Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
2008 Türkiye’sinden bize kalan
 
Merhaba arkadaşlar. Öncelikle aramıza iki arkadaşımız katıldı, kendilerine hoş geldiniz diyerek başlamak istiyorum. Evet, bir yılı daha geride bıraktık. Sancılı, çalkantılı, zor bir yıl geçirdik. Bugün geçtiğimiz yılın bir muhasebesini yapalım isterseniz.
Yapalım elbette, fakat çok sıcak gelişmeler var ve onları da ihmal etmeyelim lütfen.
Yılın önemli gelişmelerini kısaca değerlendirerek başlayalım, sonrasında bu ayın gelişmelerini de ele alırız. 2008 yılının en önemli gelişmelerinden biri, hiç kuşkusuz Ergenekon operasyonuydu.

 

 

Türk siyasi hayatı açısından devrim niteliğinde bir temizlik hamlesi olarak değerlendirilmeli bu operasyon. Aşkın bir devletçiliğin, saldırgan bir milliyetçiliğin ve şedit bir militarizmin modern siyasi kültürümüz içindeki ayrıcalıklı konumu, Ergenekon ve benzeri bir dizi yapılanmayı doğurdu. Bu yapılanmalar, ortaya koydukları eylemlerle toplumu seferber etmeye ve en şizofren şekliyle devletçiliğin, milliyetçiliğin ve militarizmin kök salmasına hizmet ettiler. Türk siyasi tarihi, 1945’ten bu yana bu tür yapılanmaların eylemleri ile doludur. Ergenekon namlı örgüt ya da yapılanmanın deşifre edilmesi, uzun vadede en azından Türkiye siyasetinin karanlık sayfalarının aydınlatılmasına ciddi katkıda bulunacak.

Bu ülkede yıllar yılı oluşturulmaya çalışılan suni kamplaşmaların berisindeki ve yabancı düşmanlığı, irtica, bölücülük efsaneleri üzerinden başlatılan toplumsal seferberliklerin arkasındaki güç odaklarını açık etmeye yarayacak her hamleyi takdirle karşılamak gerekir elbette. Söz konusu mitler ve seferberlikler sayesinde imtiyazlarını pekiştirmeye çalışanların tahripkâr siyasi projeleri, Türkiye’yi dar kalıplara sıkışmış, iddiasız ve toplumsal çatlakları derinleşmiş bir ülke haline getirmekten başka bir işe yaramadı. Fakat ne yazık ki Ergenekon operasyonu ile başlayan süreç, bahse konu girişim ve oluşumları bütünüyle etkisiz kılacak kadar kapsamlı bir şekilde örgütlenmedi bana göre. Bunu yapabilmek kolay değil; ama bu operasyon üzerinden Türkiye’de çetecilik yaparak devletçilik oynayanların önünün kesilemeyeceğinin de bilincinde olalım. Türkiye’de demokrasiyi hazmedemeyen ve onu kolaylıkla bozulup tekrar yapılabilecek bir oyun gibi telakki eden siyasal aktörler var. Bu aktörler, bu konumlarını açık etmekten de hiç çekinmiyorlar.

Bu operasyonun bir başlangıç olarak kabul edilmesi bana daha doğru geliyor. Zira bu tarz örgütlerin, yaklaşımların toplumsal meşruiyetini yitirmesini sağladı bu operasyon. Ergenekon zihniyetine, dikkat edin, ne MHP, ne de MHP tabanı sahip çıktı. Eğer yakın dönem siyasi tarihimizi iyi okursak, açıkça görürüz ki, birçok açıdan MHP zihniyeti, bu tür yapılanmalara ideolojik zemin sağlamıştır. Fakat gelinen noktada, toplum nezdinde bu örgütlenmelerin ne kadar kirli oldukları ortaya çıkmıştır. Toplum olarak, “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmak veya görev yapmasını engellemeye teşebbüs” ya da “Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı halkı silahla isyana tahrik” gibi suçları konuşuyoruz.

Söylediklerinize katılıyorum arkadaşlar. Fakat yukarıda ifade ettiğin birinci suçu darbeciler bütün dünyanın gözleri önünde işledi ve hâlâ ceza almadılar. Kenan Evren’i yeni nesil, “Bodrumlu bir ressam” olarak tanıyor ve öyle hatırlayacak. Ergenekon benzeri yapılanmaların arkasındaki kurumsal destek göz ardı edilerek hiçbir şekilde yol alınamaz. Eğer bu süreç birkaç “kötü çocuğun” mahkum edilmesi ile sınırlı kalırsa, bu ülkenin normalleşemeyeceği, siyasete olağanüstü müdahalelerin özendirilmesine devam edileceği, çetelerden, derin devlet efsanelerinden kurtulamayacağımız çok açık. O nedenle hatırlarsanız Nisan sayımızda her ne olursa olsun “çeteler”le uzlaşılmaması, çetecilere karşı dik durulması ve onların siyasal alandan tümüyle tasfiye edilmeleri gerektiğini vurgulamıştık.

Ve şunu da eklemiştik hatırlarsanız: “Siyaset doğru hamlelerle şer güçlerinin projelerini engelleyebilir.”

Haklısın engelleyebilirdi ve hâlâ da engelleyebilir. Ama “kapatma davası” gibi siyaseti kilitleyen, ülkenin enerjisini yutan hadiseler olmamış olsaydı bu dediğinin gerçekleşme imkanı daha fazlaydı. Fakat siyasetin kilitlenmesi ile birlikte şer güçlerle uğraşma yönündeki irade de kıskaç altına alındı.
Evet, konuyu önemli bir noktaya getirdin. Bu yıl, karşı karşıya kaldığımız trajik bir gelişme de AKP’ye karşı Anayasa Mahkemesi’nin açtığı kapatma davası idi. Kapatma davası, siyaseti en az beş ay süreyle felç etti.
Bu bence fazlasıyla iyimser bir değerlendirme oldu. Kapatma davası, siyaseti sadece beş aylık bir süre için kilitlemedi. Aynı zamanda Türkiye siyasetinin gidişatına dair de çok hayati müdahalelerde bulundu. Kapatma davası ile birlikte AKP’nin siyasetteki konumu farklılaştı, hareket kabiliyetini yitirdi. Bu da modern Türk siyasetinin yapısal açmazlarına, tarihten bugüne gelen sistemik sorunlarına dair dinamik açılımların gerçekleştirilmesine engel oluyor.
 
Bu söyledikleriniz, AKP’nin sanki böylesi açılımlar yapmak, Türkiye siyasetinin genel normlarında köklü değişikliklere imza atmak gibi bir talebi olduğu yönünde bir ön kabule dayanıyor. Bence bu doğru değil. AKP’nin siyasetinin temelinde merkeze oturmak vardı, merkezi dönüştürmek değil. AKP’nin kurucu kadrosunun geçmişi, hem destekçileri hem de muarızlarında bu partinin reformcu bir karakteri olacağı yönünde beklenti ya da korkuya yol açtı. Oysa bu beklenti ya da korkunun sahici bir siyasi zemini hiçbir zaman olmadı. Devlette AKP kurmaylarını rahatsız eden pek çok şey vardı elbette; ama bunların hiçbirisi biraz önce bahsettiğiniz tarzda sistemik bir dönüşümü gerekli kılmıyordu. Bürokrasinin işleyişinden rahatsızlardı örneğin. Ama bu rahatsızlık bürokrasinin topluma ettiği eziyetten değil, hükümetlere ayak bağı olmasından kaynaklanıyordu. Silahlı bürokrasinin siyasetteki tahakkümünden hoşnutsuzlardı. Bu hoşnutsuzluğun temelinde, söz konusu bürokrasinin temsil ettiği tek sesli, hiyerarşik, baskıcı modernleşme anlayışı yoktu. Rahatsızdılar; çünkü hükümeti yerinden edebilirlerdi.

Biraz daha açar mısın lütfen?  
Hatırlarsanız bir arkadaşımız geçtiğimiz aylarda parti kapatma hikayesi ile ilgili “Uzun vadede her zaman belirleyici olacak olan sosyolojik ve zihinsel dönüşümlerdir. Zira bu süreçleri besleyen kaynak, zamanın ruhudur” demişti.

Evet ben söylemiştim ama farklı bir bağlamda kullanmıştım ben onu
O zaman ben biraz aşırı yorum yapayım izninle. AKP’nin hedefinde hiçbir zaman Türkiye’de işleri kötüye götüren, toplumu sıkıntıya sokan konularda “zamanın ruhu”nun gerektirdiği bir dönüşüm stratejisi olmadı. AKP’yi iktidara “zamanın ruhu” taşıdı; fakat AKP, bu ruha uygun hareket edemedi. Çünkü buna ne entelektüel ne de kültürel sermayesi elveriyordu.
Konuşmamızı tamamen AKP tartışmasına dönüştürmek istemiyorum ama söylediklerine ciddi itirazım var. Bir kere metodolojik bir düzeltme yapmamız gerekiyor. AKP, bir ideoloji partisi değil. Bu parti farklı kimliklerin, beklentilerin bir araya gelmesiyle, doğru zamanda, doğru coğrafyada ortaya çıktı ve sürekli vurguladığım gibi “parti” bile olamadan iktidar oldu. Söylediklerine tamamen itiraz etmiyorum; ama AKP’nin böyle bütünsel değerlendirilmesine, ideolojik bir parti muamelesi görmesine de karşıyım. AKP’de “zamanın ruhu”na uygun dönüşümlerin insanlık hayrına olduğuna inanan ve bunun için de elinden geleni yapan ciddi aktörler olduğunu da göz ardı etmeyelim.
İzin verirseniz bu tartışmaya bir katkıda bulunmak istiyorum. AKP, ortaya çıkarken bana göre birkaç temel iddiası vardı. Her şeyden önce Türkiye’de siyasete bir “ahlak” getirme hedefi vardı AKP’nin. Siyasete dair giderek tırmanan toplumsal güvensizliği ortadan kaldırmak ve siyasetteki “iyi-kötü” standartlarını yeniden tesis etmek talebindeydi. Bunun yanında AKP, Türkiye’deki klasik ideolojik bölünmelerin ötesinde bir siyaset yapacağını ilan ediyor ve “kimlik siyaseti” yapmadan bir politik mücadele vereceğini belirtiyordu. Bu süreçte AKP’nin iki hedefi vardı ki bu da ismine yansımıştı zaten: Adalet ve kalkınma. Memleketteki haklar ve özgürlükler sorununu çözmek ve ekonomik açıdan bir iyileşme sağlamak. AKP’yi eğer değerlendireceksek bence de bu çerçeve içerisinde değerlendirmemiz gerekir.
Peki, geldiğimiz noktada bu iki hedefi muvacehesinde AKP’nin performansını değerlendirelim, ki bu bana göre hem Türk siyasetinin hem de AKP’nin geleceği hususunda net bir fikir verecektir. Örneğin kalkınma ya da ekonomik iyileşme bağlamında AKP’nin iyi bir performans sergilediği yönünde genel bir imaj vardı. Akredite medya dâhil olmak üzere hemen herkes bu imajı güçlendirecek sözler sarf etti.
 
AKP iktidarı döneminde işlerin önceki dönemlere nazaran iyiye gittiğini gösteren yığınla somut gösterge olduğunu da unutmayalım lütfen.
Olabilir. Fakat ekonomik krizle birlikte bu göstergeler değişiyor ve bu değişim devam edebilir. En azından imaj üreticileri, AKP’nin ekonomideki performansına dair artık eskisi kadar olumlu imajları dolaşıma sokmuyorlar. Dahası, AKP iktidara geldiği günden bu yana adalet talebi ile ortaya çıkan toplum kesimlerine “sabır” telakkisinde bulunuyor. Sürekli, fırsat kolladığı imasında bulunuyor. Bir şeyler yapmak istediğini ama bir türlü ortam bulamadığını ihsas ettiriyor muhatap kitlesine. Artık altı sene tamamlandı ve AKP giderek ikna kabiliyetini yitiriyor. Özetle karşımızda ne adalet, ne demokrasi var.
  Ekonomik kriz daha da derinleşirse AKP, hangi parametreleri devreye sokacak. Özgürlükler noktasında, din ve vicdan özgürlüğü alanında yapamadığı reformları mı? Daha başlarken sakat doğan Alevi açılımını mı? Yoksa geleneksel Kemalist refleksleri bünyesinde ihtiva eden bir Kürt politikasını mı? Artık AKP’yi Batıcı Türk burjuvazisi blok olarak desteklemiyor. Bizim ülkemizde geleneksel olarak seçim süreçleri hükümetlerin memleket meselelerini buzluğa attıkları bir süreçtir. Bu da hükümetlerin en ciddi şekilde yıprandıkları dönemlere tekabül eder.
Hatırlıyor musunuz, kapatma davası sonuçlanıp da Anayasa Mahkemesi, AKP’yi kapatmamaya, ancak bir yıl süreyle hazineden alacağı yardımın yarısından mahrum bırakılması gerektiğine hükmettiğinde bir kapak yapmıştık. Zafer işareti yapan iki parmağı birbirine kilitleyen bir asma kilit imgesi kullanmış ve onun üstüne “AKP’nin Zaferi” manşetini atmıştık. Bence o kapak her şeyi özetliyor. AKP kapatılmadı, kapatılmaktan beter oldu.
Doğrusunu isterseniz ben kapatma davasını başlangıçta ciddiye almamıştım. Biraz da hazırlanan iddianamenin zayıf içeriğine ve ciddiyetsizliğine güvenerek bu sürecin çok da ciddiye alınmaması gerektiğini düşünmüştüm. Fakat şu anda itiraf etmeliyim ki bu dava Türk siyasi hayatı açısından bir dönüm noktası olmuştur. AKP kapanmıştır ve artık kendi şeytanını kendi üretir hale gelmiştir.
Bence bu çok ağır bir hüküm oldu. Yoksa peşin hüküm mü demeliyim?
Aslında ne ağır ne peşin bir hüküm bu. AKP, son derece komik bir biçimde irticaî faaliyetlerin odağı olarak tanımlandı. Eli kolu bağlandı.
  Fakat efendim AKP, bir siyasal aktördür ve tercihlerinden sorumludur. AKP’ye açılan kapatma davasının tam anlamıyla bir fecaat olduğunu kabul ediyorum, ancak AKP’nin de iyi bir imtihan veremediğini düşünüyorum.
Neden?
 
Süreci hatırlayalım isterseniz. Başbakan yurt dışında kendisine sorulan bir soru üzerine “Başörtüsü siyasal bir simge değildir, hem olsa ne olur” tarzında bir açıklama yaptı.
Bu noktada araya gireyim müsaadenle. Mart ayının Merhaba’sında hatırlarsanız başörtüsü tartışmaları için “Dileğimiz, bir daha bu sevimsiz tartışmaya dönmemek ve insanlığı ilgilendiren daha ciddi meselelerle uğraşmak olsun” demiştik ama olmadı, bugün yine tartışıyoruz ve tartışmaya da devam edeceğiz galiba.
Tartışacağız elbette, ondan bir ay önce de “Sakın örtünme hakkını basit bir öğrenci hakkı saymayın. Örtü, yurttaşlık hakkıdır, insanlık hakkıdır!” demiştik. Bu çağrıyı hükümete yapmıştık. Devlete de bir çağrımız vardı: “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal!” Ne yazık ki, bu milletten istiklalini esirgeyen bir irade hâlâ direniyor ve en temel haklarını ondan esirgiyor. O nedenle bu konuları işlemek vicdanlı insanların sorumluluğu bana göre.
 
Tekrar bıraktığım yerden alayım izin verirsen. Başbakan’ın yurt dışındaki açıklamalarından sonra çıkan tartışmalar üzerine AKP başörtüsü konusunda kolları sıvadı. Sıvadı sıvamasına da, lafı hiç eğip bükmeden söyleyeyim MHP’nin oyununa gelerek yaptı bunu. MHP, bu süreçte inisiyatifi eline aldı ve AKP’ye sorunu birlikte çözmeyi önerdi. AKP de kabul etti ve başından itibaren MHP’nin çizdiği çerçevenin içine hapsoldu. MHP, başından beri bu sürecin AKP’yi müesses nizamın fırsat kollayıcıları ile zora sokacağını biliyordu. MHP böylelikle hem seçmen nezdinde başörtüsü sorununa dair özgürlükçü bir portre çizdi, hem de AKP’nin başına dert açıp onu köşeye sıkıştırdı. İşte AKP bunu göremedi.
Ne yani, AKP bu konuda ya da başka konularda hiçbir zaman bir şey yapamayacak mı? Bunu mu söylemeye çalışıyorsun?
  Hayır, söylemeye çalıştığım bu değil. Bakın beklemek bir politik strateji olabilir, ama ertelemek asla. AKP’nin bugüne kadar pek çok konuda yaptığı şey “ertelemecilik” olmuştur bana göre. AKP, eğer özgürlükler konusunda ciddi bir stratejiye ve gündeme sahip olsaydı bunun politik araçlarını da üretebilecekti. Fakat o bunu yapmadı, örneğin başörtüsünü “yüzde bir buçuğun sorunu” olarak gördü, din-devlet ilişkilerindeki sorunlara duyarsız kaldı, Kürt meselesinde sürekli ikircikli tavırlar takındı ve Türk askerî bürokrasisi neyi söylüyorsa onu söylemeye başladı. Bütün bunlar AKP’nin en başından itibaren bir söylem krizine duçar olmuş olması ile alakalı.
Bahsettiğin tarzda bir söylem krizi, günümüz Türk siyasetinin bütün alanlarını kuşatan bir kriz bana göre. Çoğunlukla partilerin birbirlerinden nasıl rol çaldıklarından bahsediyoruz. Bu doğru değil esasında. Partilerin yaşadıkları söylem krizi sürekli konum değiştirmelere neden oluyor. Keşke bu konum değiştirmeler, partilerin dinamizmi ile ilgili olsaydı ama değil.
AKP, MHP, CHP ve DTP’nin farklı uçlar arasındaki salınımlarının altında seçim süreci de var ama. Yaklaşan yerel seçimler öncesinde herkes seçmen avına çıkmış durumda. Oportünizm seçim dönemlerinin ana söylemidir malumunuz.
Keşke bu kadar basit olsaydı. Bazen bir parti ya da ideolojik gelenek için Türkiye’de neyin çekirdek, neyin ilke, neyin sabite olduğunu bilemiyoruz. Bakın örneğin iki yüz yıldır sorunlarımızı “dışa açılma-içe kapanma” ikilemi etrafında tartıştık durduk. Bugün “dışa açılalım” diyenlerle “içe kapanalım” diyenler arasındaki kavga sürüp gidiyor. Fakat hakikati bu ayrımın dışında bulabiliriz. Zira bu karşıtlığın bir tarafında duranlar da tam anlamıyla orada değiller zaten. “İçe kapanalım” diyenler, egemen “dışa açılma” formlarını beğenmedikleri için bu pozisyona sahip çıkıyorlar. “Dışa açılalım” diyenler ise içerideki pozisyonlarını daha kavi hale getirmek istiyorlar. Bunların dışına çıkalım ve diyelim ki, Türkiye’nin sorunu iddia sahibi olmak ya da olmamakla ilgilidir. Tarih(ler)inden, toplumundan (toplumlarından), kültüründen (kültürlerinden) korkmayan bir ülke olabildiğimiz anda daha güzel bir yer olacak burası.
Sevgili arkadaşlar, geçtiğimiz aylarda dergimiz yazarlarından B. Berat Özipek’in ifade ettiği gibi “Türkiye’de mücadele derin güçler ile sivil güçler arasında.” O nedenle sivil güçleri kim, nereye kadar temsil ediyorsa, onu o noktaya kadar desteklemek gerekiyor. Çok önemli yaklaşımlar serdedildi burada; fakat siyasal aktörlere bağımlı değişken muamelesi yapmak, onları sürekli edilgen pozisyonlarda görmek ve yapıların hükümranlığından bahsetmek bizi yanlış noktalara götürür. Politika niçin yapılır? Olanı değiştirmek, olanın belirleyiciliğine itiraz etmek, yeni “olması gereken” perspektifleri önermek için.
Politika, olanı tahkim etmek ve meşrulaştırmak için de yapılır.
Elbette ve o nedenle biraz önce söylediğim noktaya, mücadele noktasına gelir tartışma. Bugün farklı politika üretenler arasındaki bir mücadeleden bahsediyoruz.
Bu tartışma daha fazla derinleşmeden müdahale edeyim izin verirseniz. Vaktimiz azaldı ve hiç değinemediğimiz pek çok konu var. Dünya siyasetine hiç değinemedik. ABD’de yeni bir dönem başlıyor. Afrika, Ortadoğu, Çin, Rusya, Hint-Pakistan hattı yeni gerilimlerin ortaya çıkacağı alanlar olacak. Bu ayki dosya konumuz bütünüyle bu konuya hasredilmiş olduğu için burada bu tartışmayı açmak istemiyorum. Bu, önümüzdeki günlerde sıkça masaya yatıracağımız bir mesele olacak sanırım.
Bugün dünya dengelerinin yavaş yavaş değişmeye başladığını görmemek elde değil. Soğuk Savaş’ın bitimi sonrasında ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeninin yerini yeni güçler dengesi alacak ve dengenin nasıl şekilleneceğini şu anda net olarak kestirebilmek çok zor. Talha Köse ve Nuh Yılmaz, Eylül sayısında “Tarihin Dönüşü ve Yeni Dönemin Jeopolitiği” isimli bir yazı kaleme almışlardı ve orada çok önemli bir tespitte bulunuyorlardı bence. “ABD’nin tek kutuplu küresel hegemonyasının yerini, daha esnek ve dinamik bir güçler dengesi alacak. Bu dengenin nasıl şekilleneceği ise şu anda başta Türkiye, İran ve Pakistan olmak üzere orta ölçekli ülkelerin ne tarafta yer alacağına bağlı. Mevcut gerilimlerin ana kaynağını da bu yeni düzene geçiş sürecinin sancıları oluşturuyor.”
Bizler kâhin değiliz. Ama sürecin gittiği noktaları da görmezden gelme lüksümüz yok. Gelişmeler farklı güzergahlara aksa da, önümüzdeki dönemin insanlık için zor bir dönem olacağını ve ne yazık ki çok daha kanlı geçeceğini öngörebiliriz. Türkiye’de biz suni gündemlerle birbirimizi yerken, enerjimizi tüketirken dünyadaki gelişmelere müdahil olma kapasitemizi de zayıflatıyoruz. “Küçük olsun, bizim olsun” yaklaşımındaki arkaik elitlerimizin bizi mecbur ettikleri tartışmalar, onların aslında hangi güç ilişkilerine hizmet ettikleri hakkında da açık fikir veriyor.
Son olarak kısaca “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyası ile ilgili görüşlerinizi de alayım ve ardından oturumu kapatalım.
  Bence Abdullah Gül’ün beyanı her şeyi özetliyordu: İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir metin bu.
  O konuda hepimiz mutabıkız sanırım; fakat bir arkadaşımız dışında hiçbirimiz bu metne imza koymadık.
“Büyük felaket nedeniyle Ermeni kardeşlerimizin acılarını paylaşıyoruz” demekle, “Özür diliyoruz” demek birbirinden farklı.
Bu tür süreçlerin etnik milliyetçilikleri beslediğini düşünüyorum. Bir etnik totalitenin parçası olarak bir başka etnik totaliteden özür dilemek benim hiç de makul bulduğum ve altına imza atabileceğim bir şey değil. Bu tür hamleler, milliyetçileşme süreçlerini hızlandırıyor. Beni nasıl İttihatçı çeteler temsil etmiyorsa, vicdanlı bir Ermeni’yi de Ermeni çetecilerin temsil etmediğine inanıyorum.
Bu kampanyanın Türkiye’nin aleyhine kullanılacağı yönünde bir endişe var, buna katılıyor musunuz?
Olabilir. Fakat bu Türkiye’nin öyle ya da böyle yüzleşmesi gereken bir durum. Zor bir durum olduğunu kabul ediyorum. Ama yıllardır süregelen inkar politikaları ile bir yere varamayacağımız da artık çok açık.
Konuşulacak daha pek çok konu var. Fakat burada kesmek zorundayım. Önümüzdeki ay tekrar görüşmek dileğiyle…

Paylaş Tavsiye Et