bastırmayı arzulayan bir zihne ait olduğu ise açıktır. (İsterseniz burada, dönemin Başbakanı ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, meclis kürsüsünden Merve Kavakçı’yı muhatap alarak verdiği “Bu kadına haddini bildirin!” emrini hatırlayalım. Merve Kavakçı’ya haddini bildirenler, şimdiye kadar memleketin hangi meselesini çözebildiler?)
Başta Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir olmak üzere Batman ve diğer bazı illerimizin belediye başkanlarının PKK ya da söz konusu olaylarla bağlantılı bulunarak görevlerinden alınmaları da gündeme geldi. Yine bu konuda Başbakan’ın söz konusu belediye başkanlarına yaptığı uyarı da dikkat çekiciydi.
Görevden alınmakla tehdit edilen belediye başkanları henüz görevlerinin başında bulunuyor. Fakat bu süreçte öne çıkan iki bürokrat o kadar şanslı değildi. Önce, İçişleri Bakanı Aksu, bizzat kendisinin atadığı ve olaylar sonrasında “hırsız evin içindeyse kilit bir işe yaramaz” cümlesiyle olaylara yaklaşımını ortaya koyan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’u görevden aldı. Geçtiğimiz günlerde ise HSYK, Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 69. maddesinin son fıkrası uyarınca Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten ihracına karar verdi; müzakere ve itiraz süreci devam ettiği için de karar kesinleşinceye kadar açığa aldı. Savcı Sarıkaya, Şemdinli iddianamesinde Başbakan’ın “nereden gelirse gelsin, kim tarafından yapılmış olursa olsun, kim yapmışsa bunun bedelini ödeyecektir. Bizden kimse bir kayırmacılık, bir korumacılık (…) beklemesin; yargı, üzerine düşeni en ideal bir şekilde yapacaktır. (…) Devletimiz ile milletimizi karşı karşıya getirme gayretinde olanlar bunun karşılığını mutlaka ödeyeceklerdir” şeklindeki demecine ve Abdullah Gül, Abdülkadir Aksu ve Cemil Çiçek’in bu minvaldeki açıklamalarına da yer vermişti. Muhtemelen bu açıklamalara duyduğu güvenle iddianameyi söz konusu şekliyle kaleme aldı. Fakat ne gariptir ki, olan bitenler ve söylenenler çabucak unutuluverdi. Görevlerinin gereğini yerine getirmeye çalışanlar, yapılan uygulamalar ve verilen cezalarla, bir anda “devletimiz ile milletimizi karşı karşıya getirme gayretinde olanlar” kategorisine dâhil edilmiş oldu.
Nisan başında meydana gelen olayların yarattığı ortam vesilesiyle, PKK tehlikesi sebep gösterilerek Kuzey Irak sınırına askerî yığınak yapıldı. Asker miktarı ile ilgili rakamlar çelişkili olsa da, oldukça büyük çaplı bir yığınak yapıldığı ve hatta sınırda operasyonlar düzenlendiği muhtemel. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ziyareti öncesine denk gelen yığınağın ve operasyonların gerçek amacının ne olduğu ve nasıl bir netice doğuracağı ise, zamanla daha da netleşecektir.
Bütün bu gelişmeler olup biterken, mevcut hükümetin iki önemli ismi, Başbakan ile Dışişleri Bakanı rahatsızlıkları nedeniyle evlerinde dinlenmeye çekilmişlerdi. Kendilerine Allah’tan şifa diliyoruz. Ancak siyasî iradenin iki önemli temsilcisinin ortalıklarda görünmeyişinin, her alanda bir boşluk doğuracağı muhakkaktır.
Memleketin iç ve dış politikasını yönlendirenlerin askerler olduğu izleniminin doğuşu, bu boşluğun bir sonucudur. Erkan Mumcu, Mehmet Ağar ve Devlet Bahçeli gibi siyasî parti liderlerinin sıkça kamuoyu karşısına çıkıp “erken seçim”den, “baskın seçim”den söz etmeye başlamalarında da, muhtemelen, gerek bu izlenimin, gerekse de bu boşluğun etkisi vardır.
Yazılı ve görsel medyada olsun, bazı siyasetçilerin söylemlerinde olsun memlekette bir ‘irtica’ tehlikesinden söz edilmesi, cılız da olsa ‘irtica’ kampanyalarının yeniden ısıtılmaya başlanması ve toplumsal gerilimi yükseltme çabaları yine bu süreçte dikkat çekici bir durum. Bütün bu gelişmelerin birbiriyle bağlantılı olup olmadığı ya da hangi amaca matuf olarak peş peşe gerçekleştiği soruları zihnimizi kurcalamaya devam ediyor.
23 Nisan Sürprizi Bu Kez Arınç’tan…
Şimdiye kadar eşinin başörtüsü nedeniyle bayram törenlerinde ve resepsiyonlarda tatsız sürprizlerle karşılaşan Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın, 23 Nisan Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı dolayısıyla yaptığı konuşma uzun süre gündemi ve hafızaları etkileyecek gibi görünüyor. Arınç bu konuşmasıyla, bir kesimin takdirlerini ve tebriklerini alırken, diğer bir kesimin de eleştirilerine hedef oldu. Ana muhalefet partisi mensuplarının ve liderinin bilinen üsluplarıyla yaptıkları konuşmalar ve ‘Bülendînejad’ yakıştırmaları, gerilimi arttırmada bizim de payımız olsun niyeti yoksa eğer, sadece ve sadece kendi çapsızlıklarının ve sığlıklarının bir işareti olarak değerlendirilmelidir. (Bir önceki seçimde, barajı geçemeyen muhalefet partilerine, âcizane tavsiyem, AK Parti’yi değil de CHP’yi ve başarısızlıklarını hedef alan bir seçim stratejisi geliştirmeleridir. Bunu yaparlarsa eğer, başarılı olma ihtimalleri çok daha yüksektir. Türkiye’nin her şeyden önce milletini ve vatanını seven, ciddi, seviyeli ve samimi bir muhalefet partisine ihtiyacı her zaman oldu ve bu ihtiyaç hâlâ giderilebilmiş değil.)
Arınç, konuşmasında özetle “dünya siyasetinin aktif bir üyesi, dengeleri değiştirecek bir ülkesi” olmasını zorunlu gördüğü Türkiye’nin bu hedefler için ‘kenetlenmesi’ ve “geleneksel korkularından kurtulması” gerektiğini söyledi. “Millet iradesinin temsil makamı olan Meclis’in, “bürokratik iktidarın güçlendiği 1960 yılından itibaren (…) hukukî temellere dayanmayan eleştirilerle” ve demokratik bir devlette kabul edilemeyecek “gizli bir anti-demokratik yönetimin iktidarda olduğunu ima eder” nitelikteki “gizli anayasa” ile daraltılmaya çalışıldığını vurguladı. “Bugün özgürlüklerin genişletilmesi için güçlü bir Anayasa değişikliği artık zorunlu hale gelmiştir” diyen Arınç, bu konuda “görüş alışverişi için oluşturulan zeminleri dahi reddeden” kurumların mutabakatını almanın bir zorunluluk olmadığının altını çizdi ve şunları ekledi: “Ancak bir mutabakat aranacaksa, sadece yüce Meclis çatısı altında halkı temsil eden milletvekillerinin mutabakatının aranması gerekir. Eğer burada bir mutabakat sağlanamazsa gidilecek bir tek merci vardır, o da yüce milletimizin iradesidir.”
Anlaşıldığı kadarıyla, Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın, konuşmasında dile getirdiklerinin öncelikli muhatabı Başbakan’dır. Arınç, mutabakatı aranacakların “meclis çatısı altında halkı temsil eden milletvekilleri” olduğunun altını kalınca çiziyor. Arınç, en nihaî noktada, siyasî iradeye sahip çıkmak için seçim seçeneğini de göz ardı etmemek gereğini vurguluyor.
Nihaî noktada, Bülent Arınç’ın konuşmasını öncelikle Sayın Başbakan’a ve Bakanlara yönelik, içerisinde seçime gitmeyi de barındıran bir “sivil iradeye sahip çıkın” mesajı olarak değerlendirmek sanırız yanlış olmayacaktır. Arınç’ın bu girişimi, ortaya çıkan bu boşluğu doldurmak isteyen bir siyasetçinin inisiyatif alması olarak da görülebilir. Fakat bu konuşmayı, ülke seçim atmosferine girerken, geçmiş icraat döneminde kritik konularda kendilerine oy veren kitlelerin beklentilerine cevap verecek uygulamaları yeterince yapamamış bir iktidarın, Bülent Arınç üzerinden kamuoyuna seslenme gayreti olarak da değerlendirebiliriz.
Şimdilik birbirinden bağımsız gibi görünen bütün bu hercümerç, yakın bir gelecekte seçim vesilesiyle ortak bir noktada birleşir mi acaba? Bekleyelim ve görelim.
Paylaş
Tavsiye Et