Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2004) > Toplum > Tükettikçe kendisine yabancılaşan insan
Toplum
Tükettikçe kendisine yabancılaşan insan
İsmail Demirezen
AKLI merkeze alarak geleneği ve dini dışlayan modernizm, aklın otoriter rolünü de sorgulamaya başlayınca yerine koyabileceği herhangi bir kaynak bulamadı. Bunun yerine kısmî çözümler sunan ve relativizmin kutsandığı postmodern düşünceler gelişmeye başladı. Aslında bu, Batı medeniyetinin insanlığa sunduğu tek yönlü ontolojik anlayışın epistemolojiye yansımasıydı. İnsanı sadece akla indirgeyen ve akılla evrensel doğruların bulunacağını iddia eden bu seküler ontolojik anlayış, beraberinde pozitivist bir epistemolojiyi getirmişti; fakat, aklın da bizzat toplumsal yapıda oluşturulduğunu ileri süren postmodern düşüncelerin meydan okumasına gerekli cevapları veremedi. Diğer taraftan postmodern düşünceler de irrasyonaliteyi kutsamanın ve cüzî, birbiriyle tutarlı olmayan çözümler üretmenin ilerisine gidemedi. Bu süreç tabii olarak Batı toplumlarını ifsat ederken, buna bağlı olarak değerler krizine yol açtı. Artık sadece akılla evrensel doğrulara ulaşamayacağını anlayan ve böylece aklı mutlak otorite tanımayan, ama aynı zamanda dinle ve gelenekle bağlarını kesmiş olan Batı toplumları tam bir ontolojik güvenlik problemiyle karşı karşıyadırlar.
Makro düzeydeki bu gelişmeler mikro düzeyde benlik ve kişilik problemleri olarak kendini gösterdi. İster ultra veya radikal modernite, ister postmodernite diyelim, Batı medeniyetinin ulaştığı şu anki dönemeç bireyleri bir taraftan kendi kişiliğini bir proje olarak oluşturmaya yöneltirken, diğer taraftan bu projeyi oluşturabilmesi için gerekli ontolojik ve epistemolojik kaideleri sunamadı. Daha da kötüsü, insanoğlunun varlıksal sorularına cevap verebilecek ve böylece varoluşunu hem anlamlandıracak, hem de kendisine yabancılaşmasını engelleyecek ontolojik ve epistemolojik kaideler yerine bireyi oyalayıcı, kendisine daha da yabancılaşmasını teşvik edici, hazcı (epiküryan) yaklaşımların ortaya çıkmasını teşvik etti. Böylece hazcı yaklaşım ruhsuz Batı medeniyetinin ruhu olmaya soyunarak, aslında insanların kendisine yabancılaşmasını artıran, bir nevî afyon görevini üstlendi. Walter Benjamin’in deyişiyle, modern insan Jung’un rüyalar alemi söyleminin bir uyanıklık uyarlamasında yaşamını sürdürmeye başladı. Şehir ve bireyi çevreleyen sosyal ortam bireyler için büyük bir uyuyan gövde vazifesi görürken, bireyler de hep beraber onun uyuyan beynini oluşturmaya koyuldular. Bu durum ironiyi de beraberinde getirdi. Bir taraftan bireysel bilinç artık daha çok kendisine odaklanırken, diğer taraftan toplumsal bilinç bireysel bilinci uykunun daha da derinliklerine itmeye başladı.
Kapitalist dünya sisteminin geçirdiği büyük dönüşüm bu durumu tam bir toplumsal projeye dönüştürdü. J. K. Galbraith’in belirttiği şekliyle, kapitalist sistem fakirliğin ve yetersiz kaynakların bir sonucu olarak ortaya çıkan ihtiyaç ve istekleri karşılamak için üretim merkezli bir sosyal ve politik yapılanma dönemini geride bırakarak, tüketim merkezli ihtiyaç ve isteklerin oluşturulması ve yönetilmesine dayanan bir toplumsal organizasyona yöneldi. Böylesi bir toplumsal yapılanma, üretim araçlarını elinde bulunduranların insanlığın gereksinim ve arzularını belirlemedeki nüfuzlarını artırarak, oluşturulmuş ihtiyaç ve istekleri ortaya çıkardı. Hiç kuşku yok ki, üretim merkezli bir yapılanmadan tüketim merkezli bir yapılanmaya geçiş toplumsal dokuda önemli etkilere yol açtı. 19’uncu yüzyılda Friedrich Nietzsche’nin Batının değerler krizine yönelttiği hazcı-epiküryan kişisel tepkisi, 20’nci yüzyılda kapitalist sistemin yapısal bir dönüşüm geçirmesiyle birlikte, artık bir toplumsal proje olarak tüketim toplumunu fethediyordu.
Tüketim toplumunda gerçek istek ve ihtiyaçların yerini, medya aracılığıyla reklam ajanslarının oluşturduğu suni istek ve ihtiyaçlar aldı. İnsanoğlu susuzluğunu su ile değil, kolalarla gidermeye başladı. Böylece insanoğlu susamayı unutarak kola(sar) oldu. Bu suni ihtiyaç ve istekleri karşılayan tüketim malları zamanla belli bir hayat stilini, prestiji, lüksü ve gücü ifade eden belli bir işaret değeri kazandı. Böylece insanlar tüketim mallarını istek ve ihtiyaçlarını karşılamak için değil; suni bile olsa, bu malların kendilerine sağladığı işaret değeri için satın almaya başladılar. Böyle bir sistemde işaret değeri daha yüksek olan tüketim mallarını elde eden birey bu hiyerarşide daha yüksek konumu elde ediyordu. Roleks marka saatin işaret değerini elde etmek için birey, artık ya kullanım değerinden belki de yüzlerce kat fazla bir serveti gözden çıkarıyor ya da Phone Booth (Telefon Kulübesi) filmindeki başrol oyuncusu Collin Farrell’in canlandırdığı karakterin yaptığı gibi sahtesini satın alarak kimliğinin bir parçası haline getiriyordu. Baudrillard’ın deyişiyle, kelimeler nasıl dil sistemindeki pozisyonuna göre anlam kazanıyorsa, işaret değerleri de prestij ve statü sistemindeki pozisyonuna göre anlam kazanıyordu.
Varlıklarıyla bireylerin prestij, kimlik ve duruş kazanabileceğini toplumsal bir gerçeklik gibi bireylere dayatan tüketim mallarının bu dayanılmaz işaret değerleri, aslında kimliğini nasıl oluşturacağı hakkında herhangi bir ip ucuna muhtaç, ontolojik ve epistemolojik kaidelerden yoksun olan Batı insanına bulunmaz bir fırsat verdi. Böylece Batı insanı değerler sistemine dayalı bir kimlik ve duruş yerine işaret değerlerine göre satın alınan tüketim mallarıyla kimliğini ve duruşunu oluşturmaya yöneldi. Buna bir de Campbell’in ifade ettiği, hazcılığın baştan çıkartıcı illüzyonu eklenince, Batı insanı bir sonra alacağı tüketim malıyla mutlak mutluluğu ve kimliği elde edeceğini zannetti. Fakat her yeni alınan tüketim malı bir sonrakine bu mutluluğu havale ederek insanın peşinden sürüklendiği kısır bir döngüyü oluşturdu. Bu kısır döngü anlık hazlar oluşturarak insanoğlunu oyalasa da, uzun vadede insanlığın varlıksal sorularına cevaplar üretemediği için Batı medeniyetinin şu anda içinde bulunduğu değerler bunalımını daha da derinleştiriyor.
İşin traji-komik tarafı Batı medeniyetinin bu içi boşaltılmış tüketim kalıplarını, bir üst kültürün tüketim kalıpları iddiasıyla, değerler kriziyle birlikte diğer medeniyetlere ihraç etmesi ve bu kalıpları evrenselleştirmeye çalışmasıdır. Bu yüzeysel tüketim kalıplarıyla insanlığın varlıksal sorularına cevaplar verilemeyeceği, daha da kötüsü bu tüketim kalıplarının sorulara verilebilecek cevapların önünü tıkadığı artık gün gibi aşikârdır. İnsanoğlunun kişiliğini ve kimliğini oluşturmasına imkan sağlayacak, güç mekanizmalarının ulaşamadığı bir kaynaktan gelen ontolojik ve epistemolojik kaidelerin yön verdiği bir değerler sistemine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu bir döneme şahitlik ediyoruz.

Paylaş Tavsiye Et