AĞIR bir krizi müteakiben yapılan 2002 seçimlerinden sonra yaşanan ekonomik gelişmelere hep birlikte tanık olduk. AK Parti’ye sempati duymayanlara göre, göreve gelir gelmez devasa dış siyasi problemlerle yüzleşmek zorunda kalan hükümetin küresel finansal sermayenin mebzul miktarda olduğu bir dönemde Derviş’in başlattığı yoldan ayrılmaması ve ekonomik alanda ideolojik cephe açmaması yaşanan ‘olumlu’ gelişmelerin kaynağını oluşturuyor. Söylem o ki AK Parti olmasaydı da, bu olumlu ekonomik gelişmeler herhangi bir siyasi ekibin esasen izlemek zorunda bırakacağı alternatifsiz bu sürecin doğal sonucu olarak yakalayabileceği türdendi. AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde, 1990’ların krizle sonuçlanan kısır döngü ekonomisinden çıkış için, yapısal değişim ve dönüşüme zemin teşkil edecek şekilde yeni politikaların tasarlanması gerekiyordu. Bu bağlamda 2003 başında sorsalardı benim hükümete önerim, öncelikle mevcut borç stokunu yeniden yapılandırmak, uzun vadeye cebri olarak yaymak, ne yapılacaksa bundan sonra (konsolidasyonu veri alarak) tasarlayıp icra etmek şeklinde olurdu. Dünya finans sisteminin Türkiye’yi konsolidasyon yaptığı için cezalandırması ihtimali elbet mevcuttu. Bence, bu risk alınmalı idi; çünkü gerek borçların inkarı değil, uzun vadeye makul faizlerle cebren yayılması nedeniyle, gerekse Türkiye’nin ikame edilemez (potansiyel) gücü aşkına ve disiplinden taviz verilmeden izlenecek iktisat politikalarıyla bu tehlike kısa vadeli kızgınlığın sonrasında ucuz atlatılabilirdi. Hükümet konsolidasyon seçeneğine hiç yanaşmadan yoluna devam etti. Tabii bu seçeneğin tercih edilmemesinin ülkeye kaça mal olduğu başlı başına çetrefilli bir konu.
Sonuçta milletçe yetkilendirilen hükümet tarafından bir siyasi tercih yapılmıştır. Dünyada itibarlı bir yer edinmek için mevcut düzeni işletenlerin adab-ı muaşeretine aynen uyup, riski az ve kestirilebilir bir ülke olmak, bu sayede de mevcut kaynağın minik bir cüzüyle tasarruf açığımızı kapatıp işsize iş sağlamak tabii ki bir seçenektir. Bugün de Türkiye, finans meselesini nasıl çözeceğine dair tercihlerin arasında sıkışmıştır. Yeni dönemde finansman meselesine nasıl yaklaşmamız gerektiğine ilişkin tespitleri temellendirmek için dünyayı geldiği nokta itibarıyla okumaya çalışmakta yarar vardır. Şurası açıktır ki dünya, “kurumsallaşmış şirket kapitalizmi”ne her bir metrekaresini münhal kılma sürecine girmiştir. İngilizce corporate capitalism olarak tabir edilen bu olgu, insanların (şimdilik) ikametgah olarak kullandıkları evler ve zirai mülkiyet dışında kalan tüm varlıklarının şirket bilançolarının aktifinde yer aldığı bir durumu ifade ediyor. Yönetimleri ile hissedarları arasındaki bağ zayıflamış ya da hiç kalmamış, menkul kıymet piyasalarında hisseleri alınıp satılan, yani halk türküleri gibi anonimleşmiş, sahibi belirsizleşmeye yüz tutmuş görünen bu kurumsal şirketler, ekonomide değer üreten tüm varlıkların menkul kıymetleştirilmesini sağlamaktadırlar. Bu şirketleri işletmekten ziyade bunların varlıklarını alıp satmak esas iş haline dönüşmüştür.
Bu noktaya belirli bir tarihî tecrübe ile gelinmiştir. Hyman Minsky’nin “Finans ve İstikrar: Kapitalizmin Hudutları” makalesinde yaptığı ve benim çok yerinde bulduğum tespitleri aktararak yazıya devam ediyorum. 1930’larda çöken “bırakın yapsınlar, ellemeyin geçsinler” ekonomisi, kapitalizmin tam istihdamı ardışık dönemler itibarıyla tutturamama sorunu olduğunu gün yüzüne çıkardı. Kapitalizmin bir diğer yumuşak karnının ise finansal sistem olduğu anlaşıldı. Kamu harcamaları yoluyla devletin ekonomideki dahli büyütülürken, uluslararası ödemeler sisteminin Bretton Woods ile yeniden düzenlenmesi para politikaları yoluyla hükümetlere ek bir müdahale imkanı verdi. Finansal sistem yeniden düzenlenirken halka açık şirketlerde saydamlaşma yolunda ciddi adımlar atıldı. Firmalar ve hanehalkları bu yeni sisteme, öz kaynak kullanımını kısıp ihtiyaçlarını daha fazla borçlanma yöntemiyle giderme davranışını edinerek hemen intibak ettiler. Bunun sonucu ufak tesirler karşısında da zaman zaman kırılganlık gösterme eğilimindeki bir finansal yapı ortaya çıktı.
Kapitalizmin yeni varyantının sıkıntıya düşmesi 70’li yılları buldu. Hükümetlerin ekonomiye müdahil olduğu bu yıllarda kurumsal iş aleminin (corporations) kârlarını gerektiğinde kamu alımlarıyla idame ettirmesiyle uzun ekonomik kriz çevrimlerinin kısaltılması ve refahın tabana yayılması mümkün olmuştu. Ucuz petrol fiyatı ve Bretton Woods sistemiyle desteklenen bu süreç destek ayaklarının çürümesi ile tam bir açmaza sürüklendi. “Sosyal devlet, şefkatli kapitalizm” rüyası sona ermeye yüz tutarak Reagan-Thatcher liderliğinde “bırakın yapsınlar, ellemeyin geçsinler” kapitalizmine yeni bir fırsat yaratıldı.
Batı’da kamu gelirleri sistemine çomak sokuldu, askerî harcama ve tüketim harcamasına giden ve açık bütçe finansmanıyla birebir örtüşen bir ekonomik yapı hortlatılarak geniş kitlelerin reel ücretleri erime sürecine itildi. Bütçe açığı finansmanıyla finansal hizmet sektörünün füze gibi fırlatılması ve getirisi faizini ödemekten aciz sahte proje finansmanı teknikleriyle şehirlerin binalarla doldurulması ve firmaların yüksek borçla yüklenilmesi sağlandı. Böylece kısa dönemli bir refah parlaması olsa da sakat bir ekonomiye geçiş yapıldı. Bunun sonucu, korkunç borç faizi ödemelerinin ön plana çıktığı kamu maliyesinden başka bir şey olmadı.
Kapitalizmin sadece piyasadan ibaret değil, aynı zamanda bir finansal sistem olduğunu Keynes’in net olarak tespit ettiğini belirten Minsky, cari dönemde üretilen çıktıların fiyatlarının bir seti oluştururken, mevcut varlıkların fiyatlarının da diğer fiyat setini oluşturmasının Keynes’in anılan yaklaşımının temelini meydana getirdiğine dikkat çekiyor. Mal ve hizmet fiyatları cari kârları da içeren ve nominal ücretlerle birebir ilişkili fiyatlar iken, varlık fiyatları o varlıkların ileride yaratacağı kazançların bugüne bir iskonto faktörüyle indirgenmesi ile irtibatlı fiyatlardır. İşte bu nedenle mal piyasaları ile sermaye piyasalarının faaliyet düzeyinin istikrarı sadedinde birbirini destekler nitelikte hareket etmesi, bir başka ifade ile cari mal fiyat endeksinin varlık fiyatları endeksine nispetinin sabit olmasa da sürekli dar bir bantta değişim göstermesi imkansızdır.
Yukarıdaki yapısal zafiyetin yanı sıra para ve sermaye piyasalarında finansal yatırımcı davranışlarından kaynaklanan kısa dönemli yerel ve küresel hareketlilikler diğer bir zafiyeti oluşturuyor. Kısa dönemli pozisyon değişimleri sonucu oluşan kur ve faiz oynamaları reel sektörü, yani üretimi, ticareti, yatırımı derinden etkiliyor; istihdamı tehdit altında tutup emek yoğun sektörler aleyhine baskı oluşturuyor. Çünkü reel ekonomik düzlemde kararlar günlük alınmıyor; değişen koşullara intibaklar ise ciddi sürelere ve çetrefilli süreçlere tabi tutuluyor. Reel ekonomik faaliyetleri para ve sermaye piyasasında oluşan salınımlı fiyatlardan tecrit etmek mümkün olmadığına göre, bu hareketlerin darbelerini hafifletecek bir yastık gerekli.
İşte finans sistemindeki kriz potansiyeli, evvel emirde referanslarını aynı para piyasalarından alan mal ve sermaye piyasalarının hülasası olan iki farklı fiyat setinin varlığına, daha sonra da reel ekonominin para/sermaye piyasaları ağırlıklı teşekkül eden fiyatlardan tecrit edilememesine dayanmakta olup, bu potansiyeli baskılayarak denetim altında tutucu bir merkez bankacılığı ve hükümet politikaları mimarisi bugün için elzemdir. Bir diğer anlatımla varlıkların fiyatlandırılması, satın almalar ve fon sahiplerinin portföy tercihleri döviz kurunu ağırlıklı olarak belirlemektedir; mal piyasalarının döviz fiyatını kendi ağırlığınca belirlemesinden ziyade sermaye piyasası işlemlerinin dengesinden çıkan kurları alarak işlem yapması sorunun kaynağıdır. Bu çıkmaz sokak istihdam artışını baskılayan en temel unsur olup hükümetlerin başını belaya sokacak en ciddi meydan okumadır.
Sarmal haline gelen reel kur değerlemesi vakasına Merkez Bankası faizler üzerinden müdahale etmek zorundadır. Sermaye hareketlerine yapılacak miktar kısıtlamaları nazari düzlemde mantıklı olmasına rağmen tatbik kabiliyeti açısından sıkıntılıdır. Düşük faizle enflasyonun tekrar hortlaması tehdidi göğüslenerek faizler düşürülmelidir. Üç yıldır yüksek petrol fiyatlarıyla dünya ölçeğinde belirli ellerde şişen fonlar da zaten bol miktardaki küresel hareketliliği haiz finans kapital havuzuna eklenerek nemalanacağı reel faaliyet aramaktadır.
Firmalar ekonominin sermaye stokuna maliktir, hanehalkları da firmaların yükümlülüklerini temsil eden varlıklara sahiptir. Kapitalist ekonomiler birbiri ile bağlantılı bilanço ve gelir tablolarının bir toplamıdır. Son dönemde ise kâr maksadı ile faaliyet gösteren aracı finansal kuruluşların artan oranda firmaların yükümlülüklerini temsil eden menkul kıymetlere, hanehalklarının da finansal kuruluşların yükümlülüklerini temsil eden menkul değerlere sahip olması yeni bir olgudur.
Finansal aracılık sistemi komisyonculuk ekseninden riskleri de üzerine alan bir kilit taşı hüviyetine bürünmüştür. Bu olgu dağdaki kayanın altında saklanan akrebin kuyruğundaki zehiri ilaç sektörüne vermesini icap ettirecek derecede her değeri ekonomiye kazandıracak bir süreci zorladığı gibi, tedbir alınmadığı takdirde sıkıntılı kriz çevrimlerini de doğuracak bir yapılanmadır. Bu sistemin kaçınılmaz olarak parçası haline dönüşürken, finansal aracılık sektörünü kuran ve işletenlerin her hâl ve şartta güçlerini artırmalarının ileride oluşturabileceği tehditlerin hafife alınamayacağını bilmeliyiz. Mali kesime yabancı girişi oranları politika olarak gözetilmeli ve duruma göre gözden geçirilmelidir.
Eğer Merkez Bankası olarak varlık fiyatlarını göçmekten koruyacak ve nihai ödünç verme mercii rolünü gerektiğinde devreye sokacak bir yapı etkin işletilmez, bir de dönem dönem azalan kârları normal seviyeye yükseltme yönünde bütçe açığı verme pahasına kamu alımları ve yatırımları yapılmazsa, özel yatırımların gevşemesini, uzun süreli depresyonları ve dolayısıyla kalıcı işsizlikleri önlemek mümkün olmaz.
Unutulmamalıdır ki, ekonomideki yatırım kararları sermaye stokunu artırarak tasarruflar için gerekçe teşkil edecektir. Tasarruflar birikerek kendiliğinden sermaye stokuna dönüşmeyecektir. İktisadi büyümenin imkanı tasarruflardan gelmez, yatırım ikliminin projeleri fizibil kılmasından kaynaklanır. Bankacılık sisteminin başarısı da, yeterli teminatlarla desteklenen başarılı projelere kaynak aktarabilmeleriyle kaimdir. Bankacılık sektörü genel ekonomi yönetiminin bu yönüyle de gözetiminde olmalıdır. Kredi genişlemesinden gerek bu çerçevede gerekse de enflasyon kaygılarıyla korkmamak gerekir.
Kredi genişlemesinin enflasyona neden olmamasındaki temel kriter, firmaların kullandığı kaynakların “borç-öz sermaye” kompozisyonundaki tercihlerinin, hanehalklarının tasarruflarını tahsis etmedeki “ödünç verme-hisse senetleri iktisap etme” tercihleri ile aşağı yukarı örtüşmesine dayanır. Mevcut finansal aracılık sistemi, yönlendirildiği takdirde bu uyarlamayı yapacak sofistikasyondadır.
Aslolan, reel faaliyetlerin hareket kazanmasıdır ve faizin rolü önemli olmasına rağmen kısa vadede ikincildir. Merkez Bankası referans faizleri belirlerken ortalamada ülkedeki reel yatırımların getirilerinden kopuk olmamalıdır. Dış tasarrufların orta vadede ekonominin değer yaratma kapasitesinin üzerinde sürekli nemalandığı mevcut süreç sürdürülemez. Bu nedenle, yüksek faizin her daim dış tasarrufları Türkiye’ye celbedici faiz olmayacağını ve ülke riskini artırarak daha yüksek faizi zorunlu kılacağını iyi anlamalıyız. “Fiyat istikrarı benim tek hedefimdir saplantısı” kesinlikle bu ülkeye hizmet etmeyecektir.
Paylaş
Tavsiye Et