Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2009) > Söyleşiyorum > Seyyid Hüseyin Nasr: “Siyonizm, Avrupa kültürünün ürünüdür”
Söyleşiyorum
Seyyid Hüseyin Nasr: “Siyonizm, Avrupa kültürünün ürünüdür”
Konuşan: James Kiger
Tercüme: A. Kemal Bersay
Özel olarak İslam genel olarak da din üzerine yapılan tartışmalar, çoğu kez “modernite” meselesine odaklanıyor. İslam’ın modernite ile uyumlu olup olmadığı veyahut bizatihi dinin kendisinin modern dünyada var olmasının gerekip gerekmediğini tartışan yazarlardan oluşan bir endüstriden dahi bahsedilebilir. Ancak bütün entelektüeller moderniteye, ortaya çıkışından itibaren verilen ve onu kabul edilmiş gerçek haline dönüştüren türde bir önem bahşetmiyorlar. Geleneksel ekolün önde gelen mensuplarından biri olan ve modernitenin tartışılmaz ilkelerini sorgulayan Seyyid Hüseyin Nasr, İslami gelenek ile dünya dinlerine yönelik derin kavrayışı dolayısıyla hem Doğu’da hem de Batı’da geniş çevrelerce tanınan bir düşünür. Nasr’a göre, dünya toplumlarının -ister Hıristiyan, Müslüman, Hindu isterse de bir başka inanca sahip olsunlar- dini modernite kalıbına uydurmanın bir yolunu bulmaya değil, onun yerine ilerleme arayışları için terk ettikleri geleneklerini yeniden keşfetmeye ihtiyaçları var.
1984’ten beri George Washington Üniversitesi’nde İslami ilimler ve tasavvuf dersleri veren ve İslam düşüncesinin yeniden kavranmasına büyük katkılarda bulunan Nasr, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı, Tasavvufi Makaleler, İslam: İdealler ve Gerçekler, Yol Şiirleri, İslam Sanatı ve Maneviyatı, Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi, İslam’ın Kalbi, Tabiat Düzeni ve Din, Modern Dünyada Geleneksel İslam, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, Üç Müslüman Bilge, Molla Sadra ve İlahi Hikmet, Bilgi ve Kutsal, Ebedi Hikmetin Peşinde’nin de arasında yer aldığı 40’tan fazla kitaba ve yüzlerce makaleye imza attı. Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin davetlisi olarak 21 Ocak’ta Türkiye’de “İslam, Modernite ve Müslüman Dünya, 21. Yüzyıl İçin Yeni Bir Gündem” başlıklı bir konferans veren Nasr ile James Kiger Today’s Zaman gazetesi ve Anlayış dergisi için İslam, modernizm ve postmodernizm üzerine ufuk açıcı bir söyleşi yaptı.
 
 
Ça­lış­ma­la­rı­nız­da, “Ge­le­nek” (Tra­di­ti­on) de­di­ği­niz kav­ra­mın zıd­dı ola­rak, ya­ni aş­kın ve­ya ila­hî olan­la hiç­bir bağ­lan­tı­sı ol­ma­yan an­la­mın­da, “mo­der­ni­te” kav­ra­mı önem­li bir ye­re sa­hip. Yir­min­ci yüz­yıl, bi­lim­sel, fel­se­fi ve kül­tü­rel alan­lar­da dra­ma­tik de­ğiş­me­le­re sah­ne ol­du. Yir­min­ci yüz­yı­lın mo­der­ni­te­si ile mu­ka­ye­se edil­di­ğin­de, yir­mi bi­rin­ci yüz­yıl­da­ki mo­der­ni­te­yi fark­lı kı­lan ne­dir siz­ce?
Bir an­lam­da, hiç­bir şey. Fa­kat şöy­le bir şey ol­du: Bu mo­der­ni­te, post­mo­der­nizm de­ni­len şe­yi üret­ti. Post­mo­der­nizm de mo­der­niz­min ka­te­go­ri­le­ri­ni bi­le in­kâr et­ti. Ör­ne­ğin, on se­ki­zin­ci yüz­yıl mo­der­niz­mi­nin te­mel­le­rin­den bi­ri olan ras­yo­na­lizm ve de­ney­ci­lik (em­pi­ri­cism) gi­bi. Do­la­yı­sıy­la, post­mo­der­nizm bir an­lam­da mo­der­niz­min çö­zül­me­si­ni ifa­de eder; fa­kat bir ta­raf­tan da mo­der­niz­me ait olan bir şey­dir. De­mek olu­yor ki mo­der­nizm, ken­di so­nu­nu ge­ti­re­cek olan un­sur­la­rı da için­de ba­rın­dı­rı­yor­du. Ve biz bu­nu bu­gün post­mo­der­nizm­de gö­rü­yo­ruz. An­cak bu de­mek de­ğil ki mo­der­nizm ta­ma­men or­ta­dan kalk­­tı. Post­mo­der­nizm di­ye bir va­kı­a var bu­gün ve fi­lo­zof­lar ke­sin­lik kav­ra­mı­nı atıp şüp­he­yi öne çı­kar­ma­ya baş­la­dı ve so­nuç­ta bir ni­hi­liz­me var­dı­lar, evet; an­cak bu, mo­der­nizm de­di­ği­miz sü­re­cin için­de ger­çek­leş­ti. Bu sü­reç de son dört yüz yıl­dır mo­dern dün­ya­yı -özel­lik­le Ba­tı dün­ya­sı­nı- ta­nımlıyor.
İkin­ci fark da şu: On do­ku­zun­cu yüz­yıl­da in­san­lar mo­der­nizm­den bah­set­tik­le­ri za­man as­lın­da onun top­lum­sal so­nuç­la­rın­dan bah­se­di­yor­lar­dı. İn­san­lar mo­der­niz­min içe­ri­sin­de ya­şa­dı­ğı­mız ta­bii çev­re­yi bo­zup mah­ve­de­ce­ğin­den ha­ber­siz­di­ler. Bu­gün bi­le bir­çok ki­şi bu­nu ka­bul et­mek is­te­mi­yor, bu ko­nu­yu ge­çiş­tir­me­ye ça­lı­şı­yor. Di­yor­lar ki “Şu ve­ya bu so­run mü­hen­dis­lik ha­ta­sın­dan ve­ya kö­tü plan­la­ma­dan vs. kay­nak­la­nı­yor.” An­cak bi­li­yo­ruz ki çev­re so­run­la­rı, as­lın­da ta­bia­tın ken­di­si­nin kut­sal ve insanlar gi­bi hak­la­ra sa­hip ol­du­ğu­nu in­kâr eden bir dün­ya gö­rü­şün­den kay­naklanıyor. Bu dün­ya gö­rü­şü on bin­ler­ce yıl­lık in­sa­ni tec­rü­be­ye ve in­san­lı­ğın esas ta­bi­at te­lakki­si­ne ay­kı­rı. Do­la­yı­sıy­la, evet, bir şey­ler de­ğiş­ti, fa­kat mo­der­niz­min ma­hi­ye­ti de­ğiş­me­di: Bu fel­se­fe, ger­çek­li­ği ila­hî ger­çek­lik­ten ya­lı­tıl­mış ola­rak al­gı­la­ma­ya de­vam edi­yor, in­sa­nın ev­ren­de­ki her­han­gi baş­ka bir fa­il­den ba­ğım­sız ol­du­ğu­nu var­sa­yı­yor ve onun ak­let­me ve ey­le­me ye­ti­le­ri­ni hem din ve va­hiy­den hem de in­sa­nın için­de­ki ma­ne­vi un­sur­lar­dan so­yut­la­ma­ya ça­lı­şı­yor. Mo­der­niz­min bu bo­yu­tu hiç de­ğiş­me­di, ay­nen de­vam edi­yor.
 
Si­zin kul­lan­dı­ğı­nız an­lam­da “Ge­le­nek” pers­pek­ti­fin­den ba­kıl­dı­ğın­da, post­mo­der­nizm içe­ri­sin­de­ki, mo­der­niz­min ki­mi eği­lim­le­ri­ne ay­kı­rı gö­zü­ken un­sur­la­rın her­han­gi bir fay­da­sı­nın ola­ca­ğı­na ina­nı­yor mu­su­nuz?
İs­lam dün­ya­sın­da­ki Ma­lez­ya ve En­do­nez­ya -ve bir öl­çü­de de İran ve Tür­ki­ye- gi­bi ba­zı ül­ke­ler­de bir­ta­kım ya­zar­lar, post­mo­der­niz­min biz­zat ken­di­si­nin, mo­der­niz­min mut­lak ol­ma­dı­ğı­nın de­li­li ol­du­ğu id­di­asıy­la or­ta­ya çık­tı­lar. Bu çer­çe­vey­le sı­nır­lı ol­mak kay­dıy­la, evet, ben de ka­tı­lı­yo­rum. An­cak bu­nun öte­si­ne gö­tü­rül­me­me­li; çün­kü mo­der­niz­me mu­ha­le­fet et­me an­la­mın­da -eğer cid­di­ye alı­na­cak­sa- post­mo­der­nizm bir an­lam­da dü­şün­ce­nin ve doğ­ru/yan­lış öl­çüt­le­ri­ni de­ğer­len­dir­me­nin gö­re­li­li­ği­ni va­ze­der. Do­la­yı­sıy­la bu­ra­da, biz­zat ken­di­ni­zin olum­suz gör­dü­ğü bir şey va­sı­ta­sıy­la olum­lu bir şe­yi is­pat­la­ma­ya ça­lı­şı­yor olur­su­nuz.
 
Ya­kın geç­miş­te Av­ru­pa ve Ame­ri­ka’da Ric­hard Daw­kins, Sam Har­ris ve Chris­top­her Hitc­hens gi­bi bir­ta­kım ya­zar­lar ara­sın­da or­ta­ya çı­kan, di­ne yö­ne­lik doğ­ru­dan bir eleş­ti­ri, hat­ta düş­man­lık eği­li­mi söz ko­nu­su. Siz bu ye­ni yö­ne­li­mi na­sıl gö­rü­yor­su­nuz?
Bu çok tra­jik bir du­rum. Çün­kü Ric­hard Daw­kins ken­di­si­nin bir ne­vi sü­per en­te­lek­tü­el ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yor, Tan­rı’ya ina­nan­la­rı ise bi­rer ap­tal gi­bi gö­rü­yor. Bir­çok dü­şü­nür ise bu­nun Ba­tı ate­iz­mi­nin “son şar­kı­sı” ol­du­ğu­nu söy­lü­yor. Zi­ra din tek­rar hız­la güç­le­ni­yor, ki bu se­kü­la­rist­ler bu­nu as­la ön­gö­re­me­miş­ler­di. Her­ke­se okul­da şu öğ­re­til­di: Ta­ri­hin akı­şı din­den uzak­laşıp se­kü­la­riz­me doğ­ru gidiyor. Se­kü­larist­ler de ke­sin za­fe­ri ka­zan­dık­la­rı­nı dü­şü­nü­yor­lar­dı. An­cak yir­min­ci yüz­yı­lın ikin­ci ya­rı­sı bo­yun­ca di­nin mu­az­zam bir can­la­nı­şı­na şa­hit olun­du. Fark­lı ke­sim­ler bu di­nî can­lan­ma ol­gu­su­na fun­da­men­ta­lizm adı­nı ver­di, fa­kat as­lın­da bu fun­da­men­ta­lizm­den iba­ret de­ğil­di. Ay­rı­ca bu sa­de­ce İs­lam di­ni için de­ğil, Hı­ris­ti­yan­lık ve Ya­hu­di­lik için de ge­çer­liy­di; ör­ne­ğin, ara­la­rın­da ba­zı ar­ka­daş­la­rı­mın da bu­lun­du­ğu bir­çok Ya­hu­di tek­rar Ya­hu­di­li­ğe il­gi duy­du. Bu du­rum kar­şı­sın­da böy­le­si bir se­kü­ler tep­ki or­ta­ya çık­tı, zi­ra se­kü­la­rizm bu tür bir mey­dan oku­ma­yı bek­le­mi­yor­du. Fa­kat di­nin son de­re­ce güç­lü bir mey­dan oku­ma­sı söz ko­nu­su şu an­da. Bu­na bu­gün ba­zı Ba­tı­lı sos­yo­log­lar, Ba­tı top­lum­la­rı­nın ya­şa­dı­ğı bir “kut­sa­la dö­nüş” (de-se­cu­la­ri­za­ti­on) sü­re­ci adı­nı ve­ri­yor.
Au­gust Com­te’tan bu ya­na yüz yıl­dır sos­yo­log­la­rın gö­re­vi­nin, top­lu­mun na­sıl se­kü­ler­leş­ti­ği­ni in­ce­le­mek ol­du­ğu dü­şü­nül­müş­tür. Fa­kat bu­gün tam ter­si bir sü­reç­le kar­şı kar­şı­ya­yız. Şim­di, bu sö­zü­nü et­ti­ği­niz ki­şi­ler çı­kı­yor, sı­ra­dan in­san­la­rın ye­ni­den keş­fet­tik­le­ri inanç dün­ya­la­rı­na sal­dı­rı­yor­lar, bu du­ru­ma fun­da­men­ta­lizm is­mi­ni ve­ri­yor­lar. Böy­le­ce ken­di ze­ka­la­rı­nı “saf­ça bir inanç” tar­zın­da al­gı­la­dık­la­rı duy­gu­nun kar­şı­sı­na yer­leş­ti­re­rek mua­rız­la­rı­na ah­mak mu­ame­le­si ya­pı­yor­lar; ken­di­le­ri­ni ise “par­lak ze­ka­lı” ola­rak gö­rü­yor­lar, aynen Daw­kins gibi. Ben­ce bu çok ta­lih­siz bir du­rum. Uzun bir sü­re de­vam ede­ce­ği­ni de zan­net­mi­yo­rum. Fa­kat yi­ne de bu yak­la­şım Ba­tı dü­şün­ce or­ta­mı­nın da­ha da ku­tup­laş­ma­sı­na ve­si­le ola­cak­tır ma­ale­sef.
 
Bu ya­zar­la­rın dil­len­dir­di­ği te­mel eleş­ti­ri­ler­den bi­ri, dün­ya­nın ha­li­ha­zır­da ya­şa­dı­ğı şid­det or­ta­mı­nın or­ta­ya çık­ma­sın­da di­nin en önem­li, hat­ta bel­ki de tek et­ken ol­du­ğu yö­nün­de. On­la­ra gö­re, bu­gün mev­cut olan her ça­tış­ma bir çe­şit di­nî ih­ti­la­fa in­dir­ge­ne­bi­lir. Ben­zer şe­kil­de, bir­ta­kım ki­şi­ler de, ate­ist­ler de­ğil de özel­lik­le Ba­tı’da­ki ye­ni-mu­ha­fa­za­kâr­lar, dün­ya­da­ki te­mel ça­tış­ma­nın bir ta­raf­ta Ba­tı, di­ğer ta­raf­ta ise özün­de şid­det içe­ren bir din ol­du­ğu­nu var­say­dık­la­rı İs­lam ara­sın­da ya­şan­dı­ğı­nı sa­vu­nu­yor­lar. Siz­ce din ile şid­det ara­sın­da­ki bağ­lan­tı ya da iliş­ki ne­dir?
İn­san ol­mak, şid­det do­lu bir dün­ya­ya gel­mek­tir. Ço­cu­ğu­nu­za bir grip aşı­sı yaptırdığınızda mik­rop­la­ra kar­şı şid­det uy­gu­lu­yor­su­nuz de­mek­tir -eğer on­la­rın ba­kış açı­sın­dan ba­kar­sak!-. Duy­gu­sal­lı­ğı bir ke­na­ra koy­mak ge­re­ki­yor. Bu çer­çe­ve­de şid­det ha­ya­tın ay­rıl­maz bir par­ça­sı­dır. Ha­yat, bü­yü­mek için şid­det­le yüz­leş­mek du­ru­mun­da­dır. Ne il­ginç­tir ki bun­ca şid­de­te rağ­men dün­ya­da bir­çok gü­zel­lik ile hu­zur ve ahenk de var. Asıl dik­ka­te de­ğer olan bu­dur. Şim­di, bir ki­şi­yi di­ğer in­san­lar­dan fark­lı­laş­tı­ran her şey esa­sen bir şid­det kay­na­ğı­dır. İki ki­şi­nin du­ru­mu­nu ele ala­lım: Eğer sı­nır­lı mik­tar­da bir yi­ye­cek var­sa, bu iki in­san ara­sın­da şid­det ya­şa­na­cak­tır. Bu ki­şi­le­rin ba­rış için­de ya­şa­ma­la­rı için bir yük­sek il­ke­ye ih­ti­yaç var­dır. Ay­nı ör­ne­ği iki fark­lı top­lum ara­sın­da­ki iliş­ki­ye de uy­gu­la­ya­bi­li­riz.
Şim­di, ta­rih bo­yun­ca in­sa­nın kim­li­ği­ni ta­nım­la­yan şey din ola­gel­miş­tir; bu hem bir in­san te­ki için hem de ge­nel ola­rak top­lum­lar için ge­çer­li­dir ve is­tis­na­sı yok­tur. Hat­ta et­nik kim­lik­ler bi­le, di­ye­lim Af­ri­ka’da­ki bir ka­bi­le­nin kim­li­ği, din ile içi­çe geç­miş­tir; et­nik ve di­nî kim­lik­ler bir­bir­le­riy­le bü­tün­leş­miş­tir. Do­la­yı­sıy­la, her du­rum­da, di­nî ai­di­yet­ler bir yan­dan fark­lı grup­lar ara­sın­da za­ten or­ta­ya çı­ka­cak olan şid­de­tin kay­na­ğı­dır, di­ğer yandan da bu şid­de­ti or­ta­dan kal­dı­ra­cak olan güç­tür. Bu se­bep­le her iki­si de bu­gün mev­cuttur. As­lın­da, yir­min­ci yüz­yıl­dan son­ra di­nin şid­de­tin te­mel kay­na­ğı ol­du­ğu şek­lin­de­ki mo­dern id­dia­yı hiç kim­se öne sü­re­me­me­li. Rus­ya’dan Al­man­ya’ya ka­dar on mil­yon­lar­ca in­san ko­mü­nizm, Na­zizm ve fa­şizm ta­ra­fın­dan öl­dü­rül­dük­ten son­ra böy­le bir şey na­sıl söy­le­ne­bi­lir? Sta­lin’in kat­li­am­la­rı, Ame­ri­ka’nın Osa­ka ve Hi­ro­şi­ma ile Dres­den’i bom­ba­la­ma­la­rı, Al­man­la­rın Po­lon­ya’da­ki in­san­la­rı öl­dür­me­le­ri… Bu lis­te mil­yon­lar­ca in­sa­nı kap­sa­ya­cak şe­kil­de ge­niş­li­yor. Bü­tün bun­la­rın ya­nın­da din sa­vaş­la­rı hiç­bir şey­dir. Ve de bu kat­li­am­la­r din adı­na ya­pıl­ma­mış­tır.
An­cak bu­ra­da da­ha de­rin bir şey var. Din or­ta­dan kal­dı­rı­la­bi­lir, fa­kat in­sa­noğ­lu bir boş­luk­ta ya­şa­ya­maz. Bu in­san­lar için di­nin ye­ri­ni alan şey, din ro­lü oy­na­ma­ya ça­lı­şan bir ide­olo­ji ol­du. Bu da bir ta­raf­tan ko­mü­nizm, di­ğer ta­raf­tan da Na­zizm ve fa­şizm şek­lin­de te­za­hür et­ti. Ve biz ge­le­nek­sel an­lam­da din or­ta­da ol­ma­yın­ca, ya­ni sah­te din­le­rin ger­çek di­nin ye­ri­ni al­dı­ğı bir du­rum­da ne­ler ol­du­ğu­nu çok iyi bi­li­yo­ruz: Mu­az­zam bir şid­det ha­li.
İs­lam’a ge­lin­ce, Müs­lü­man­la­rın Hı­ris­ti­yan­la­rı öl­dür­dü­ğün­den yüz­ler­ce kat da­ha faz­la Müs­lü­man’ı öl­dür­müş olan bir me­de­ni­ye­tin İs­lam’ı şid­det di­ni ola­rak suç­la­ma­sı, eşi gö­rül­me­miş bir iki yüz­lü­lük­tür. Bu çok açık. İs­lam’a şid­det ve te­rör kay­na­ğı de­mek saç­ma­dır. Bu­gün­kü du­ru­mun se­be­bi hiç­bir top­lu­mun ha­pis ha­ya­tı­nı ka­bul et­me­me­si­dir. Hiç­bir top­lum sö­mür­ge­leş­ti­ril­mek is­te­mez. İs­lam dün­ya­sın­da sö­mür­ge­ci güç­le­re kar­şı di­re­niş ha­re­ket­le­ri baş­la­dı­ğın­da, mil­li­yet­çi­lik ve li­be­ra­lizm gi­bi de­ği­şik şey­ler de­nen­di, fa­kat bun­la­rın hiç­bi­ri ger­çek an­lam­da bir ba­şa­rı gös­te­re­me­di. Ba­tı ta­hak­kü­mü­ne kar­şı, ki isimleri Arap­ça olma­sı­na rağ­men ke­li­me­nin de­rin an­la­mıy­la “Ba­tı­lı” olan ve top­lu­mun elitle­ri sa­yı­lan züm­re­le­rin ta­hak­kü­mü de bu­na dâ­hil­dir- mü­ca­de­le et­mek için el­de bu­lu­nan ye­ga­ne araç ney­di? Ne kal­mış­tı ge­ri­ye? Din kal­mış­tı. Do­la­yı­sıy­la için­de bu­lun­duk­la­rı du­ru­mu aş­mak için di­re­niş ha­re­ket­le­ri özel­lik­le yir­min­ci yüz­yı­lın ba­şın­dan iti­ba­ren -as­lın­da Lib­ya’da­ki Ömer Muh­tar ha­re­ke­ti gi­bi da­ha er­ken ta­rih­li olan­lar da var­dı- İs­lam’dan fay­da­lan­ma­ya baş­la­dı­lar. Bu du­rum­da ta­bii ki İs­lam dün­ya­sı­nı terk et­mek ve di­re­niş ha­re­ket­le­ri­ne ye­nil­mek is­te­me­yen­ler için İs­lam şid­det­le öz­deş ha­le ge­li­yor­du.
Ma­ale­sef bu İs­lam’a kar­şı sü­rek­li kul­la­nı­lan çok güç­lü bir pro­pa­gan­da. Ör­ne­ğin Gaz­ze’de­ki son du­ru­mun içer­di­ği mu­az­zam şid­de­te ba­ka­lım. Siz hiç kim­se­nin Ya­hu­di şid­de­tin­den bah­set­ti­ği­ni ve­ya Ya­hu­di­li­ğin bir şid­det kay­na­ğı ola­rak tav­sif edil­di­ği­ni duy­du­nuz mu? Yan­lış an­la­şıl­ma­sın, be­nim Tan­rı’nın bir di­ni ola­rak Ya­hu­di­li­ğe (ve­ya ay­nı şe­kil­de Hı­ris­ti­yan­lı­ğa) say­gım var. Do­la­yı­sıy­la in­san­la­rın onu bu şe­kil­de tav­sif et­me­sin­den hoş­nut ol­maz­dım. Fa­kat İs­lam’ın şöy­le bir “im­ti­yaz”ı var: Hak­kın­da is­te­di­ği­niz her tür­lü olum­suz şe­yi söy­le­yip hiç­bir tep­ki gör­me­ye­ce­ği­niz dün­ya­da­ki tek din­dir İs­lam!
 
Gaz­ze’de­ki du­rum­dan söz açıl­mış­ken, Fi­lis­tin’de­ki ça­tış­ma­nın ta­rih­sel kö­ken­le­ri­ne bak­tı­ğı­mız­da gö­rü­yo­ruz ki bu prob­lem as­lın­da Os­man­lı İm­pa­ra­tor­lu­ğu’nun da­ğıl­ma­sıy­la ve İs­la­mi il­ke­le­rin so­mut te­za­hür­le­ri­nin ka­mu­sal alan­dan si­lin­me­siy­le or­ta­ya çık­tı. Siz bu so­ru­nun kay­na­ğın­da ne­yi gö­rü­yor­su­nuz?
Bu çok kar­ma­şık bir me­se­le. Kö­ke­nin­de mil­li­yet­çi­lik ile se­kü­ler­leş­ti­ril­miş bir di­nî ide­olo­ji­nin ev­li­li­ği ya­tı­yor as­lın­da. Si­yo­nist ide­olo­ji­nin ku­ru­cu­la­rı din­dar Ya­hu­di­ler de­ğil­di, se­kü­ler in­san­lar­dı. Zi­ra se­kü­ler Av­ru­pa kül­tü­rü­nün bi­rer ürü­nüy­dü­ler. Ay­rı­ca Do­ğu­lu Ya­hu­di­ler de de­ğil­ler­di; Al­man idi­ler, da­ha son­ra da İn­gi­liz. Bir ide­olo­ji­yi bir ül­ke top­ra­ğıy­la iliş­ki­len­dir­mek el­bet­te bir tür mil­li­yet­çi­lik­tir, ki bu da Ba­tı’da or­ta­ya çık­mış­tı. Bu du­ru­ma, Ya­hu­di­le­rin İkin­ci Dün­ya Sa­va­şı sı­ra­sın­da Al­man­la­rın elin­de ya­şa­dı­ğı bü­yük tra­je­di­yi de ek­le­mek ge­re­k. Böy­le­ce, bu­nun­la hiç­bir il­gi­si ol­ma­yan ve ta­ma­men ma­sum olan bir hal­kın, ya­ni Fi­lis­tin­li­le­rin, söz ko­nu­su tra­je­di­nin ce­re­me­si­ni çek­me­si için uy­gun or­tam ha­zır­lan­mış olu­yor­du.
Bu­gün hem Ame­ri­ka’da hem de İs­ra­il’de, 60 yıl son­ra bi­le Si­yo­nizm’i Ya­hu­di­lik­ten bir sap­ma ola­rak gö­ren çok sa­yı­da din­dar Ya­hu­di var. Ha­tır­lı­yo­rum, Fi­lis­tin’in bö­lün­me­sin­den ön­ce ben İran’da genç bir adam­dım ve bir­çok Ya­hu­di ar­ka­da­şım var­dı. Bu in­san­lar Me­sih’in ge­lip on­la­rı va­at edil­miş kut­sal top­rak­la­ra gö­tü­re­ce­ği­ne ina­nı­yor­lar­dı. Fi­lis­tin par­ça­lan­dı­ğın­da ise New York’ta bi­le bir du­var ya­zı­sı var­dı, “Ben-Gu­ri­on Me­sih de­ğil­dir” di­ye. El­bet­te bu ses­le­rin bü­yük ço­ğun­lu­ğu sus­tu­rul­du, ama bu­gün bi­le bu gö­rüş­ler ta­ma­men or­ta­dan kalk­mış de­ğil. Do­la­yı­sıy­la, Fi­lis­tin me­se­le­si çok kar­ma­şık bir me­se­le. Ne­ti­ce­de İs­ra­il’de ya­şa­yan Ya­hu­di­ler var; bun­lar da in­san ve ora­da ya­şa­ma­ya de­vam et­me­li­ler. Bu in­san­la­rın ha­yat­la­rı ve mal­la­rı gü­ven­ce al­tın­da ol­ma­lı. Ora­dan dı­şa­rı atıl­ma­la­rı söz ko­nu­su ola­maz. Ya­ni du­rum as­lın­da gö­rün­dü­ğün­den çok ka­rı­şık.
 
Bu so­ru­nun çö­zü­mün­de din na­sıl bir rol oy­na­ya­bi­lir?
Ben­de­niz ha­ya­tı­mı, dün­ya­ya an­lam­lı bir şe­kil­de ba­rış ge­le­cek­se bu­nun an­cak din­le­rin de­rin­le­me­si­ne in­ce­le­nip an­la­şıl­ma­sı yo­luy­la ola­ca­ğı bi­çi­min­de­ki gö­rü­şe ada­dım. Siz hem Tan­rı’ya kar­şı sa­va­şıp hem de dün­ya­ya ba­rış ge­ti­re­mez­si­niz, ki ma­ale­sef ço­ğu­muz bu­nu yap­ma­ya ça­lı­şı­yor. Ön­ce­lik­le in­sa­nın için­de bir ba­rış ger­çek­leş­me­li; bu da ila­hî ger­çek­lik­le ba­rış­mak­la müm­kün olur. Son­ra da din­ler ara­sın­da en de­rin an­la­mıy­la bir ba­rış te­sis edil­me­li. An­cak bu şe­kil­de­ Tan­rı’nın ya da di­nin ger­çek­li­ği­ni ka­bul et­mek is­te­me­yen ve yal­nız­ca pa­ra ve güç is­te­yen bir dün­ya dö­nüş­tü­rü­le­bi­lir; bu ba­rış böy­le bir dün­ya­ya nü­fuz ede­bi­lir.
 
Bil­di­ği­niz gi­bi, Tür­ki­ye bir sü­re­dir Av­ru­pa Bir­li­ği’ne tam üye ol­mak için ça­lı­şı­yor. Ba­zı­la­rı bu­nu Av­ru­pa’nın Hı­ris­ti­yan mi­ra­sı­na yö­ne­lik bir teh­dit ola­rak gö­rü­yor. Hı­ris­ti­yan­lı­ğın Ba­tı’da­ki du­ru­mu ne­dir şu an­da ve si­ze gö­re ge­nel­de İs­lam, özel­de ise Tür­ki­ye, Ba­tı’da di­nin ge­le­ce­ği ko­nu­sun­da na­sıl bir rol oy­na­ya­bi­lir?
Ön­ce­lik­le, keş­ke “Av­ru­pa hâ­lâ Hı­ris­ti­yan geç­mi­şi­ne sa­hip çı­ka­bil­sey­di” de­mek la­zım. Öy­le ol­say­dı, “Ki­li­se’nin ge­li­ni” olan Fran­sa’da hal­kı­n %11’den faz­la­sı bu­gün Pa­zar gün­le­ri ki­li­se­ye gi­di­yor olur­du. Ben Ka­to­lik­lik ve ge­le­nek­sel Hı­ris­ti­yan­lı­ğı des­tek­li­yo­rum, bu ko­nu­da çok­ça yaz­dım da. Da­ha birkaç ay ön­ce bir İs­la­mi de­le­gas­yo­nun üye­si ola­rak Va­ti­kan’da Pa­pa ile gö­rüş­tüm. İki din ara­sın­da­ki iliş­ki­le­ri ge­liş­tir­mek için sür­dü­rü­len ça­lış­ma­la­rın bir par­ça­sı­yım.
Fa­kat işin ger­çe­ği şu­dur ki, Av­ru­pa yüz­yıl­lar­ca ken­di Hı­ris­ti­yan kül­tü­rü­nü mar­ji­nal­leş­tir­mek için çok ça­lış­tı. Hı­ris­ti­yan­lı­ğa kar­şı ya­pı­lan sal­dı­rı­lar biz­zat Av­ru­pa’dan gel­di, Zim­babve’den de­ğil! Do­la­yı­sıy­la böy­le­si bir or­tam­da Hı­ris­ti­yan­lı­ğın mi­ra­sı el­bet­te Hin­dis­tan’da­ki Hin­du­izm mi­ra­sı ve­ya Sri Lan­ka’da­ki Bu­dizm mi­ra­sı gi­bi ol­ma­ya­cak­tır. Bu mi­ras, Hı­ris­ti­yan­lı­ğa kar­şı yüz­yıl­lar bo­yun­ca ya­pı­lan sal­dı­rı­lar ne­ti­ce­sin­de çok za­yıf­la­dı, ki bu sal­dı­rı­la­rı Mon­ta­ig­ne ve Bay­le gi­bi şüp­he­ci­ler­den Karl Marks gi­bi ate­ist dü­şü­nür­le­re ka­dar biz­zat Av­ru­pa­lı­lar ger­çek­leş­tir­di. Do­la­yı­sıy­la bu bir ger­çek­lik­tir.
Bu an­lam­da, Ka­to­lik Ki­li­se­si’nin Av­ru­pa’da Hı­ris­ti­yan­lık ge­le­ne­ği­ni can­lan­dır­ma te­şeb­büs­le­ri­ni olum­lu bu­lu­yo­rum. Keş­ke Av­ru­pa’da­ki bü­tün bi­na­lar Char­tres Ka­ted­ra­li gi­bi ol­sa... Keş­ke Av­ru­pa’da­ki şu mo­dern­leş­ti­ril­miş ber­bat kla­sik mü­zik ger­çek Jo­hann Se­bas­ti­an Bach gi­bi ol­sa. Ben bun­la­ra kar­şı de­ği­lim. Ben Ba­tı Av­ru­pa’yı iyi bi­len bir Müs­lü­man’ım ve bu­ra­nın kül­tü­rü­nün müm­kün ol­du­ğun­ca faz­la ya­şa­ma­sı­nı te­men­ni edi­yo­rum. Fa­kat bu ar­tık sa­de­ce bir ha­yal­den iba­ret.
Hı­ris­ti­yan­lı­ğı söz­de kul­la­nıp esa­sen se­kü­ler­leş­miş olan Av­ru­pa­lı güç­ler, ki ge­nel­de Ka­to­lik de­ğil­ler­dir, as­lın­da ke­ndi se­kü­lerlik­le­ri­ni kay­bet­mek­ten kor­ku­yor­lar.
 
 

Paylaş Tavsiye Et