TÜRKİYE siyaseti açısından geçtiğimiz birkaç ayın hülasasını yapmak gerekirse özellikle üç hususun altı çizilebilir. Birincisi, AK Parti Hükümeti’nin dış politikasına yönelik bir baskı ve yıpratma kampanyası başla(tıl)mıştır. İkincisi, bu baskı dalgası Türk siyasî tarihinin genel karakteristiğinden farklı bir biçimde, yani iç ve dış dinamiklerin bir sentezi olmaktan ziyade, ağırlıklı olarak dış mihraklıdır. Son olarak, hükümet için gerçek bir sınav dönemi başlamıştır ve AK Parti’nin rüştünü ispat edip edemeyeceği bu baskı karşısındaki tutumuna ve bundan sonraki performansına bağlıdır.
Dış Politika Kuşatma Altında
Başlangıçta Wall Street Journal, Washington Times, Le Figaro, Reuters gibi Amerika ve Avrupa kaynaklı haber merkezlerinden hükümete yöneltilen eleştiriler şimdi iç basında şiddetlenerek devam ediyor. Önceleri “Amerikan düşmanlığı” çerçevesinde yükselen sesler bir süredir genel dış politikayı hedef almış durumda. Hükümetin bir Irak, İran ve Suriye politikasının olmadığından, AB sürecini savsakladığından, Amerika ile ipleri kopardığından ve Türkiye’nin Güneydoğu Asya ve Afrika’ya uzanarak haddini aştığından dem vuran bu müşkülpesent grup, Türkiye’nin “anlamlı” bir dış politika geliştiremediğinden şikayetçi. Öngörülen alternatif ise Orta Doğu coğrafyasında Amerikan politikalarına mutlak teslimiyet. Öyle ya; Amerika, tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Japonya’da olduğu gibi, bölgeye özgürlük ve demokrasi getirecekse bunun karşısında durmanın ne anlamı olabilir?
Keşke “tarihin aklı” da bu Amerikan muhiplerinin zihni gibi sathî ve tekdüze çalışsaydı. O zaman belki her şey daha kolay olurdu. Ne var ki hiç de öyle değil. Özgürlük ve demokrasiyi tesis etmek bu kadar basit olsaydı eğer, siyaset felsefesi diye anılan disipline ve buna ilişkin devasa literatüre hiç gerek kalmazdı herhalde. Bu sınırlı yazıda demokrasi ve özgürlüğün tanımına, bileşenlerine, teşekkül şartlarına ve bunların sosyal değişme, tarih ve kültür ile irtibatına girecek değiliz elbette. Bu işin ne kadar çetrefilli ve problemli olduğunu anlamak için Türkiye’nin son bir asrına göz atmak yeterli. Güçlü bir devlet geleneğini ve toplum ruhunu tevarüs etmiş olmasına rağmen, Türk demokrasisinin şu kısa tarihi bile ne kadar engebeli ve yara bere dolu. Hem bugün geldiğimiz noktada dahi demokrasi ve özgürlükler hususunda kemale erdiğimizi söylemekten çok uzağız.
Karşı tarafta ise henüz kabilevî örgütlenme biçimini muhafaza eden, gelenek ile modernite arasında anlamlı bir köprü inşa edememiş, şu ana kadar Batılı güçlerin payandasında ayakta kalabilmiş hanedanlıkların hüküm sürdüğü büyük bir Arap dünyası söz konusu. Hal böyle iken, içinde bulunduğumuz sürecin sonunda Amerika’nın bölgeye özgürlük ve demokrasiyi getire(bile)ceğini düşünmek safdillik olur. Bölgenin kendi haline bırakılması ile ortaya çıkacak özgürlük ortamını ve bu ortamın uzun vadede doğuracağı siyasî ve ekonomik sonuçları (bölgede kolektif kimliğe ve eyleme kaynaklık edebilecek yegane muharrik unsur olan İslam merkezli oluşumları) ise bizim bildiğimiz Amerika’nın ve İsrail’in kabul etmesi mümkün değil. Bölgenin yakın geleceği için daha muhtemel görünen netice ise, tek kelime ile, terör ve kaos. Nitekim, siyaset literatüründe etnik ve siyasi parçalanma için kullanılan “Lübnanlaşma” tabirine kaynaklık eden Lübnan’ın etnik, siyasi ve kurumsal yapısına bakmak bile bunun ötesinde bir öngörüyü imkansız kılıyor. Kaos ve terör ortamının ve ortaya çıkacak otorite boşluğunun dış müdahaleler için son derece müsait bir zemin sunacağını kestirmek içinse dâhi olmaya gerek yok.
Dahası, Amerika giriştiği bu büyük projede yalnızlığını henüz giderebilmiş değil. Tüm çabalarına rağmen Transatlantik ittifakındaki ayrılık yakın gelecekte telafi edilecek gibi görünmüyor. Buna bir de, Amerika’nın şaibeli (Tanrı tarafından özel bir misyonla seçildiğini düşünen bir başkan ve onun İsrail ve petrol lobileri ile irtibatlı neo-con/militarist ekibi) iktidarı ilave edilirse Türkiye’nin Amerika’nın bölgeye yönelik politikalarından endişe duyması için yeterince sebebi olduğu aşikar. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin anlamsız ve muğlak görünen dış politikası son derece anlamlı ve nettir. Bazen suskun kalmak ve taraf olmamak da bir politikadır.
Bu Düğme Yerli Değil
31 Mart Vakası’ndan 28 Şubat sürecine kadar geçen buhranlı ve çalkantılı 90 yıllık tecrübe bize açıkça dikte ettirmiştir ki Türkiye’de siyaset sadece görünen aktörlerin gözlemlenebilen ilişkilerinin bir yekunundan ibaret değildir. Kitapta yeri olmayan pek çok parametrenin Türk siyasetinde belirleyici bir konuma sahip olageldiği gerçek. Bu açıdan son günlerde hükümete yönelik kuşatma harekatını ifade için medyada sıkça kullanılan ifadelerden birinin “düğmeye basıldı” olması yadırganmamalı. Asıl patolojik olan durum, son bayrak yakma hadisesinde de olduğu gibi, yetmiş milyonluk bir kemiyetin bir “düğmeye” bağlı şekilde yaşayabilecek kadar sathî ve manipülasyona açık bir zihinsel mekaniğe sahip olması.
Memleketimizin bu hali nedeniyle yakın tarihimizde pek çok kereler “düğmeye” basıldı. Tetiklenen kaotik süreçler neticesinde hükümetler düşürüldü, özel kanunlar çıkarıldı, anayasalar değiştirildi, askerî darbeler yapıldı. Bütün bu hercümerç arasında kamu kaynakları hortumlandı. Cumhuriyetin ilk on yılında “15 milyon genç yarattık”, son on yılında ise 970 milyar dolar borç! Bu süreçleri belirleyen ana dinamik, çok kabaca, merkezin kendini yükselen çevreye karşı koruma refleksi şeklinde tezahür etti. Bu müdahalelerde merkezî güçler ile dış güçlerin menfaatleri genelde hep paralel gelişti. Bugünse daha farklı bir mekanizma ile karşı karşıyayız. Yine düğmeye basıldığı anlaşılıyor. Ne var ki, bu sefer Türkiye’deki merkezî güçlerin tamamı ile dış güçlerin (Amerika’nın) menfaatlerinin örtüştüğünü iddia etmek zor. Zira Amerika’nın Orta Doğu’daki tavrı, sadece Hükümeti değil Türkiye’deki bir kısım merkezî güçleri de tedirgin ediyor. Bu açıdan, mesela, ordu ile AK Parti Hükümeti’nin dış politikada şu an için paralel bir çizgi takip ettiği söylenebilir.
Bilindiği gibi Soğuk Savaş boyunca Kızıl Tehlike olarak tanınan Sovyet tehdidi merkezî güçler ile Amerika’nın birlikte hareket etmesini kolaylaştırdı. Ya da daha doğru bir ifadeyle, bu işbirliğini zorunlu kıldı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte bu yakınlaşmanın zemini de erimeye başladı. Nitekim Orta Asya ve Kafkasya’da ortaya çıkan güç boşluğu, Türkiye’nin bu coğrafyaya duyduğu emperyal ilgi nedeniyle, Türk-Amerikan ilişkilerini biraz bulandırdı. Fakat Türkiye’nin bu hususta öngörülenden çok daha pasif kalması Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkilerin kopmasını engelledi. Hatta Türkiye’nin bölgeye yönelik sınırlı ilgisi, Rusya ve Çin’i dengelemek maksadıyla, Amerika tarafından desteklendi bile. Soğuk Savaş sonrası dönemde yükselen İslamcı söylem ise ordu ile Amerika’nın yeniden birlikte hareket etmesini sağladı. Nitekim 28 Şubat sürecinde de ordunun çizgisi ile Amerikan çıkarları arasında bir paralellik mevcuttu. Sonrasında muhafazakâr demokrat olduğunu iddia eden AK Parti’nin iktidara gelişiyle bu paralelliğin sürdüğü söylenebilir. Bilindiği gibi Amerika yeni dönemde, politikasında büyük bir değişikliğe gitmiş ve radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’ı desteklemeye başlamıştı. Bu durum, Yücel Bulut’un yazısında da ifade edildiği gibi, Türkiye’de uzun vadede, Ziya Gökalp’in deyimiyle, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” üçlemesinin sentezi bir yapılanmadan yana olan merkezî güçlerin tercihi ile çelişmiyordu. Ne var ki Türkiye’deki merkezî güçler ile Amerika arasındaki bu tarihi paralellik Amerika’nın Irak’ı işgal etmesiyle sona erdi. Artık Türkiye Amerika ile komşu olmuştu ve Kuzey Irak’ta menfaatleri çatışıyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerindeki iyileşme bir hükümet politikasından ziyade bir devlet politikası olarak görülmelidir. Nitekim tüm baskılara rağmen Cumhurbaşkanı Sezer’in Suriye’yi ziyaret edecek olması bunu teyit eder. İşte bu nedenle Hükümet’in dış politikada yalnız kaldığını düşünmek yanlış olur.
Siyaset Yeni Başlıyor
Bununla birlikte, baskıların AK Parti Hükümeti’ni yıprattığı da ortada. TMSF’nin satışa çıkaracağı “batan bankanın malı” medya kuruluşlarının iştahıyla ağzı sulanan holding patronları ve düşen enflasyon dolayısıyla gelir kapıları daralan iri sermaye grupları, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” siyasetini başlatmış görünüyor. Buna bir de AK Parti’den istifaları ve yükselen milliyetçi söylemi eklersek siyasetin iyiden iyiye ısınmaya başladığını öngörebiliriz. Şu ana kadar rüştünü ispat etme fırsatı pek bulamayan AK Parti için siyaset yeni başlıyor. Zira 28 Şubat’ın boşalttığı bir meydanda, Amerika’nın, İMF’nin ve medyanın desteğini arkasına alarak siyaset yapan AK Parti için artık tek başına yürüme zamanı. Eğer bu süreci başarı ile atlatabilirse, AK Parti şu ana kadar kitap ve konferanslarla oluşturmaya çalıştığı şahsiyetini bileğinin hakkı ile elde etmiş olacak. Nitekim, 1 Mart tezkeresinin reddi ile AK Parti hem Türkiye’de, hem Avrupa’da ve hem de Arap âleminde şahsiyetini oluşturma yönünde ciddi bir mesafe kat etmişti. Ardından İsrail’in gayri insani politikalarına gösterilen tepki, çok boyutlu dış politika açılımları ve AB sürecindeki gayreti bu imajı daha da pekiştirdi. Ama daha vermesi gereken iki sınavı daha var hükümetin: Amerika’nın sınırsız kullanımını talep ettiği İncirlik üssü ve Başbakan’ın önümüzdeki günlerde özür mahiyetinde yapmayı planladığı İsrail ziyareti. Bu iki husus AK Parti Hükümeti’nin son haftalarda basında yer alan dış kaynaklı baskılara pabuç bırakıp bırakmadığının da bir testi olacak. Dahası, AK Parti tabanının sabrının sınırlarını da ölçecek.
Bu sınavdan geçmek kolay olmayacak elbette. Zira özelde bu hükümetin genelde ise Türkiye’nin elini kolunu bağlayan ve bu tür baskılara karşı direncini kıran iki büyük sorun var. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin İMF’ye ve sıcak para akışına olan aşırı bağımlılığı. Bilindiği gibi 21,2 milyar dolar ile Türkiye, Brezilya’nın ardından, İMF’ye en borçlu ikinci ülke. İktisadî bağımsızlığın siyasî bağımsızlığın ön koşulu olduğu göz önüne alınırsa, Türkiye’nin bir an önce İMF ve sıcak para deveranı ile ilgili yapısal ve uzun vadeli çözüm arayışlarına girmesi gerekiyor. Aksi halde bütün ülkeyi bayraklarla donatsak bile, bağımsızlık iddiamız boş bir hayalden öte gidemez. Dış politikada elimizi bağlayan bir diğer mesele ise Kürt meselesi. Türkiye’nin bu meseleyi artık kendi içinde köklü bir biçimde çözmesi elzem hale geldi. Bu öyle bir çözüm olmalı ki, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulsa da kurulmasa da, Türkiye bundan hiçbir surette etkilenmemeli. Zira Kuzey Irak’taki yapılanmada muhtemelen fazla bir söz hakkımız olmayacak. Bu konuda nihai bir çözüme ulaşmak da kolay değil elbette. Böyle bir çaba ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasî alanda derin ve köklü reformlara gidilmesini zorunlu kılıyor. Ama bunun alternatifini düşünecek lüksümüz yok. Yani ya istiklal ya izmihlal. İşimize gelirse.
Paylaş
Tavsiye Et