Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2009) > Toplum > Biyopolitika ve kapitalizm
Toplum
Biyopolitika ve kapitalizm
Nazife Şişman
YILLARDIR seyrettiğimiz Hollywood filmleri, laboratuvarda üretilmiş virüslerle ilgili komplo teorilerine oldukça hazır hale getirdi zihinlerimizi. Tehlikenin virüsün kendisinden mi kaynaklandığı, yoksa “şüyuu vukuundan beter” fehvasınca bizzat yaydığı korkunun mu asıl tehlike olduğu meçhul. Son günlerde hepimizi teyakkuza geçiren H1N1 virüsü, daha bilindik adıyla domuz gribi için de aynı durum geçerli. Salgının aşının bulunmasından sonra gerçekleşmesi, ilaç sanayi ile virüs arasında gizli bir anlaşma olduğu hissine yol açtı. Bir taraftan bu “gizli anlaşma”, diğer taraftan seçkin bir grubun dışında sıradan halka yapılan aşıların toplu ölümlere yol açarak bir tür “öjeni”yi hedeflediği şayiası, hem tedirgin ediyor hem de bu kadar da olmaz hissine yol açarak inandırıcı gelmiyor.
Elbette komplo teorilerine teslim olmak, komplonun kendisinden daha zayıflatıcı bir işlev görür. Ama ilaç sanayinin gelişmesi, sağlık sektörü ve yeni küresel kapitalizm arasındaki ilişki düşünüldüğünde, sırf Wall Street’te değer arttırmak için virüs üretmenin de, belli bir virüsü savaş stratejisi olarak denemek üzere korkuyu besleyen bir söylence geliştirmenin de pek olağandışı bir durum olmadığı görülür.
İlaç endüstrisi de biyoteknoloji de çağdaş kapitalizmden ayrılması mümkün olmayan teşebbüs türleridir. Bu nedenle hem üretim, dağıtım ve ürün satışı boyutuna sahiptirler hem de Wall Street’te belirlenen spekülatif değere. Böyle olunca ekonomik krizler, krizlerden çıkış yöntemleri herhangi bir endüstride nasıl ortaya çıkarsa bu alanda da öyle karşımıza çıkıyor.
İlaç endüstrisinde 1930’larda yaşanan patlama, antibakteriyel sülfa ilaçların icadının bir sonucuydu. Bunu II. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle penisilinin endüstriyel düzeyde üretilmesi takip etti. Savaş esnasında penisilinin üretilmesi, ilaç icadı ile savunma ve güvenlik ilişkisinin önemini gözler önüne serdi. Tüberkülozun tedavisinde streptomicyn’in kullanımıyla kendisini gösteren doğal kimyasal üretim 1940’larda ve 1950’lerde hız kazandı. Biyokimyasalların kullanılmasının ise daha yakın bir tarihi var.
Genom projesi ve klonlama gibi konularla gündeme gelen ve daha ziyade 1970’lerden sonra faaliyete geçen genetik ve biyoteknolojik araştırma şirketlerine gelince, onlar da varlıklarını devam ettirmek, sermayelerini arttırmak için ilaç şirketlerinin desteğine muhtaçtırlar. Bu nedenle hangi araştırma alanlarına sermaye ayrılacağını belirleyenler büyük ölçüde ilaç şirketleridir. Yani bir virüsle ilgili araştırma yapılacak veya kamuoyu ile paylaşılacaksa, bunun onayını verecek olan ilaç şirketleridir. Kanserin tedavisinin bulunmasına rağmen pahalı ilaç tedavisinin devam edebilmesi için gizlendiği yolundaki haberler de böyle bir mantığa dayanmaktadır.
Aslında bioscience diye tanımlayabileceğimiz genetik araştırmalar, ilaç sanayi ve biyoteknoloji üçlüsünün hem nesnesi hem uygulama sahası, son otuz yıldır hızla değişiyor. Teknoloji ile bilimin bu yeni ortaklığı, hukukta kendisine alan açarken iktisadi pazarın yapısından da etkilendi. Spekülatif stratejiler ve pazarın küreselleşmesi başta olmak üzere geç kapitalizmin zemininde üretilip pazarlanıyor virüsler, aşılar, tanı ve tedavi yöntemleri vs. Bu nedenle insan hayatının temellerine dair bilgiler metalaştırılıyor, üzerinde nakit işlemi yapılabilecek bir analiz seviyesinden ele alınıyor. Yani sağlık, doğum ve ölüm gibi meseleler tamamen küresel iktisadi yapının dinamikleri olan büyük küresel şirketler tarafından yönetiliyor.
Bilindiği gibi 17. ve 18. yüzyıllarda bedenle ilgili iki düzenleyici teknoloji ortaya çıkmıştı. Birincisi devletin nüfusu gözetleme, kaydetme ve hapsetme yoluyla kontrol altında tutmasıydı. Foucault’ya göre bu disipline edici kontrol, insanı itaatkâr bir beden haline getirmek içindi. Beden üretken olmalıydı. Bu sebeple disiplin teknolojisi işyerlerinde, barakalarda, hapishanelerde, hastanelerde geliştirildi ve mükemmelleştirildi. İşte bu dönemde beden, yükselen ulus-devletin ihtiyaçlarına uygun şekilde sosyalleştirilmek üzere gözetleme nesnesi oldu.
İkinci düzenleyici teknoloji, birincisinin bir uzantısı olarak disipline edici gücün beden düzeyinden kitle kontrol teknolojilerine geçişi olarak görülebilecek bir gelişmeydi; doğum/doğurganlık oranları, üreme ve yaşama devlet tarafından kontrol edilmeye başlandı. Foucault bu teknolojiye “biyoiktidar” diyor. Disipline edici güçten farklı olarak biyoiktidar bireysel düzeyde değil, bir bütün olarak nüfus düzeyinde, insanı “tür” olarak muhatap alan bir düzeyde işlev görür. Biyoiktidar temelde “yaşatma” gücüdür: Yaşamı elden alan da, yaşamaya izin veren de iktidardır.
Foucault tarafından ortaya konulan biyopolitik kavramı, hayatı siyasi hesabın apaçık merkezi haline getirmektedir. Foucault’nun biyopolitik analizi, Avrupa’da mutlak monarşiden modern devlete geçiş çerçevesinde açıklayıcılığa sahiptir. Ki bu hükümet etmenin mantığında nüfusu saymak ve nüfusa “bakmak” merkezî bir yer tutar. Foucault bu ortaya çıkan yeni rasyonalitenin, hapishane ve klinik gibi kurumların; bu hesapların altını çizen bilgiyi üreten biyoloji, demografi, psikoloji ve ekonomi gibi disiplinlerin ortaya çıkışına paralel bir seyir izlediğini anlatır bütün çalışmalarında. Bu yönetsel mantığın sınırlarını belirleyen birim, ulus-devlettir.
Bugün artık küresel kapitalizmin ulus-devletlere ihtiyaç duymadığı, bu sebeple tüm dünyayı kendi istediği yapıda şekillendirdiği bir dönemi tecrübe ediyoruz. Bu nedenle biyopolitik düzenleme de bu yeni yönetimsel mantığa tabi. Nüfusu sayma, düzenleme, bedenleri hesap etme, kimin ölüp kimin yaşayacağına karar verme yeni bir yönetsel mantıkla ele alınıyor.
Foucault’nun biyopolitik ile asıl meselesi, devletin siyasi hesapları olan bir unsur olarak devrede olmasıydı ve onun bu mesele edinişi devletin, modernliğin tanımlayıcı ve otoriter bir kurumu olarak artan rolü ile uyumlu idi. Biz daha büyük yönetişimsel birlikteliklere doğru tarihi bir geçişin yaşandığı farklı bir dönemi tecrübe ediyoruz. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi organizasyonlarla hukuki standartlar belirleniyor; medyatik söylencelerle pazar oluşturuluyor; uluslararası tıp endüstrisi tarafından hastalıklar icat ediliyor; ilaç şirketleri bağışıklık sistemlerini çökertme pahasına “hastalar”ı kendine bağımlı hale getiriyor; bazıları fişe takılı “uzatmalı bir ölüm”ü yaşarken, bazılarının salgınlarla ölmesi hedefleniyor.
Tüm bunların uluslar-üstü düzeyde vuku bulması, devletin rolünün azaldığı anlamına gelmiyor, sadece devletin rolünün değiştiği bir durum söz konusu. Bir taraftan şirketler kendileri sorumluluk alıyorlar ve sağlık sigortası örneğinde olduğu gibi devletin rolü olan pek çok şeyi üstleniyorlar. Diğer taraftan devlet de aynen şirketler gibi bir takım yönetim stratejileri benimsiyor. “İnsan”ın ve ahlakın bu yönetim stratejilerinin neresinde kendine yer bulacağı ise önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen en önemli sorun.

Paylaş Tavsiye Et