Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2009) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Avrupa’da sağ neden bu kadar başarılı oluyor? / ABD Basını, Anne Applebaum, 9 Haziran 2009
Çeviri: Ebru Afat
Uzun zamandır bekleyip durmamıza rağmen kapitalizme, serbest piyasalara, sağa karşı Avrupa’dan bir tepki henüz gelmedi. Marksist reform için hiçbir talep yok, milli sanayi için hiçbir çağrı yok, hatta ABD’de Barack Obama yönetiminin “teşvik” olarak nitelendirdiği ve genelde “devasa kamu harcamaları” olarak bilinen türde bir politika için yapılan bir Avrupa kampanyası bile yok.
Tam tersine: Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde kapitalizm, en azından Avrupa’daki duygu sömüren şekliyle zafer kazandı. İtiraf etmek gerekirse, Avrupa’daki bu sonuçlar, sadece söz konusu seçimlere mahsus. Zira Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, ulusal seçimlerdekinden çok daha az sayıda insan oy kullandı ve onların da kafaları, AB’nin yasama organı için seçilen vekillerinin gerçekte ne yaptığı konusunda oldukça karışık. Avrupa Parlamentosu’nun kademeli güç birikiminin, hiçbir işe yaramayan bir kurum ve herkese bir “uçak bileti” servetine mal olan işi çoktan bitmiş politikacılar birliği şeklinde algılanan popüler imajı üzerinde hâlâ hiçbir etkisinin olmadığı görülüyor. Sonuç olarak, sözde aşırı sağın da dahil olduğu marjinal partiler her zaman seçmenlerin dikkatini çekmeyi başarıyor ve beklenmedik başarılar elde ediyor.
Bununla birlikte, Avrupa Parlamentosu seçimleri kıta çapındaki politik durumu gözler önüne seren tek veri niteliğinde. Ulusal seçimler değişik zamanlarda ve farklı kurallara göre gerçekleştirilirken, son (ve bu zamana kadar yapılanların en büyüğü olan) Avrupa seçimleri 27 ülkede dört günlük bir süreç içinde (4-7 Haziran) ve aynı kurallara göre yapıldı. Söylenenlere göre bu sefer, bazı istisnalarla birlikte, makul bir hikâye ortaya çıktı.
Avrupa’nın en büyük altı ülkesinden dördü olan Fransa, Almanya, İtalya ve Polonya’da merkez sağ hükümetler, beklenmedik ölçüde coşkulu bir kabul gördüler. Diğer iki büyük ülke olan İngiltere ve İspanya’da ise iktidardaki sol partiler, Macaristan, Avusturya ve diğer ülkelerdeki sosyalistler gibi dağıldılar. Aslında bazı yerlerde sonuçlar oldukça netti: Seçimlerin yapıldığı hafta sonu Londra’da, bas bas bağıran gazete manşetlerinin saldırısına uğramadan zar zor yürüyebildim. Bütün manşetler Gordon Brown hükümetinin zayıf, yolsuzluklara bulaşmış, yorgun, kendini beğenmiş, ve evet, son derece gözden düşmüş olduğunu ilan ediyordu. İngiltere’deki bazı seçim bölgelerinde, iktidardaki İşçi Partisi’nin Avrupa adayları, yarışı normalde farkına dahi varılmayan marjinal partilerin ardında bitirdiler.
Peki, ama Avrupa sağının, üstelik de yaygın biçimde küresel kapitalizmin krizi olarak tanımlanan bir dönemden geçilirken, bu kadar başarılı olması -hatta Amerikalı emsallerinden daha iyi bir sonuç elde etmesi- nasıl mümkün olabiliyor? Bu noktada kısmen de olsa Avrupalı sağcıların kazandığı, çünkü onların liderlerinin ekonomik kanaatlerini cesaretle savunduğu söylenebilir. Avrupa kıtasının refah devletleri son altı ayda tam anlamıyla yüksek vitese geçerlerken, ABD’de eski başkan George W. Bush’un bütçe açıklarının ya da Obama’nın har vurup harman savurmalarının Avrupa’da çok az muadili vardı. Ve mesela İngiltere gibi, söz konusu uygulamaların yapıldığı yerlerde de yüksek harcamalar güç bela popülerlik kazandı. Avrupa ile Amerika arasındaki bu politik uçurumun teorik versiyonu, her ikisi de akademik çalışmaları kadar gazete polemiklerinden de tanınan iktisat tarihçisi Niall Ferguson ile iktisatçı Paul Krugman arasındaki “ağız dalaşı” idi. Ferguson ve Alman hükümeti, devasa bütçe açıklarının ve devletin borçlanmasının enflasyonu yükselteceğini ve bunun da son tahlilde ekonominin çökmesine neden olacağını düşünüyor. Krugman ve Amerikan hükümeti ise bu düşüncenin yanlış olduğuna inanıyor.
Ferguson en azından köken olarak muhafazakâr bir İngiliz ve bu düşünceleri kamuoyu nezdinde savunan bir Amerikan Cumhuriyetçisi tartışmacı da yok. Birkaç istisna dışında Amerikan merkez sağının en güçlü ve en etkili sesleri, geçen son on yıllık sürenin kayda değer bir kısmında neredeyse tamamen ulusal güvenlik meselesine odaklandılar. Cumhuriyetçilerin çoğunluğu oluşturduğu ABD Kongreleri, yine Cumhuriyetçilerin yönetimindeki Beyaz Saray ile el ele vererek hükümeti genişletir ve çılgınca harcama yaparken, “küçük hükümet” ve “azaltılmış harcamalar” gibi ilkelere tamamen sahte bir bağlılık gösterildi. Kendi hükümetlerinin kısa süre önceki bütçeleri bu kadar genişken, Cumhuriyetçiler Obama’nın muhtemel öldürücü bütçe açıklarını nasıl eleştirebilirler?
Bunların hiçbiri Avrupalı muhafazakârların Amerika’da başarılı olabileceklerini anlatmak için söylenmedi tabii ki. Kaldı ki Avrupalı sağcıların pek fazla ortak yanlarının bulunmadığı da ortada: İddialara bakılırsa Alman Şansölyesi Angela Merkel ile Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy aynı odada olmaya bile katlanamıyorlarmış. Ancak hiçbir şey değilse bile Avrupa merkez sağının mevcut ekonomik kriz esnasındaki bu başarısı, politik formüllerinde kayda değer bir şeyler olduğunu kanıtlıyor. Onlar mali açıdan muhafazakârlar. Onlar sosyal açıdan liberal değillerse bile en azından merkezciler. Onlar henüz büyük harcamalar yapma modasının kurbanı olmadılar. Onlar görünüşte makul bir bütçe oluşturmaya çalışıyorlar. Ve en azından şu anda onlar seçimleri kazanıyorlar.

Tavsiye Et
İngiltere’de aşırı sağın yükselişi / İngiliz Basını, Ian Birrell, 9 Haziran 2009
Çeviri: Hilal Öztaş
Birkaç hafta önce bir düşünce kuruluşunun finansal kriz sonrasında solun yükselişinin kaçınılmaz olup olmadığını tartışmak için düzenlediği bir öğle yemeğine katılmıştım. Biraz tartıştıktan sonra, Muhafazakâr Parti milletvekili ve “gölge adalet bakanı” Dominic Grieve araya girdi ve “Aşırı sol ile ilgili bir endişem yok” dedi. “Beni asıl korkutan aşırı sağın yükselişi.”
8 Haziran sabahı uyandığımızda, İngiltere’nin Avrupa Parlamentosu’na temsilci olarak iki neo-faşisti gönderdiği şeklindeki, İngiliz halkının doğuştan gelen hoşgörüsüne dair o rahatlatıcı illüzyonu paramparça eden haberlerle karşılaştığımızda Grieve’ın kehanetlerinin doğruluğu ortaya çıktı. Oy kabinlerinin gizliliği içinde neredeyse bir milyon insan, ırk düşmanlığını teşvikten sabıkalı bir adam tarafından yönetilen aşırı sağ bir partinin ismini işaretlemişti.
Bu anın önemini kesinlikle göz ardı etmemeliyiz. Zira şimdi faşistlerin küllerinden doğma sırası. Tabii ki bu noktada en önemli soru şu: Ne değişti? İngiltere, modern parlamenter demokrasinin de yeşerdiği bu topraklarda yüzyıllar içinde gelişen politik ılımlılığıyla her zaman övünmüştür. Peki, ama neden birçok insan, böylesi radikallere yönelecek kadar siyasi sürece yabancılaştı?
Hiç şüphesiz İngiliz Ulusal Partisi (BNP), Nick Griffin’in liderliğinde işlerini düzeltti. Her ne kadar sayımlar, ellerinde yarım litre biraları ile üç parçalı takım elbiselerinin içine sokuşturulmuş dazlaklardan epey nasiplense de, bu durum sadece görünüşten ibaret değil. En azından kamuoyu önünde, üzerine sünger çekilen kaba ırkçı konuşmalar yerini tamamen yerel konulara odaklanmış sokak seviyesindeki kampanyalara bıraktı. Ve “sistem”in dışındaymış gibi konumlanıp Amerika’nın merkez sağı ile Avrupa’nın, özellikle de Fransa’nın radikal sağından alınan taktikler eşliğinde kendini “politika karşıtı” bir parti olarak sundu. 
Küreselleşmenin etkisi, hızlı sosyal değişimler ve ekonomik durgunluklarla ilgili derin kaygıların olduğu bir ortamda, BNP geleneksel politikaların üzerine, korku ve sahtekârlıkla çoğalttığı şüphe tohumları ekti. Ve Gordon Brown hükümetinin harcama skandalı ile İşçi Partisi’nin çöküşünün akabinde, bu tohumlar seçim başarısı olarak çiçek açtı.
Tüm bunlara rağmen, bunca İngiliz’in ırkçı olduğu ayan beyan belli olan bir partiye yönelmesinin nedeni hâlâ sırrını koruyor. İngiltere’de “getto” diye adlandırabileceğimiz bir bölge yok. Irksal hoşgörünün en önemli işareti olan ırklar arası evliliklerde de dünyadaki en yüksek oranlardan birine sahibiz. Ve popüler kültür de çok-kültürlülük açısından büyük rahatlık sağlıyor -öyle ki İngiltere’nin En Yeteneklisi programının son serisinin kazananı da çeşitli ırklardan kişilerden oluşan Diversity adlı dans grubuydu.
Tabii ki bazı insanlar sebebin son derece basit olduğunu söyleyebilir: Toplumun hassas dengelerini zedeleyecek kadar aşırı göç olması ve politikacılarımızın da gerçek meseleler üzerinde çok az konuşmaları. Ancak onlar yanılıyorlar. Sorun bu kadar çok tartışma yapılması değil, asıl bizim yeni gelenlere hiç utanmadan düşmanca davranmamızdır. Nasıl ki açıkça savunulmadığında AB’ye verilen küçük destek de yitiriliyorsa, ırkçı partinin de göçmenlere ve sığınmacılara düşmanca davranan bir toplumda yükselmesine şaşmamak gerekir.
Eski İçişleri Bakanı David Blunkett ve Başbakan Gordon Brown gibi politikacılar; popülist baskılar, internet ve radyo programları eşliğinde, “okulları göçmenlerin doldurması”ndan dem vurmak, “İngiliz işlerine İngiliz çalışanlar” talep etmek ve hatta devamlı olarak “İngilizliği” tanımlamaya çalışmak suretiyle kamuoyundaki tartışmayı iyice bayağılaştırdılar. Kundakçılık mevzusu gibi soğukkanlı tartışmalar yerine -zira böyle boş konuşmalar ırk temelli politikaları teyit ettiler- barınma ve eğitim gibi politikacıların uğraşmaktan dehşet duydukları şehir problemleriyle başa çıkma noktasında katkıda bulunmaya çalışmalıyız.
Sonuç olarak, İngiltere’nin iki ırkçıyı Avrupa Parlamentosu milletvekili seçtiği gün, Kızıl Haç tarafından İngilizlerin sığınmacılarla ilgili algılarının ne kadar çarpık olduğunu gösteren korkunç bir rapor yayımlandı. Rapora göre İngilizler dünyadaki dört sığınmacıdan birinin İngiltere’de yaşadığına inanıyorlar; oysaki gerçek oran otuz üçte bir. Böyle bir ortamda, kafası karışık ve politikacılarına tepkili seçmenlerin ırkçı bir partiye yönelmesinde hayret edilecek bir şey var mı?

Tavsiye Et