Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Topluyorum > Kamusal kafes, küreselleşme, evrenselleşme
Topluyorum
Kamusal kafes, küreselleşme, evrenselleşme

 

Arkadaşlar, yazın rehaveti içinde yine bir topluYORUM’da bir aradayız. Bu sefer okuyucuyu da sıkmayacak daha hafif bir müzakere yapalım isterseniz.
Biz rehavete kapılmış olsak da gündem hiç öyle değil. Yani biz tartışmamızı hafifletsek bile gündemi hafifletemeyiz.
Bu ay neler var gündemde?
İçeride kamusal alan tartışmaları, ana muhalefetin durumu ve Kemal Derviş eksenli spekülasyonlar, Başbakanın yurt dışı gezileri ve AB’den tarih alınıp alınamayacağı tartışmaları; dışarıda Filistin, Irak, Sudan ve ekonomide artan dış açık ile İMF ile ilişkilerin nasıl seyredeceği...
Bir de tartışmayı hafif tutalım diyordunuz!
Arkadaşlar tren kazasını unutmayalım.
Evet bu vesileyle hayatını kaybedenler için rahmet, yaralılara şifa ve milletimize geçmiş olsun dileklerimizi zikredelim.
Arkadaşlar yalnız bu işte bir tuhaflık var. Bakın o kazadan sonra karayollarında iki büyük trafik kazası oldu ve tren kazasında kaybettiğimizden daha fazla can kaybettik ama kimse karayollarını, daha doğrusu taşımacılık politikamızdaki çarpıklığı tartışmadı. Tren kazası dolayısıyla basın yayın kuruluşları nedense demiryollarına saldırdı. Zaten demiryolu da, denizyolu da, havayolu da bizim otomotivci medyanın hoşuna gitmez.
Tamam da bu gerçek siyasi otorite ve bürokrasinin sorumluluğunu ortadan kaldırıp kazadan sonra sergiledikleri tavırlara haklılık kazandırmaz değil mi?
Suçlu siyasilerle bürokratlar mı? Kazayı makinistler yaptı. Rayları döşeyen de mühendisler. Her kazada böyle sorumlu aramaya kalkarsak sonu nereye varır? Evdeki su tesisatı bozulunca da Devlet Su İşleri’ni veya Sanayi Bakanlığı’nı mı sorumlu tutacağız?
Suçlu kim olursa olsun siyasî ve idarî sorumluluk vardır ve bu sorumluluğu taşıyanların sorumluluklarını üstlenip gereğini yapmaları gerekir. Ayrıca kazadan önce de bazı riskler olduğu biliniyormuş.
Tabii sorumlulukları tespit edelim, ama şunu da unutmayalım. Türkiye’de kamu yönetimine hakim olan zihniyet “hiçbir şey yapma, dolayısıyla sorumlu tutulma riskinden kurtul”dur. İş yapınca sorun çıkması her zaman ve her yerde söz konusu olabilir. Ama hiçbir şey yapmamanın maliyeti ihmal edilir, hesabı sorulmaz. İş yapanın vay haline.
Evet arkadaşlar buraya takılıp kalmayalım. Çok yoğun bir gündem var önümüzde. Nereden başlayalım?
Benim bir önerim var. Gündemleri nasılsa tartışıyoruz. Bu bahsedilen konular önümüzdeki aylarda da muhtemelen gündemimizde olacak. Biraz nostalji yapmaya ne dersiniz? Eski topluYORUM’lar gibi bu ay dosya konumuzu tartışalım. O da çok önemli bir konu biliyorsunuz; küreselleşme.
Bence iyi fikir, arkadaşlar da kabul ederse iyi olur. Zaten gündemimizdeki konuların hepsinin, kamusal alanın da, AB’nin de, Orta Doğu’nun da hatta ekonomik sıkıntıların da küreselleşme ile yakın ilişkisi var.
Kamusal alanın küreselleşme ile nasıl bir ilgisi var anlayamadım doğrusu.
İlgisi olmaz mı!.. Herşeyden önce bu kavram Batı’da sanayi toplumundaki dönüşümden, yani Avrupa burjuvazisinin tarihinden kaynaklanıyor. Ve küreselleşmenin, uluslararası hukuku, AİHM gibi kurumsal yapılar marifetiyle uluslarüstü otorite haline getirmesi, uluslararası anlaşmaların iç hukukun üstünde bağlayıcı metinler haline gelmesi yine küreselleşmenin bir sonucu.
Yalnız bizdeki kamusal alan, daha genel olarak da kamu, burada tanımlandığı gibi liberal inisiyatifin değil, devletin nesnesi ve resmî bir anlam taşıyor. Hatta bir köşe yazarı; “devletsiz kamusal alan yumurtasız omlete benzer” diyerek bu algıyı açıkça ortaya koydu.
Tanımlama benim değil, kavramı meşhur eden Habermas’ın; ama Türkiye’deki duruma ilişkin bu tespit doğru. Aslında Türkiye’nin Tanzimat’la beraber girdiği süreç, Habermas’ın kamusal alanın dönüşümünü açıklarken kullandığı çerçeveye bazı noktalarda çok uyumlu, ama bazı noktalarda ters.
Bunu biraz açar mısın?
Batıda aile ekonomisinden sanayi ve pazar ekonomisine geçişle birlikte kamusal alan dönüşüyor. Önceki düzende toplum, aileler ve cemaatler olarak yapılanmış. Devletin muhatabı bunlar ve aileyi aile reisi temsil ediyor. Sanayi toplumuna geçilince aile üretimi değil, bireysel üretim öne çıkıyor ve hukuksal vatandaşlık temelinde birey tanımlanıyor. Geleneksel sosyalleşme mekanizmaları çözülmeye uğradığından bireyler, herkese ait ortak alanlarda, kahvehanelerde, salonlarda, kulüplerde yeni bir sosyalleşme tarzı ürettiler. Habermas aydınlanma düşüncesine sadık kalarak bireylerin kendine özgü her türlü aidiyetten ve statüden arınarak ve kamusal alana soyut bir kimlikle çıktığını savunuyor. Tabii bunu bireylerin ve toplumun özgürleşmesi anlamında kullanmış. Türkiye’de ise resmî ideoloji ve merkeziyetçilik o kadar baskın ki liberal anlamda bir kamusal alandan bahsetmeye imkan yok. Olsa olsa bürokratik alan denilebilir.
1929’dan 1946’ya kadar Ankara Valiliği yapan Nevzat Tandoğan’ın “komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” sözünü hatırlayın. Kamusal alan açılması gerekiyorsa onu da sadece merkezin temsilcileri ve ancak gerektiği kadar açar! Bürokratik oligarşi herşeyi en iyi bilir; ama ne kendisi birşey yapar, ne de yapmak isteyene izin verir. Yetkiler daima merkezde toplanır, yerel yönetimlere asla dağıtılamaz. Modern anayasa anlayışında olduğu gibi sınırlamalar değil izinler istisna görüldüğü için her organın nelere yetkili olduğunun, neleri yapabileceğinin tek tek sayılması istenir. Belediye Kanunu’nun veto edilmesinin bir gerekçesi de buydu.
Kamusal alanda herkesin aynı görünülürlükte olması gerektiği iddia ediliyor. Bu traji-komik anlayış yüzünden bir çok insan mağdur oluyor. Tornadan çıkmış seri imalat ürünü gibi tek tip insan arzuluyorlar hâlâ. Ve bu dar kafalılık, bu düşünce sefaleti, güzelim ülkemizi adeta bir açık hava hapishanesi haline getiriyor maalesef.
Bir de şu problem var tabii; kamusal alanda normal görünülürlüğün kıstası ne? Yani örtülü olmak bir simgeyse, mefhumun muhalifine göre açık olmak da başka bir simge değil mi?
Ama o resmî ideolojinin benimsediği kadın özgürlüğünün simgesi.
Ben bu kamusal alan anlayışını çok mistik buluyorum. Teşbihte hata olmasın ama nasıl hac veya umre için niyet edince mikat yerlerinde ihrama girmek gerekiyorsa bu kamusal alan tanımında da herkes aynı görünmek zorunda. Tabii hacda manevi bir boyut var; inananlar arasında sosyoekonomik ve kültürel farklılıkları ortadan kaldırırken bir taraftan da kıyamet gününü ve mahşeri hatırlatan bir nüsuk, bir ritüel. Kamusal alanda herkesin aynı görüntüde olması da mantıksal pozitivizmin dayattığı modernizm dininin menasikinden herhalde!
Onuncu yıl marşı yakın bir dönemde çok popüler olmuştu hatırlarsınız. 1930’larda, mantıksal pozitivizmin tek hakikat olarak görüldüğü, üstelik Büyük Buhran ortamında en hafif ifadesiyle korporatist, hatta faşist versiyonunun İspanya’dan Almanya’ya bütün dünyada yaygınlık kazandığı bir dönemin esintilerini taşıyor. Devlete ait olarak görülen kamusal alanda hiçbir bireysel görüş ve farklılık ifadesine yer olmadığını da çok veciz bir biçimde ifade ediyor: “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.”
Peki dünyaya uymama yönünde bu irade, küreselleşen dünyada ne kadar mümkün? Uluslararası entegrasyon da adeta küresel ölçekte bir kamusal alan gibi farklılıklara, özel durumlara izin vermiyor. Bu ayak sürümeler, bu dirençler devam edebilecek mi?
İsterseniz buradan küreselleşmeye geçelim o zaman.
Ama “Derin Anlayış”ımıza uygun gidelim. Gördüğüm kadarıyla küreselleşme ile ilgili önemli tartışmalardan biri, bunun yeni bir olgu mu yoksa tarihte daha önce de benzerleri yaşanmış bir durum mu olduğu. Ne dersiniz? Tarihte küreselleşmeler var mı?
Tabii ki var. Küreselleşmeye benzeyen üç önemli örnek var. Büyük İskender, Roma ve İslam medeniyeti.
Ama bunların hiçbiri yerkürenin tamamını içermiyor ki… Nasıl küreselleşme denilebilir?
Pekala denir. İskender fütuhatını yaparken bizim bugün sahip olduğumuz coğrafya bilgisine, dolayısıyla da bizim kavradığımız şekliyle bir dünya fikrine sahip değildi. Belki de o dönem açısından İskender devletinin hükümranlık kurduğu alan da “bütün dünya” olarak düşünülmeli.
Peki her büyük imparatorluğu küreselleşme mi kabul edeceğiz bu durumda?
Hayır, üç temel kıstas var. Küresel diye adlandırabilmek için kozmopolit bir kültür yapılanması olmalı; o dönemde var olan bütün kültürel unsurları bünyesinde barındırmalı. Sonra temel ekonomik akışı ve ekonominin can damarı olan şehirleri kontrol edebilme kabiliyeti olmalı. Bir de siyasal anlamda merkezden çevreye doğru yayılan siyasal otoritenin varlığı ve çevrenin merkezdeki insan unsuru tarafından yönetilebilir olması gerekiyor. Sınırlı küreselleşme diyebiliriz buna. Bence Büyük İskender ilk örnektir. Roma ve İslam medeniyeti de bu bağlamda sayılabilir. İskender şehirleri, Roma şehirleri ve İslam şehirleri hem bir standardizasyon içerir -ki bu bugün bile küreselleşmenin ayırt edici özelliğidir- hem de siyasal denetimi sağlar.
Herhalde en küresel olan İslam medeniyeti olsa gerek. Fas’tan Çin’e, Orta Afrika’dan, Kazan steplerine, Balkanlar’dan Endonezya’ya kadar bir alanda ortak bir iletişim dili, ortak bir kültür, mal ve insan hareketliliği sağlanmış.
Peki modern küreselleşme ile kadîm küreselleşmeler arasında fark var mı?
Aslında yakın zamana kadar küreselleşme değil, evrenselleşmeden bahsedilirdi. Büyük düşünceler, ideolojiler için yerküre dar geliyordu. Küreselleşme 1990’lı yıllardan sonra kullanıldığı anlamla daralmayı ve sathileşmeyi ifade ediyor. Evrensel nitelemesi, zamanı ve uzayı da kavrayan, bütün boyutları içeren ve felsefi olarak herkesi kuşatan bir anlam taşır. Küreselleşme ise sadece yatay bir genişlemedir. Teknolojinin ve iletişimin yaygınlaşması, üretim kalıplarının benzeşmesi kürenin yüzü ile, sathı ile ilgilidir. Modern küreselleşmede kadîm küreselleşmelerde sorulan soruları görmüyoruz. Felsefî meselelerin yerini ekonomi ve teknoloji aldı. Modern dönemde küreselleşme ‘küre’nin bütününü kapsıyor ama aslında daha daralmış, büzüşmüş halde.
Haklısın; aslında bugünkü küreselleşmenin ‘küre’nin bütününü kapsadığı da doğru değil. Kapitalist üretim alanı ve tüketim pazarı olması bakımından kapitalist dünya ekonomisinin dışında hiçbir yer bırakmamak istendiği kesin. Ama yine de küreselleşen bütün insanlık değil sadece seçkin bir azınlık. İnternet üzerinden yeni bir ağ toplumu doğmuş olabilir; ama bir milyar insan ömründe bir kere bile telefonun çevir sesini duymamış durumda hâlâ. Küreselleştirilen değerler dünyanın tamamına ait değil; sadece merkezin değerleri tek taraflı olarak dayatılıyor.
Bunlar çok iddialı görüşler. Geçmişteki örneklerde de siyasî olarak baskın bir azınlığın dünyaya hakim olma hırsı yok mu? İskender ve beraberindekiler, Atina’da doğan bir düşüncenin temsilciliğini yapma aşkıyla mı yoksa servet ve iktidar hırsıyla mı Hindistan’a kadar gittiler?
İskender sadece servet veya dünyevî iktidar peşinde koşan bir maceracı değildi. Tarih içinde kalıcı olabilmek, insanlık birikimine katkı yapmış olmanın ve bu anlamda medeniyet çerçevesinden başarılı olmanın kriteridir. İskender’in kurduğu bütün şehirler varlıklarını sürdürebilmiştir. İskenderiye’nin bunca yüzyıl var olabilmesi ve buradan felsefe ekollerinin doğması bile bunun göstergesidir. Tabii ki askerî ve siyasal bir başarı da söz konusu; ama sadece bunlarla sınırlı kalmadığı için bugün İskender’in gerçekleştirdiğini küreselleşme olarak görebiliyoruz. Persler de çok çarpıcı zaferler kazandı; bütün İyonya’yı ve Mezopotomya’yı ele geçirdi. Ama Perslerin kurduğu şehirler böyle kalıcı olmadı. Roma İmparatorluğu bile İskender’in kurduğu şehirlere dayanarak siyasal otoritesini ve medeniyetini kurmuştur.
Büyük ölçekli ekonomik ve siyasal birimlerin, sınırlı da olsa küresel diyebileceğimiz oluşumların ortaya çıkmasının iki-üç yüzyıl öncesinde önemli felsefî açılımlar yaşandı. İskender kendisi bu açılımın merkezinde yer alan bir aktör olmasa bile onun hemen öncesinde yaşanan gelişmeler, ortaya çıkan sorular İskender’in ufku zorlamasını gerekli kılıyordu. M.Ö. VI ve V. yüzyıllar gerçekten dikkat çekicidir. Bu dönemde bütün dünyada bir hareketlilik yaşandı. Yunan felsefesinde Sokrat ve Eflatun’la en üst düzeye varan felsefî canlanma, İran’da Zerdüşt hareketi, Babil sürgününe uğrayan Yahudilerin yaşadığı düşünsel dönüşüm ve Üzeyir (Ezra) tarafından Tevrat’ın yeniden yazılması, Buda, Konfüçyüs… İskender’in küresel devletine bu birikim yol açmıştır.
O zaman modern küreselleşmenin öncesinde de Rönesans ve aydınlanma felsefesinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu küreselleşme de felsefî temelden yoksun değil.
Belki 1980’lere kadar olan süreçle sonrasını ayrıştırmak gerekir. Son döneme kadar zaten ideolojiler de etkilerini sürdürüyordu ve evrensel iddialar vardı. Pragmatizm son 25 yılda hakim oldu.
Mukayeseli bir analiz yaparsak daha iyi anlayabiliriz belki. Atina şehir devletinden İskender İmparatorluğu’na geçiş felsefî bunalımlara ve gerilimlere yol açtı. Atina organik ve yerel bir yapıydı. Onun düşünsel anlamda ürünü olan İskender İmparatorluğu ise mekanik ve küresel bir yapı oldu. Bu gerilimden üç tepki doğdu; stoik, sinik ve epiküryen felsefeler. Stoik tepki, “Atina şehir devletinin kendisi için ürettiği ve doğru olarak tanımladığı üst yapıdan hareketle İskender’in büyük imparatorluğunun içi doldurulabilir mi?” sorusuna cevap aradı. Yerel ve organik bir örnekten hareketle küresel ve mekanik bir düzen kurmayı, bu örneği evrenselleştirmeyi hedefledi. Sinikler, bu değişimi kendi varoluşlarına bir tehdit olarak algılayarak içe kapanmayı tercih etti. “Büyük iddialar, evrensel sorular, küresel siyasî yapılar bizi ilgilendirmez, gölge etme başka ihsan istemem” diyordu. Epiküryen tepki ise sorun ne olursa olsun olup-biteni olduğu gibi kabullenip faydayı en üst düzeye çıkarmayı hedefledi. Modern küreselleşmede de ulus-devletten tek bir küreselleşmiş dünya fikrine geçilirken aynı tepkilerin benzerlerini görebiliriz. Stoik tepki, tarihin sonu ve yeni dünya düzeni iddialarıdır. Sinik tepkinin seküler ve dinî versiyonları vardır. Seküler olan post-modernizmdir. Klasik sinikler gibi büyük soruları ve evrensel iddiaları anlamsız görür. Mutlaklık yoktur, her şey bireyin içindedir ve bireye göre anlam kazanır. Dinî tepki, bütün farklılıklarıyla insanlığın tamamını kuşatamayacak kadar sekter, dolayısıyla da -aksini savunsa da- dünyanın bütününe yönelik iddiaları olamayan, yerel ölçekte direnmeye çalışan ve kendi içinde küçük dinî yapılarda varlığını sürdürebilen fundamentalizmdir. Tüketim çılgınlığı, kapitalist düzen ve Amerikan hayat tarzı da epiküryen tepkidir.
Bu konuştuğumuz çerçevede ifade edecek olursak; küresellik karşısında evrenselliği, evrensel soruları gündeme getirerek tepki göstermeliyiz herhalde. Evrensel değerlere dayanan bir cevap üretmeli, yerel dinamiklerden kopmamalı, ama kendi içimize kapanarak dünyanın bugünkü gerçekliğinden de uzaklaşmamalıyız.
Küreselleşme iki yönlü bir süreçtir ve mutlaka etkileşim olur. İskender’in açılımında siyasal yapının dayandığı felsefî iddialar Doğu dünyasını, özellikle de İran ve Mısır’ı etkiledi; fakat iki-üç yüzyıl sonra Doğu’dan yükselen Hıristiyanlık Batı’da oluşan felsefî düşünceyi etkilemeye başladı ve bu ikisinin sentezinden daha büyük bir yapı olan Roma doğdu. Birkaç yüzyıldır Batı bütün Doğu dünyasını etkiledi, hatta ezdi. Fakat son dönemde ters yönlü bir etkileşim başladı. Batı’nın Doğu’ya yayılması olan sömürgeciliğin karşı tepkisi oluştu. İlk tepkiler Batının formları içindeydi; sadece bazı yerel unsurlar enjekte edilmişti. Örneğin Mao, Batı düşüncesi olan Marksizm’in ağırlıkta olduğu ve esası belirlediği, Çin geleneğinin ve Konfüçyanizmin ise sadece esintilerinin hissedildiği bir tepkiydi. Ama zamanla özgün düşüncelerin esası belirlediği tepkiler üretilebiliyor ve ters yönlü etkileşim başlıyor.
Ben de bir misal vereyim. İskender Hindistan’a girinceye kadar Buda’nın hiçbir tasviri yok. İlk tasvirler İskender sonrasında paraların üzerinde görülüyor ve bir Hintliye değil daha çok Zeus’a benziyor. Bu Yunan felsefî varlığının Hind’e etkisi olarak görülebilir. Yine Aristo’nun öğrencisi İskender’in kurduğu İskenderiye’de Neoplatonizm düşüncesi gelişiyor. Ama birkaç yüzyıl sonra bu kez İskenderiye Batı’yı etkilemeye başlıyor. Tıpkı bunun gibi modernite de artık materyalist bir özde devam edemeyecek ve bence çok daha eklektik yapılar ortaya çıkacak. Hint düşüncesinin Batıda büyük bir hızla yayıldığını, meditasyon, yoga gibi mistik unsurların gündelik hayata nüfuz ettiğini görüyoruz.
Doğru ama bugün Batı’daki uygulamasıyla meditasyon, yoga gerçeği arayış değil iş hayatında verimliliği artırmanın bir yolu. Metalaşma söz konusu. Ancak metalaştırılabilen unsurlar alınıyor; yoksa topyekûn bir etkileme söz konusu değil.
Ayrıca küresel düzenin merkezinin maddî gücü, enformasyon gücü ve değerlerini nasıl yaygınlaştırdığı ortada. Sel gibi önüne çıkan herşeyi altına alıp eziyor. Gerçekçi olmak gerekirse bu süreci kısa dönemde tersine çevirmek zor değil mi?
Ben öyle düşünmüyorum. Sorular doğruysa ve insanın var oluşunu etkileyen sorularsa hiçbir pragmatizmin kurbanı olmaz. Kendini pragmatik olarak kullanmak isteyenleri de kendi tesiri altına alır. “İnsanlığın son 150 yıla gelinceye kadar ürettiği sorular, insanın var oluşuna dayanan evrensel sorular değil, konjonktürün oluşturduğu sorulardı, şimdi bu sorular gündeme gelemez” demek doğru değil. Küreselleşmenin bugünkü maddî ağırlığının benzerini, Roma’da görmek mümkündü. O zaman da ‘artık bu yapıda bir İsa üretmek mümkün değil’ diye düşünülebilirdi. Roma’yı çökerten tek başına İsa oldu halbuki. Romalılar evrensel sorularla ilgilenmediler, küreyi kontrol etmek istediler. Roma bugünkü küreselleşmeye daha çok benziyor.
Şöyle bir kuramsal çerçeve oturtabiliriz belki. Düşünce Yunan’da doğdu, İskender çevre durumundaki bir hükümdardı, siyasî yapı olarak bunu evrensel bir imparatorluk boyutuna taşıdı. O yapının da çevresindeki bir unsur olan Roma, İskender’in mirasını aldı ve maddî olarak daha ihtişamlı ama sathî, mekanik bir anlayışla küresel bir imparatorluğa dönüştürdü ve çöktü. Batı’da düşünce Rönesans’la o zaman için merkez olan Güney Avrupa’da doğdu. Çevresel unsurlar olan İspanya ve İngiltere bunu evrensel bir imparatorluk düzeyine taşıdı. Sömürgeciliğin ilk dönemlerinde bir misyonerlik ruhu vardı ve aydınlanma düşüncesini bütün dünyaya yayma misyonu ile hareket ediliyordu. Bugün ise Batının çevresi sayılabilecek ABD, bu birikimden küresel bir imparatorluk kurmaya çalışıyor.
Desene ABD’nin suyu ısındı!...
Roma-ABD benzerliğini tespit etmemiz ilginç oldu. Gerçekten de Roma düzeni ekonomi-politik bir düzen. Hukuk formel, düşünce mekanik ve düzen anlayışı pragmatik. ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar’ denmiş. Çünkü bütün kaynakların Roma’ya akması gerekiyor. ABD’de de böyle. ABD imparatorluğunda ‘değerlerimi dünyaya aktarmalıyım’ anlayışı değil, ‘çökmemek için ekonomiyi kontrol etmeliyim’ anlayışı belirleyici.
İsterseniz bize gelelim. Biz bu sürecin neresinde duruyoruz? Neler yapabiliriz?
Küreselleşmeyi felsefî anlamda evrenselleşmeye dönüştürebilecek, mevcut küreselleşmenin ekonomi-politik temellerini de sarsabilecek potansiyel, İslam dünyasında var. Bu yüzden de tehdit olarak algılanabiliyor. ‘Şehirlerin kalıcılığı önemli’ demiştik. İslam medeniyetinin şehirleri bugün bile, modernizmin çözücülüğüne rağmen hâlâ ayakta ve varlığını sürdürüyor. Üstelik İslam medeniyeti İskender, Roma veya modern küreselleşmenin aksine konsolidasyonunu 200-300 yılda değil sadece 20-30 yıl içinde tamamladı. Zihinsel değişimin bir yüzyıl sonrasında İran, Hint, Mısır, Doğu Akdeniz, Afrika, Bizans havzalarına nüfuz etmişti.Gerçek manasıyla küresel ölçekte bütün renkleri, ırkları ve kültürleri İslam dünyasında görmek mümkündür. Mesela Londra’da bir camiye giderseniz bunu açıkça görürsünüz. Siyah, beyaz, hatta sarı; Asyalı, Afrikalı, Uzakdoğulu, Avrupalı bütün insan topluluklarından temsilciler vardır. Halbuki hiçbir kilisede veya Budist tapınağında böyle bir çeşitlilik yoktur. Bu İslam dünyasının demografik anlamda evrensel niteliğini ortaya koyar. Ayrıca İslam şehirleri dışında hiçbir şehir kadîm medeniyetleri içinde barındırmaz, çok kültürlü değildir. Pekin çok belirgin olarak bir Çin şehri, Londra bir İngiliz şehridir. Bugün Batı şehirlerinde insan unsuru bakımından çeşitlilik söz konusu olsa bile şehirlerin dokusu ve silueti çok kültürlü değildir. Halbuki İslam dünyasındaki şehirlerde hem kadîm medeniyetlerin izlerini görürsünüz, hem de şehir bizatihi farklı inançları ve kültürleri dokusunda barındırır. Buhara da, Saraybosna da, Kahire de, Marakeş de, İstanbul da, Bağdat da böyledir. Bu ise İslam dünyasının kültürel anlamda evrenselliğidir. Ticaret yolları, enerji kaynakları, dinamik insan gücü İslam dünyasındadır. Yani ekonomi-politik bakımından da merkezdedir.
Eğer Atina ile Makedonya örneğini esas alırsak, Avrupa yaşlanan ve gücünü kaybetmeye başlayan bir varlık haline geldiyse çevresel güçler onu dönüştürecek demektir. Türkiye bu noktada nasıl bir rol oynayabilir?
Geçmişteki evrensel nitelikli küreselleşmenin son temsilcisi Osmanlı’nın merkezini Türkiye temsil ediyor. Ekonomik, politik, insan unsuru ve kültürel açılardan İslam dünyası üzerinde de etki sahibi. Dolayısıyla Türkiye’nin tercihleri bundan sonra küreselleşmenin ne yönde seyredeceği üzerinde belirleyici olacak.
Çok iddialı olmadı mı?
Hayır. Ama kritik iki nokta var; Türkiye’nin tercihi ve özgüveni meseleleri. AB’ye üyeliği ‘olmak ya da olmamak’ meselesi olarak algılayanlar var ki bu çok yanlış. Türkiye stratejik, kültürel ve ekonomi-politik tercih açısından tek eksene dayalı bir politika izleyemez. Türkiye’nin AB ile ilişkilerini nasıl algıladığı önemli. Kendisini ‘merkezî bir unsura eklemlenen çevresel bir aktör’ olarak görürse bu sürece katkıda bulunması mümkün değil. AB ile Asya’nın, AB ile Orta Doğu’nun hatta AB ile ABD’nin ve Rusya’nın ilişkileri içinde kendine merkezî bir konum biçer, hatta AB’yi çevresel olarak gören bir bakış geliştirebilirse o zaman bu öngörülerimiz gerçekleşebilir. Ve bu, Türkiye’ye de güç katar; zira Türkiye, Avrupa parametrelerinin dışında kalamaz. AB, Türkiye’ye muhtaçtır. Büyük İskender’den beri Avrupalı bir gücün küresel bir güç olabilmesinin üç şartı vardır. Yakın bölgesindeki sorunlarda hakem rolü üstlenip sorunları çözebilmek, Asya ile stratejik bağlantı sağlayabilmek ve çok kültürlü bir yapıya kavuşmak. Bunların her üçünün anahtarı da Türkiye. Avrupalıları telaşlandıran da Türkiye’ye muhtaç olduklarını fark etmeleri diye düşünüyorum.
Konunun bir de İslam dünyasını ilgilendiren boyutu var. İslam dünyası açısından bakıldığında mevcut küreselleşmeye kendisinin alternatif olabileceğine yönelik bir ümit taşıdığı görülüyor ama bu soyut bir ümit, bir hayal. Türkiye’nin AB ile ilişkisi İslam dünyasının iddialarında ne ölçüde samimi ve başarılı olduğunu, alternatif olma iddiasının sadece bir hayalden ibaret olup olmadığını ortaya koyacak. AB’ye eşit şartlarda giren bir Müslüman ülkenin varlığı bu bakımdan çok önemli; çünkü modern dönemde ilk defa İslam dünyasından bir aktör dünya sisteminin merkez unsurları arasına giriyor. Bu İslam dünyasının en çok ihtiyaç duyduğu şeyi, özgüveni sağlayacak.
AB’ye giren Türkiye’nin İslam dünyası açısından yabancılaşmış görülmesi riski yok mu?
Bu bakış tipik bir sinik tepki işte. İslam dünyası modernleşmeye ve küreselleşmeye yıllardır hep sinik tepki vermekten bunaldı. Açılım sağlayabilmek için stoik bir tepki vermek, kendi düzenini ortaya koymak zorunda. Türkiye’nin AB ile ortaklık ve dahası bir yüzleşme içine girmesi, bence ilişkinin bizatihi kendisinden çok bu ilişkiye bakış tarzı, psikolojisi ve yönetilmesi bakımından önem taşıyor. İlişkinin bizatihi kendisi değerli veya değersiz değil; ilişkinin nasıl tanımlandığına, ilişkiye nasıl bakıldığına ve ilişkinin nasıl yönetildiğine bağlı olarak değer kazanır.
Tartışmayı hafif tutalım dediniz ama son ayların en ağır topluYORUM’u oldu. Allah okuyacak olanlara yardım etsin.
Son söz olarak, ‘küreselleşen dünyada İslam dünyası ve Türkiye için artık hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır ve o satıh kürenin tamamıdır’ diyelim o zaman. Hepinize teşekkürler.

Paylaş Tavsiye Et