Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2010) > Topluyorum > Van Minut: Türkiye İsrail'e mahkum değil!
Topluyorum
Van Minut: Türkiye İsrail'e mahkum değil!

 

Bir ayın daha sonuna geldik. Bu akşamki toplantımızı Davos olayı ile başlatalım, derim. Malum, geçen ayki toplantımızdan sonra gerçekleştiği için, Davos’u bu masada değerlendirme imkanımız olmadı maalesef. Ayrıca Davos’un yankıları ve devamı niteliğindeki gelişmeler, Şubat ayında da sürdü. Dolayısıyla, bugünkü ana gündem maddemiz bu olmalı. Ne dersiniz?
Bence mahzuru yok. Ancak biliyorsunuz, ülke olarak seçim sathı mailine girmiş bulunuyoruz. Her gün yeni bir yolsuzluk dosyası ya da bir skandal düşüyor gündeme. Siyasetin böyle çirkinleşmesi bu akşam konuşacağımız meseleler arasında yer almalı mutlaka.
Geçenlerde bir gazetede gördüm; 2009 yılı, doğumunun iki yüzüncü yıldönümü olması nedeniyle, Darwin yılı ilan edilmiş. Doğrusu Darwin ve evrim teorisi konusunda kafam biraz karışık. Aranızda bu işlerden anlayan var mı? Beni bu konuda biraz aydınlatsanız.
Roma Katolik Kilisesi de bu ay bir sürpriz yaparak evrim teorisinin Katolik dinî inancıyla çelişmediğini açıkladı. Vatikanlı bazı yetkililer, evrimin ve yaratılışın aynı olgunun iki farklı tasviri olarak görülebileceğini söylüyor. Mart’ın ilk haftasında da Roma’da “Biyolojik Evrim: Olaylar ve Teoriler” konulu bir konferans yapılacakmış. Muhtemelen bu konferansla Kilise, evrim teorisine bakışını yumuşatacak. Konferansın adından da anlaşıldığı gibi, evrim teorisinin bilimsel ve olgusal yönü teolojik ve ideolojik yönünden keskin çizgilerle ayrıştırılacak gibi görünüyor.
Bu akşam vaktimiz kalır mı, bilemiyorum. Ama hatırlattığınız iyi oldu. Çünkü bu konu, çağdaş düşünce üzerinde çok etkili olmasına rağmen, maalesef ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir yerinde önyargılardan arınmış olarak konuşulamıyor. Dolayısıyla da evrim teorisi tartışmaları bir körler ve sağırlar diyaloguna dönüşüyor. Gündemin nispeten sakin olduğu bir toplantımızda, evrim meselesini ana gündem maddemiz yaparız inşallah.
Bu demek oluyor ki, burada asla evrim teorisini konuşamayacağız. Çünkü gündemimizin sakin olduğu bir ay hatırlamıyorum ben.
Şubat ayında Ergenekon dosyasında da ilginç gelişmeler yaşandı. Mesela, Üzeyir Garih cinayeti de Ergenekon ile ilintiliymiş. Olayı üstlenen kişi meğerse gerçek katil değilmiş. Garih aslında, Kurtlar Vadisi’ndeki gibi bir tapınakta öldürülmüş. Bir de, Veli Küçük ile diğer paşalar, yani Karadayı, Tolon ve Eruygur birbirine düşmüş. Veli Küçük, Tolon ve Eruygur’un tahliyesinden sonra kendisinin harcandığını ve gözden çıkarıldığını düşünmeye başlamış. Karadayı ve Tolon ile ilgili bant kayıtlarının medyaya sızdırılması da bu iç çekişme ile alakalıymış.
Eee, anlat hele, daha daha neler olmuş? Yahu dedikodu mu yapıyorsun yoksa Türkiye tarihinin en büyük davasından mı bahsediyorsun?
Evet, gelelim Davos meselesine. Kayıtlara geçmesi açısından kısaca hatırlatayım izin verirseniz. İsrail’in 2008 yılının Aralık ayında başlattığı ve 22 gün süren Gazze saldırısına dünyada en sert tepki Başbakan Erdoğan’dan gelmişti. Ateşkesten sonra da Erdoğan’ın İsrail’e yönelik eleştirileri hız kesmeden devam etti. İşte böyle bir zamanda gerçekleştirilen Davos Zirvesi’nde Başbakan Erdoğan’ın, İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun’un ve Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın katıldığı, yöneticiliğini de Washington Post’un meşhur dış politika yazarlarından David Ignatius’un yaptığı bir açık oturum tertip edildi. Gergin geçen toplantıda Erdoğan ile Peres arasında sert bir tartışma yaşandı. Erdoğan’ı hedef alarak, tahrik edici bir üslupla ve yüksek ses tonuyla konuşan Peres’e Erdoğan’ın cevabı da sert oldu.
Bence olan Ignatius’a oldu. “Van minut”un Türkçede ne anlama geldiğini bilmesi elbette düşünülemezdi. Allah’tan verilmiş sadakası varmış da Tayyip Bey “Van sekınd” dememiş.
İyi de canım, o da konuşma sürelerini adaletli dağıtsaymış. Neyse, neticede Erdoğan toplantıyı terk etti. Erdoğan’ın Peres’e bu sert çıkışı ve toplantıyı terk edişi bütün dünyada ve Türkiye’de şok etkisi yarattı. Tayyip Bey’i alkışlayanlar da oldu, suçlayanlar da. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu zaman gösterecektir elbette. Ama ben sizin kanaatinizi öğrenmek istiyorum. Başbakan’ın bu çıkışı ne anlama geliyor? Bunun ne tür sonuçları olabilir?
Bence önce şunu tespit etmeliyiz ki, Davos olayının hemen ertesinde felaket tellallığı yapanların, Türkiye’nin uluslararası arenada işinin bittiğini iddia edenlerin, Tayyip Erdoğan’ı üçüncü dünyalılıkla suçlayanların açıkça yanıldıkları belli oldu. Daha o gece Peres, Erdoğan’ı arayarak yaşananlardan duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Bu telefon bir nevi özür niteliğindeydi.
Sen “özür” diyorsun, ama Türkiye’deki bazı yazarlar bu telefonun bir özür olmadığını ısrarla savunmaya çalıştılar.
Onlar Peres’in özür dilemesinden memnun olurlar mıydı acaba? Hiç zannetmiyorum. Çünkü onların derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.
Davos olayı Türkiye’ye bir de yıldız kazandırdı; Kadri Gürsel. Ben bu arkadaşı daha önce hiç fark etmemiştim. Meğer Milliyet’in dış haberler editörü imiş. Davos’u takip eden birkaç gün TV’de hangi kanalı açsam Kadri Bey oradaydı ve Türk dış politikasını yerden yere vuran, Tayyip Erdoğan’a hakarete varan ağır yorumlar yapıyordu.
Ama galiba Kadri Bey’in yıldızlığı da saman alevi gibiydi. O birkaç günden sonra Gürsel’i ortada gören olmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse ben Milliyet’te okuduğum bir yazısından hareketle Kadri Gürsel’i ciddi bir gözlemci zannetmiştim. Ama Davos münasebetiyle yaptığı yorumları görünce ideolojik saplantısının kesinlikle aklının ve bilgisinin önüne geçtiğini anladım. Herkes her şeyi eleştirebilir. Dış politikada da, Tayyip Bey’in tavırlarında da hatalar olabilir. Ancak bu kadar ağır bir üslupla ve son beş yılda atılan dev adımları da görmezden gelerek, dış politikadaki yönelimleri bir felaketmiş gibi sunmak, tüm dünyada uyandırdığı infiale rağmen Gazze meselesinde İsrail’in ağzıyla konuşmak, hatta Amerikalılardan daha fazla Amerikancı olmak bence ancak bir ideolojik saplantı ile açıklanabilir.
Araya Kadri Gürsel meselesi girdi, benim kurgum bozuldu. Erdoğan’ın Davos’taki çıkışı nedeniyle Türkiye’nin yalnızlığa itilmediğini, tam aksine Türkiye’nin uluslararası arenadaki etkinliğinin arttığını ve imajının daha da güçlendiğini söylüyordum. Bunun için de olayın hemen akabinde Peres’in, kim ne derse desin, özür niteliğindeki telefonundan bahsetmiştim. Neyse, Peres’in telefonundan birkaç gün sonra BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun Başbakan’ı aradı ve Türkiye’nin bölgedeki barışa katkısını övdü ve gelecekte de bu konuda Türkiye’ye güvendiklerini söyledi. AB, Davos olayının Türkiye ile arasındaki ilişkiyi zedelemeyeceğini açıkladı. Görevi devraldıktan sonra Obama, hem Gül’ü hem de Erdoğan’ı telefonla aradı ve dostluk mesajları verdi. Sonra Abdullah Gül’ün Rusya, Suudi Arabistan, Kenya ve Tanzanya gezileri oldu. Rusya ile bir dizi mühim anlaşma imzalandı. Suudi Arabistan’da Gül’e “ağır misafir” muamelesi yapıldı. Bu arada Türkiye’nin Ortadoğu’daki taraflarla temasları sekteye uğramadan devam etti. Hasılı kelam, hiç de öyle felaket tellallarının iddia ettiği gibi Türkiye uluslararası arenada yalnız kalmadı.
Bu söylediklerin, Tayyip Bey’in Davos çıkışının diplomatik düzeydeki yankılarına ilişkin. Hükümetlerin yanı sıra bir de sokaklar var. Halkın Tayyip Erdoğan’a teveccühü olağanüstü. Bakın ben, Gül’ün Suudi Arabistan ziyaretinde ona eşlik eden işadamları ekibinin içindeydim. Cidde’de bir camide cuma namazı kıldım. Hutbenin sonunda imam, mutat olduğu üzere, Suud Kralı için dua etti. Ardından da “Allah Recep Tayyip Erdoğan’a hayırlı uzun ömürler versin” dedi. Doğrusu ben şok oldum. Düşünebiliyor musunuz, Suudi Arabistan gibi bir ülkede, Cidde’nin sıradan bir camisinde cuma hutbesinin sonunda imam, Kral ile birlikte, Tayyip Erdoğan’a da dua ediyor.
“Public diplomacy / kamu diplomasisi” denilen şey bu olsa gerek. Yani, hükümetlerin menfaat temelli işbirliğini sağlamanın yanı sıra, hatta ondan da öte, halkların gönlünü kazanmak. Tayyip Erdoğan’ın kamu diplomasisinin şahı olduğundan hiç şüphem yok.
Arkadaşlar, nalına vururken, mıhını ihmal etmeyin. Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki tavrının bir maliyetinin olmayacağını da düşünmemeliyiz. Biliyorsunuz, dünyanın en güçlü baskı grubu Yahudi lobisi ve networkudur. Bu, Yahudi halkının her istediğini yaptırabildiği anlamına gelmez elbette. Ancak finansta, medyada, akademide, ticarette ve kısmen siyasette Yahudi lobisinin ciddi bir ağırlığı olduğunu kabul etmeliyiz. Yahudi lobisinin ABD’deki etkinliği ise dünyanın geri kalan kısmına nispetle çok daha güçlü. Elbette ki, bu lobi Erdoğan’ın tavrını cezalandırmaya çalışacaktır. Bu açıdan Demirel’in Davos çıkışının bir maliyetinin olacağına dair uyarısını da yabana atmamak gerek.
Davos’un bir maliyetinin olabileceğini kabul ediyorum. Ancak bence yapılan iş ödenecek maliyete değer. Dünyanın tepkisini umursamayan, BM’nin kararlarını görmezden gelen, Amerika’nın desteğine güvenerek bir insanlık suçu işleyen İsrail’e birisinin “dur” demesi gerekiyordu. Biraz önce bahsettiğin o Yahudi lobisi nedeniyle hiç kimse buna cesaret edemezken, Tayyip Erdoğan, İsrail’in en yüksek düzeydeki temsilcisinin yüzüne karşı “Yanlış yapıyorsunuz” dedi. Böylelikle bir tabu yıkılmış oldu. Nasıl ki, İsrail’in 2006 yılında Lübnan’da Hizbullah’a karşı başarısız olması “askerî açıdan yenilemez İsrail” mitini yıktıysa, Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta Peres’e karşı gösterdiği tavır da “diplomatik açıdan eleştirilemez İsrail” mitini yıkmış oldu. Bence bu olayın sonuçları uzun vadede kendini gösterecektir.
Ayrıca Yahudi lobisini gözünüzde çok da büyütmeyin. Artık dünya eski dünya değil, Türkiye de eski Türkiye değil. Siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Seçeneklerin bu denli çeşitli olduğu bir ortamda, Türkiye gibi yükselen bir bölgesel aktörün bir lobi tarafından köşeye sıkıştırılması ancak basiretsiz politikaların bir neticesi olabilir. Başka bir deyişle, Davos’un bir maliyeti olacaksa bu Yahudi lobisinin gücünden değil, Türkiye’yi idare edenlerin yanlış politikalarından kaynaklanacaktır. Bence karamsarlığa kapılmanın gereği yok.
Davos münasebetiyle yapılan yorumlarda sıklıkla tekrar edilen bir cümle vardı: “Türkiye İsrail’e, İsrail de Türkiye’ye muhtaç. O nedenle ilişkiler asla kopma noktasına gelmez.” Doğrusu ben bu argümanı çok iyi anladığımı zannetmiyorum. İsrail’in Türkiye’ye duyduğu ihtiyacı az çok tahmin edebiliyorum. Ancak Türkiye’nin İsrail’e niçin muhtaç olduğunu kavrayabilmiş değilim.
Bugün İsrail’in en büyük problemi uluslararası meşruiyet problemidir. Dikkat edin, hukuki statüsünden değil meşruiyetinden bahsediyorum. ABD İsrail’e, askerî, ekonomik, diplomatik her türlü yardımı verebilir. Ancak ABD’nin yapamayacağı bir şey varsa o da İsrail’in uluslararası meşruiyetini sağlamaktır. İsrail, olağanüstü şartlarda, bölgenin gerçeklerine aykırı olarak, tamamen dışarıdan dayatmalarla kurulmuş, suni bir devlettir. Kenyalı meşhur siyaset bilimci Ali Mazrui’nin ifadesiyle İsrail bölgede kanserli bir urdur. Bu nedenle de bölgenin metabolizmasına uyum sağlaması mümkün olmamıştır. Kuruluşundan bugüne değin İsrail bu yapaylığın sancılarını çekiyor. İsrail’in dünya üzerindeki başka hiçbir devlette olmayan bu hususiyetinin bir neticesi olarak “normalleşme” kavramı İsrail dış politikasının “kızıl elması” haline gelmiştir. İşte Türkiye’nin İsrail açısından önemi ve değeri bu hassas noktada ortaya çıkıyor. İslam dünyasının ve Ortadoğu coğrafyasının en büyük ülkelerinden biri olarak Türkiye kuruluşundan itibaren İsrail ile yakın ilişki içerisinde oldu. İsrail’in bölgede yaşadığı getto hali, ancak Türkiye sayesinde, bir nebze de olsa, aşılabildi. Türkiye’nin İsrail’e gösterdiği yakınlık olmasaydı, İsrail’in uluslararası meşruiyet problemi ülke içinde ve dışında aşılması imkansız bir krize dönüşebilirdi.
Ayrıca İsrail ile Türkiye arasındaki askerî ve stratejik anlaşmaları da gözden kaçırmamak gerek. Mesela Nisan 1996’da yapılan bir anlaşma ile İsrail, askerî pilotlarının eğitimi için Türkiye’nin hava sahasını kullanma hakkı elde etti. Dahası Türkiye tarafından İsrailli firmalara (ELBIT, IMI, IAI gibi) verilen tank, uçak ve helikopter modernizasyon ihaleleri de İsrail ekonomisi için mühim bir girdi kaynağı oldu. Öte yandan (Manavgat suyuna alternatif olarak) Göksu Nehri’nin suyunun da İsrail’e satışı gündemde.
İsrail’in Türkiye’ye duyduğu ihtiyacı biliyorum. Peki, Türkiye neden İsrail’e muhtaç?
Bence Türkiye İsrail’e muhtaç olmak zorunda değil. Ancak iki ülke arasındaki ilişkinin detaylarını da görmezden gelemeyiz. İsrail özellikle üç alanda Türkiye’ye yardımcı oluyor: İstihbarat paylaşımı, askerî teknoloji ve ABD’deki Yahudi lobisi eliyle, diplomatik destek. İsrail ile Türkiye arasında bazı konularda bir istihbarat paylaşımı olduğu biliniyor. Örneğin Abdullah Öcalan’ın yakalanmasında Mossad’ın büyük payı olduğu söyleniyor. Ama bu üç alandan bence en önemlisi Türkiye’nin İsrail’den satın aldığı askerî teknoloji. Malum, İsrail, ABD’nin de desteğiyle, askerî teknoloji açısından oldukça ilerlemiş bir ülke. Türkiye de bu teknolojiden satın alma yoluyla faydalanmaya çalışıyor. Mesela İsrail’den satın alınması kararlaştırılan, ancak ABD’nin onayını bekleyen Ofeq uydularının ve Arrow füzelerinin Türk savunma sistemine “çağ atlatacağı”na inanılıyor. Öte taraftan ABD’deki Yahudi lobisinin Türkiye’ye verdiği destek de önemli. Örneğin “Ermeni Soykırımı” meselesinde Yahudi lobisi, Amerikan hükümetinin attığı ya da atacağı adımlara karşı Türkiye’nin tezlerini destekliyor. Bunun dışında, zaman zaman, Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik politikalarında da bu lobi Türkiye lehine devreye girebiliyor.
Bu nedenlerle mi, Türkiye İsrail’e muhtaç?
Dedim ya, bence Türkiye İsrail’e muhtaç olmak zorunda değil. Tek tek ele aldığımızda, bu üç alandaki desteğin de vazgeçilmez ya da ikame edilemez olmadığını görebiliriz. Mesela, Mossad’ın istihbarat servisi olmadan da yaşayabiliriz herhalde. Ermeni meselesi ise artık bıktırdı. Her dönemeçte karşımıza çıkıyor. Bence Türk dış politikası Ermeni meselesine indirgenemeyecek kadar çok boyutlu ve büyük. O nedenle ABD hükümetinin ya da Temsilciler Meclisi’nin Ermeni meselesi ile ilgili takınacağı tavır bizi çok da fazla ilgilendirmemeli. Hele hele bu iş için ABD’deki Yahudi lobisinden destek falan istememeliyiz. Askerî teknoloji konusunda ise tek tedarikçi İsrail değil. Dolayısıyla, bence Türkiye’nin İsrail ile ilişkisi bir zorunluluk ilişkisi olmaktan ziyade bir tercih ilişkisi. Ama Türkiye, İsrail ve ABD’deki bazı menfaat grupları bunu bir zorunluluk ilişkisi imiş gibi lanse ediyorlar.
Belki beni yine komplocu olmakla suçlayacaksınız, ancak bence Türkiye ile İsrail arasındaki bir benzerliği ve bu benzerliğin beraberinde getirdiği “zorunluluk” ilişkisini de hesaba katmak gerek. İsrail’in büyük bir uluslararası meşruiyet sorunu olduğundan bahsettiniz. Türkiye’de de aslında belli bir meşruiyet problemi olduğunu düşünüyorum. Ama bizim meşruiyet problemimiz uluslararası arenada değil, kendi içimizde. Uzun süre önce uygulamaya konulan “yukarıdan aşağıya devrim” sürecinin bir neticesi olarak Türkiye’de tepeden dayatılan siyasi rejim hep bir meşruiyet sorunu yaşadı. Geniş halk kitleleri bu dayatmayı benimsemekte büyük güçlük çekti. Sürekli şikayetçi olduğumuz Türkiye’deki demokrasi açığı, askerî vesayet sistemi, darbeler, iç tehdit algılamaları, son günlerde künhüne gittikçe daha fazla vakıf olduğumuz Ergenekon örgütü vs. Tüm bunların tek bir açıklaması olabilirdi, o da meşruiyet problemi. Tıpkı, bölgesinde sürekli tehdit altında getto hayatı yaşamak zorunda olan İsrail devleti gibi, Türkiye içerisindeki merkezî seçkinler ve o seçkinlerin temsil ettikleri siyasi rejim de sürekli tehdit altında olan bir getto hayatı yaşamak durumunda kaldı. Bu getto durumu beraberinde güvenlik problemini, güvenlik problemi de illegal manipülasyonları ve gizli kapaklı işleri zorunlu kıldı. Ortadoğu coğrafyasında gizli kapaklı iş döner de, işin içinde Mossad ve İsrail olmaz mı? İşte bu nedenle bence Türkiye’deki merkezî seçkinler ile İsrail arasındaki stratejik ilişki bir tercihe değil de karşılıklı bir zorunluluğa bağlı. İsrail, sahip olduğu uluslarüstü network ve istihbarat ağları ile Türkiye’deki merkezî seçkinleri kollayıp gözetiyor; merkezî seçkinler de Türkiye’nin imkanlarını kullanarak İsrail’i destekliyorlar. En azından, kanaatimce, bir süre öncesine kadar böyleydi.
Doğrusunu söylemek gerekirse, somut deliller getirene kadar bu söylediklerin sadece bir komplo teorisi olarak kalacak ve sen de komplocu olarak suçlanmaya devam edeceksin. Bence işi bu noktaya vardırmaya gerek yok. Son Gazze saldırısı ile birlikte İsrail ile Türkiye arasında karşılıklı bir güven aşınması olduğu çok açık. Üstelik bu durum sadece AKP hükümeti ya da Erdoğan’la da sınırlı değil. Geçtiğimiz günlerde İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Türkiye’yi hedef alan ithamlarına Genelkurmay Başkanlığı’nın sert tepki vermesi ve İsrail Genelkurmay Başkanı’nın özür dilemeye zorlanması bence iki ülke arasındaki gerilimin devlet düzeyinde olduğunun bir göstergesi. Dahası İsrail’deki seçimleri, Gazze operasyonu nedeniyle beklendiği gibi, radikaller kazandı. Şu anda da hükümet kurma görevi Benyamin Netanyahu’da. Bu demek oluyor ki, İsrail’de hükümeti kuracak ekip demokrasi, özgürlük ve insan haklarından ziyade güvenlik kaygısını öne çıkaracak. Bu da Filistinliler açısından daha fazla kan ve gözyaşı anlamına geliyor. Filistinliler ile İsrail arasındaki her bir çatışma Türkiye ile İsrail’in arasını gereceğinden, önümüzdeki dört beş yıl boyunca iki ülke arasındaki gerilimin daha da tırmanacağını tahmin edebiliriz.
Sen buradan nereye varmayı düşünüyorsun? Kusuruma bakma, vaktimiz daraldığı için müdahale etmek durumunda kaldım.
Estağfurullah. Söylemek istediğim şey şu: Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir kriz yaşanıyor ve biz bu krizden ya zarar görmüş olarak çıkacağız ya da bu krizi bir fırsata çevireceğiz. ASELSAN’ın kuruluşunu hatırlıyor musunuz? Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle Türkiye’ye askerî ambargo konulmuştu. Bu ambargonun etkilerini nötralize etmek ve Kıbrıs Harekatı sırasında ortaya çıkan haberleşme sistemleri ihtiyacını karşılamak için kurulmuştu ASELSAN. Yani bir kriz fırsata çevrilmişti. Aynı onun gibi, İsrail ile ilişkilerimizdeki krizi fırsat bilerek askerî teknoloji konusundaki eksiğimizi fark edip, bunu telafi edecek ciddi yatırımlara gidebiliriz. Aslında, dünyanın ve bölgemizin gidişatını göz önüne aldığımızda bu yatırımların bir tercih değil, zorunluluk olduğunu anlamamız gerekiyor.
Böylelikle sen de “Tercih mi zorunluluk mu?” tartışmasına bu şekilde katılmış oldun. Önümüzdeki ay kaldığımız yerden devam ederiz inşallah.

Paylaş Tavsiye Et