Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Laiklik maceramız
İbrahim Kalın

HABERMAS, The Future of Human Nature adlı eserinde Batı toplumlarının gereğinden fazla sekülerleşmiş olduğunu, bu yüzden gereksiz bir nihilizme sürüklendiğini söyler. Üstelik bunu bir itiraf olarak dile getirir. Neden? Çünkü Batı’nın öncülüğünü yaptığı “yıkıcı sekülerizm”, sadece manevi bir kriz yaratmakla kalmamış; aynı zamanda köktendinci hareketlerin doğmasına neden olmuştur. Seküler dünya görüşünün pozitivist mutlak doğru modelini takip eden bu hareketler, tek-boyutlu ve lineer bir epistemolojiyi esas alır ve anti-tezi olarak karşı çıktıkları seküler modernizmi farkında olmadan yeniden üretirler. Habermas, radikal sekülerizmin Batı tasavvurunu da olumsuz yönde etkilediğini düşünür. Ona göre; Batılılar başka kültürlere, “rakip bir dinin Haçlı neferleri yahut araçsal aklın ve yıkıcı sekülerleşmenin satış elemanları” olarak algılanmayacakları bir imaj sunmalıdır. Habermas çareyi “yıkıcı olmayan bir sekülerleşme” modelinin geliştirilmesinde arar.
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” kehaneti Batı toplumları için geçerli olabilir ama bu, o hükmün doğru olduğu anlamına gelmiyor. Bugün geldiğimiz noktada ise dünyanın kutsal manasının yeniden keşfedilmesi gerekiyor. Peter Berger’in “The Desecularization of the World” (dünyanın sekülerleşmeden kurtarılması) kavramı dünyada giderek yaygın bir kabul haline geliyor.
Bizdeki laiklik tartışmalarında ise şu nokta ısrarla gözden kaçırılıyor: Türkiye’de laiklik hiçbir zaman din-devlet işlerinin birbirinden ayrılması manasına gelmedi. Laiklik, kelimenin en geniş manasıyla bir gelenek-modernleşme çatışmasıdır. Daha doğrusu mutlak bir gelenek kavramıyla dogmatik bir modernleşme kavramı arasında yaşanan bir gerilimdir. Türkiye’de laikliği savunanların kahir ekseriyeti, bu ilkeyi devletin bekası yahut dinin devletin merkeziyetçi müdahalelerinden korunması için değil, dinin modern yaşamda bir yerinin olmaması gerektiğine inandığı için savunuyor.
Bu noktada Türk laikçiliği ile 19. yüzyıl modernleşme zihniyetinin ürettiği din anlayışı örtüşüyor. Ortaçağ karanlıklarından çıktığına inanan Aydınlanma düşünürleri, din mitini bir şekilde yıkmak zorundaydılar. Bilim, felsefe, edebiyat, sanat, mimari, siyaset alanında öngördükleri yeniliklerin önündeki en büyük engel Kilise’ydi. Hıristiyanlığı “kısmi reform” ile tashih etmek yeterli görülmedi; çünkü Promethé’nin modern torunları kendilerine hiçbir rakip tanımıyorlardı. Avrupa’da gelenek bireyi besleyen ve zenginleştiren bir güç değildi. Zaten siyasi, lengüistik ve kültürel olarak paramparça olmuş bir Avrupa’nın yaslanabileceği büyük bir “ortak gelenek” hiçbir zaman olmadı. Sonuçta yenilenme, çağdaşlaşma, kalkınma adına Kilise’nin feda edilmesi gerekiyordu.

Türk Sekülerizminin Serencamı
Avrupalı aydınların Kilise’nin temsil ettiği Hıristiyanlıktan başka bir din tanımamış olması mazur görülebilir. Fakat Avrupa’nın din konusunda yaşadığı özel tecrübeyi genelleştirip bütün din ve geleneklere teşmil etmek, bizim laikçi aydınlarımızın temel hatasıdır. Avrupa’da laikliği savunanların karşısında somut bir rakip vardı: Kilise. Yani papasından kardinaline, papazından vaizine kurumsallaşmış dini temsil eden bir otorite.
Türkiye’de ise böyle bir mücadele çerçevesi hiçbir zaman olmadı; çünkü bizde din ve dinî otorite, toplumda içkin bir durumdur. Dinen doğru ve meşru kabul edilen ilkeler şüphesiz temel metinlerde ortaya konmuş; uzmanları (ulema) tarafından geliştirilmiştir. Fakat ‘ortodoksi’ (geniş manasıyla dinî otorite ve onun meşru gördüğü inanç ve davranışlar) aynı zamanda toplumun, bireylerin yaşadığı ve yaşattığı bir şeydir. İslam’da ‘ortodoksi’ sadece fakihlerin değil, aynı zamanda düşünürlerin, filozofların, sufilerin, yazar ve şairlerin, yöneticilerin, askerlerin, tüccarların, meslek loncalarının, tekkelerin, kısacası bütün toplum kesimlerinin katıldığı ve şekillendirdiği bir birikimdir. O yüzden Türkiye’de laiklik adına kurumsallaşmış dine karşı mücadele etmek, doğrudan toplumu hedef almaktır. Zira Avrupa’daki Kilise’nin yerini bizde halk almıştır.
Bu noktada laikçilik, Türkiye’de halk-karşıtlığına dönüşür. Halkın inanç ve adetleri, dinin rengine bulanmış birer tortu olarak görülür. Laikçi modernleşme bu tortuları ortadan kaldırmak için vardır. Araçları da bellidir: Devlet otoritesiyle endoktrinasyon (resmî ideolojinin zihinlere nakşedilmeye çalışılması). Bu süreç zecrî ve tepeden inmeci olmak zorundadır; çünkü insanlar ve toplumlar doğal hallerine bırakıldıklarında dinî duygu ve değerlerinden kopamazlar. Bu değerler, İstanbullu bir Müslüman için namaz kılmak, Los Angeleslı bir hippi için yoga yapmak, Tel Avivli bir Yahudi için ağlama duvarına gitmek yahut agnostik bir Amerikalı için Da Vinci Şifresi’ni okuyup Hıristiyanlık tarihi hakkında tefekkür etmek şeklinde tezahür edebilir. Laikliğin kalesi kabul edilen Fransa’da en fazla satan kitaplar listesinin başında ‘okült’ kitapların olması bir tesadüf değildir. Zira sahih yollarla karşılanamayan her ihtiyaç, bir sapmayı da beraberinde getirir.
Devletin eliyle halkın inanç ve davranışlarının değiştirilmesi yani laikleştirilmesi, tepeden inmeci modernleşme programlarının doğal bir sonucudur. Türkiye örneğinde bu, çevrenin merkezden uzak tutulması olarak çıkar karşımıza. Kendini merkezde gören siyasi elitler, geniş halk kitlelerini her zaman çevre olarak tanımlarlar. Onlara göre ‘çevre’, Türkçesiyle, kılık-kıyafetiyle, yanmış esmer yüzüyle, nasırlı elleriyle, tülbent ve başörtüsüyle, sakalı ve takkesiyle her zaman merkezden uzak tutulması gereken bir kitledir. Bu taşralı ve köylü kimliğin, merkez hakkında bir hak iddiasında bulunması düşünülemez. Zaten çevredekilerin, merkezdekilerin medeniyet, fikir, vicdan, nezaket, vs. seviyesine ulaşması mümkün değildir. Modern, çağdaş, evrensel niteliklere sahip olmayan insanların merkeze yanaşmaya çalışması bile en sert tedbirlerle engellenmelidir.
Cumhuriyet döneminde modernleşme programının şapka, balo, dans, heykel, marş, tören gibi son derece sembolik uygulamalar üzerinden yürütülmesi bir tesadüf değildir. Ülkenin kalkınması yahut savunmasıyla hiçbir alakası olmayan bu “amal-i muasır”, çevreyi çevre olarak tutmak için ihdas edilmiş politikalardır. Türkiye’deki ortalama bir insanın balo, dans, tiyatro, opera türü şeylere iltifat etmeyeceğini çok iyi bilen merkez eliti, bu semboller üzerinde ısrar eder ve sonuçta şunu söyler: “Muasır değerleri özümsememiş kişilerin Türkiye’yi yönetme hakkı yoktur. Zaten bu köylü tebaanın da bu değerleri özümsemek gibi bir niyeti yahut çabası yoktur!”
Dolayısıyla çağdaşlığı sembolize eden zecrî uygulamalar Türkiye’de yaygınlaşsın ve halk arasında rağbet görsün diye değil, tam tersine tepkiyle karşılansın diye uygulanmış devlet politikalarıdır. Bu yüzden Türk laikçiliği halka karşıdır ve CHP ne kadar uğraşsa da, laikçilik ve halkçılık ilkelerini telif edemez.
19. yüzyıl pozitivizminin ürettiği din korkusu, Türkiye’de merkeziyetçi modernleşmecilik ve radikal laikçilik ile aşılmaya çalışıldı. Cumhuriyet mühendisleri İslam’ın yerine “medeniyetçi Türkçülük”ü ikame etmek istediler; zira “medenileştirme projesi”nin din sorununu kökünden halledeceğine inanıyorlardı. Medeniyet metafizik ve dinin de ötesinde insanlığın en ileri safhasını temsil ettiğine göre, her tür geleneksel, tarihî ve aşkın değerin yerine medeniyeti ikame etmek gerekirdi. Türklüğün bekası, medeniyet dairesinde kalmasına bağlıydı. Zaten modernitenin ana tezi de bunu destekliyordu: “İnsanlık (humanity), dini aşacak bir olgunluğa ulaşmıştı.”
Laiklik bizim gündemimize bu noktada girdi. Seküler bir hümanizm modelinin başarılı olacağına inananlar, bunun ancak devletin ve giderek toplumun ve bireylerin dinden ve gelenekten uzaklaşması ile mümkün olacağını öngörüyorlardı. Bunun için dine dayalı ahlak normları yerine, seküler bir etik programı devreye sokuldu. Dini ahlaka indirgemek suretiyle dinin toplumsal boyutları süreç içinde ortadan kalkacaktı. Türk laikçiliğinin halkla çatıştığı bir diğer nokta da burası oldu. Zira halkın ahlakî değerleri Peygamber örneğinden ve Kur’an’ın tarih ve ahlak anlayışından bağımsız ele alınamazdı. Aksi halde değerlerin ontolojik temeli konusunda bir kriz başlatırdı.

Üç Türk Kızı Hıristiyan Olunca!
Nitekim Cumhuriyet elitinin din-dışı bir ahlak geliştirmek için verdiği çaba her defasında sonuçsuz kalacak ve büyük çelişkilere yol açacaktır. Bunun çarpıcı örneklerinden biri 1927 yılında Bursa’da yaşanır. Bursa Amerikan Mektebi’ndeki birkaç Türk kızı Hıristiyan olur. Haber bir şok etkisi yapar ve çağdaşlık, vicdan hürriyeti ve azınlık okulları konusunda hummalı bir tartışma başlar. 2 Şubat 1928 tarihli Hayat gazetesinde “Hıristiyanlaşma Meselesi” başlıklı bir yazı kaleme alan Mehmed Emin (Yurdakul), “en Türk olan şehrimiz Bursa’da niçin bir ‘Amerikan’ mektebi bulunduğunu” sorar. 11 Şubat 1928 tarihli Vakit gazetesinde “Ruhaniyat Düşkünlüğü, Ebeveynin Kusuru” başlıklı bir yazı kaleme alan Halil Halid, “Müslümanlıktan çıkacak her ferdimizin Türklük için bir kayıp teşkil edeceğine öteden beri inanmaktayım” der. 9 Şubat 1928 tarihli Hayat gazetesinde bir yazı yayımlayan Fuat Köprülü “Hıristiyanlaşma hadisesi bir kültür buhranıdır” der. Köprülü’ye göre geçmişi aşağılama politikaları bu sonucu doğurmuştur. Fakat Köprülü’nün itirazı yeterli midir? Resimli Ay gazetesinin 1 Ocak 1927 tarihli nüshasında “Yeni Bir Din ve Yeni Bir Peygambere mi Muhtacız?” başlıklı imzasız bir yazı yayımlanır. Yazıda yeni dinî akımlardan kısaca bahsedilir. Çağdaş bir dine duyulan ihtiyacın dile getirildiği yazıda İslam kelimesi bir defa bile geçmez!
Aynı yazıda din ve kalkınma meselesi ele alınır ve kalkınmanın büyük şehirlerde olduğu; zira şehirlerin daha fazla sekülerleştiği, geleneksel değerlerde ısrar eden taşrada ise hiçbir gelişmenin olmadığı söylenir. Buna göre kalkınmak ve gelişmek için dinî inanç ve adetlerin ortadan kalkması gerekir; zira Avrupalıların böyle kalkındığına inanılır. Oysa Cumhuriyet aydınımızın okumadığı Weber tam tersini söyler. Ona göre Kalvinist-Protestan iş ahlakı, kapitalistleşme sürecini hızlandıran bir faktördür. Bu paradoksu Weber’in Protestan ahlakından ve “Anadolu arslanları” tecrübesinden sonra bile aşabilmiş değiliz. Dinî inanç ve değerlerin ekonomik kalkınmanın önünde bir engel olmadığını ispatlamak için daha ne yapmak gerekir?
Eğer sorun gerçekten kalkınmadan kaynaklanıyorsa, o zaman biraz geri gidelim ve Batı dillerinden tercüme ettiğimiz kalkınma ve gelişme kelimelerinin ne manaya geldiğine bakalım. 1900 yılında Fransız Sömürgeler Bakanlığı, Bakanlığın Coğrafya İşleri Şefi Camile Guy’dan “Les colonies francaises: la mise en valeur de notre domaine coloniale” (Fransız Sömürgeleri: Sömürge Bölgemizin Değerlendirilmesi) adında bir kitap hazırlamasını ister. Başlıkta geçen la mise en valeur kelimesi, literal olarak “bir şeyi değerlendirmek” demek. Bugünkü sözlükler bu kelimeyi “gelişme/kalkınma” olarak karşılıyorlar. Fakat o dönemde bu kelimenin Fransızca developpement kelimesine tercih edilmesinin çok manidar bir sebebi var: Bu dönemde Fransız sömürgelerinin ‘değerlendirilmesi’, “onlardan daha fazla verim alınması” anlamına geliyor. Fransızların lügatinde kalkınma, sömürmeyle eş anlamlı bir kelime.
Sonuç itibariyle laiklik maceramız tüm çarpıklığı ve çelişkileriyle devam ediyor. Mustafa Kemal’in “İnkılâbın kanunu mevcut kanunun fevkindedir” cümlesi içinde bulunduğumuz istisnai durumun veciz bir ifadesi. Bu yüzden biz her yılın Ekim ayına irtica tartışmalarıyla girmeye bir müddet daha devam edeceğiz gibi görünüyor.


Paylaş Tavsiye Et