Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Kurb-an: An içinde yaklaşmak
Zülküf Oruç
KURBAN Bayramı’na yaklaşırken, alışılageldiği üzere yine kurbanın sosyal adalete, zengin-fakir ilişki biçimlerine ve Türk sivil havacılığına olan katkılarından; piyasalara nefes aldıran, rahatlatan, gevşeten, domuz gribinin bir taun gibi üstümüze çöktüğü bugünlerde kırmızı etin kolesterol gibi muzır olanlarından daha çok bağışıklık sistemini güçlendiren “pozitif” etkilerinden bahsedecek “uzmanlar”. Sonra belki de “ilahiyatçı uzmanlar”, teba arasında yaşanan “Nelerden kurban olur?” sorusu etrafında dönen kısa süreli şaşkınlığa son verecek açıklamalarıyla ekranlarda görünecekler. Kasapçı esnafı belki et satamayacak ama derin donduruculara konarak altı ay sonra da aynı tazeliğinde yenmek üzere saklanacak kıymaları çekerek günü kurtaracak. Şeker Bayramı’nın Ramazan’a, Kurban Bayramı’nın ise neredeyse kış aylarına denk geldiği, ancak aynı anda dört iklimin de yaşanabildiği güzel ülkemizde, dokuz gün olsa daha iyi olabilecekken beş günle de iktifa edilecek bir turistik canlanma yaşanacak; akşam haberlerinde ise dellenmiş kurbanlıkların başrol oynadıkları, ahir ömürlerinde bir kez olsun TV’ye çıkanların yer aldığı, western filmlerini aratmayacak sahneler görünecek.
Fakat kurbanın ekranlarda görülemeyen çok daha önemli bir boyutu var. “Kurban” yakınlaşmakla aynı kökten gelir. Kalbimizde ağırlık yapanları bırakıp yola devam etmek halini ima eder. Bu açıdan feda etmek yahut adanmak ile de birlikte anılsa yeridir. Madem söz konusu olan yakınlaşmaktır, bunun karşısında neyin sahiden bir değeri olabilir ki? Söz konusu olan Tanrı’nın insandan vermesini istediği bir hediye olunca “kurban”ın Kierkegaard’dan Tarkovski’ye birçok zevatın da ilgisini çekmiş yüklü bir metafor halini alması kaçınılmazdır.
Bizim hikâyemiz de neredeyse bir kurbanla başlıyor. Adem (a.s.)’in oğulları Habil ile Kabil’in Allah’a sunacakları bir hediye ile. Herkes aslında verebildiği kadar, vazgeçebildiği kadar bir değere kavuşur. Habil’in hediyesi ilahi bir kabul görür. Kabil ise tardolunur. Kabil’in kararmış kalbinden fışkıran kıskançlık, haset ve hırs, birikmiş bir öfke ve gayz olarak Habil’in kanını döker. Yeryüzünde tamah ve kıskançlığa verilmiş ilk kurbandır Habil. Habil masumiyettir, içtenliktir. Hesapsız kitapsız bir teslimiyettir. Zaten ancak en masum olanı kurban ederiz değil mi? Tertemiz ve bozulmamış olanı ancak kurban etmeye layık görürüz. Adet üzere bizde en çok koyun ve kuzulardır kurban edilen. Savunmasız, kendini sizin ellerinize bırakmış bir masumiyettir kuzu. Adeta en ufak bir karşı koyma ve direnç, kurban edenin içindeki niyeti birden bir öfke ve intikam duygusuna çevirmesin diyedir bu itaat hali. Tanrının önünde kuzular gibi hiçbir direnç göstermeden durabilmeyi, kuzulardan öğrenelim diyedir sanki biraz da kurban. Kurbana dair en çok üzerinde durulması gereken hikaye belki de İbrahim (a.s.) ile oğlu İsmail (a.s.)’e ait olandır. İbrahim’in kurban eden, İsmail’in ise kurban edilen olarak Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız teslimiyetlerine verilmiş bir göksel hediyedir kurban.
Baba, dokunur oğlunun tazecik boynuna. Gök henüz ağarmaktadır. Yerle göğün arasında sanki bir tek baba ve oğul vardır. Yeryüzü koca bir sahne, yaşanmakta olansa nesiller boyu anlatılacak bir büyük hikayedir. Baba hem peygamber olacak bir oğlun babası hem de yeryüzünde bir tek Allah’a yönelen kim varsa onun peygamberidir. Oğul soylu bir kadının değil bir kölenin oğludur; öteki kadının oğlu. Doğurgan, toprak gibi koyu ve mümbit. Ama Allah, elçisinden bu köle kadının oğlunu kurban etmesini ister. Şehrindeki bütün putları kırmış, bedel ödeyerek, tutkuyla Rabbini aramış bir babadır İbrahim.
İmanın babasından, imanını sınaması istenir. Kiminle? En sevdiğiyle. Yüreğinde O’ndan gayrı yer tutan her neyse onunla. İbrahim’in yaşadığı bir trajedi değil; en azından bizim için değil. Belki Batılılar bunu bir büyük karar anı, bir tercih olarak anlayabilirler. Öyle resmederler büyük yağlıboya tablolar ve gravürlerde. Vazgeçilmesi birbirinden güç olan iki şey arasında kalan insanın kararsızlık anı. Ama öte yanda Kurb-an vardır: An içinde yaklaşmak. Aradan bütün perdeleri kaldırmak. Mal, mülk, makam, mevki, şöhret, şehveti; dünyanın insanın içinde biriktirdiği her şeyi… İçimizde salgısını, tortusunu bırakan, bizi azar azar her gün zehirleyen, zehirlerken uyuşturan, kalbe derin bir uyku bir gaflet halini fısıldayan her şeyi. Onunla dünyaya bağlandığımız her ne varsa onu. Ve dosdoğru O’na yönelmektir.
Allah kurbanla sanki insanı içindeki karanlık boşluktan alıp yükseltmek ister. Yusuf’un düştüğü kuyu gibi bir boşluktur bu. Karanlıktır, kesiftir. Bunun diğer bir görüntüsü de sanki yine bir babanın Yakup Peygamber’in hüznüdür. En sevdiğinden ayrı ve uzaklarda olmanın hüznü gibi. Sanki bizim yeryüzündeki ruh sürgünümüze, hüznümüze eş çağlar boyunca hep o hüznü anlatsın diye yaşanmış bir ayrılıktır bu. Yusuf’u bulur Yakup. Kutlu bir kavuşmadır. Fakat İbrahim’in sınanması bunun da ötesindedir sanki. Yıllar sonra sahip olduğu, kavuştuğu oğlunu kendi elleriyle kurban etmesidir istenen. İçimizdeki en değerli olanı ama dünyaya ait olanı. Burada zamanımıza ait bir garanticilik yoktur. Dindarlığın toplumsal düzenle uyumlu, insana itibar ve mevki getiren boyutları çoktan geride kalmıştır. Söz konusu olan bir oğlu kurban edebilmektir. Bıçağın taze tene değdiği andan sonra artık geri dönüşü olmayan bir kesinlik vardır. Bu eylem içinse insanın ihtiyaç duyduğu tek şey bütün kuşkulardan arınmış sonsuz bir eminlik içinde Rabbinin sözüne itaat ve sadakat halidir.
Çoğu zaman vazgeçtiklerimiz aslında bir sonraki adımda elde etmeyi umduğumuz daha büyük mükafatlar içindir. Aslında olan biten ancak görünenler düzeyindedir. Otantik bütün varoluş halleri, bağlanmalar artık içi boşaltılmış bir kimlik siyasetine kurban edilmiştir. Üretilmiş bir “biz” bilincine dâhil olarak artık ticaretimizi daha mebzul, hayatımızı daha konforlu kılmanın imkanlarına sahibizdir. Aslında vazgeçişlerimiz, elimizin tersiyle ittiklerimiz dahi bir görüntüden ibaret olabilir. Daha büyük bir hesabın içinde bir sonraki adımda konacağımız ikbalin meyveleri için an içinde vazgeçtiğimiz birkaç ıvır zıvırın ne kıymeti olabilir? Oysaki Tanrı tutkulu bir sevgili gibi hiçbir hesap yapmadan vermemizi ister. Zira bu öyle toplu halde kurulabilen bir bağ değildir. Evrende uçsuz bucaksız bir çorak ülkede tek başına kalmış gibi, bir sen ve bir de O varmış gibi kurman gereken bir bağdır. Arkandan kimlerin geldiğine bakmadan önündeki uçurumu dahi hesaba katmadan yürümek, cebindeki parayı saymadan, ayın sonunu hesap etmeden verebilmek halidir. Kurbanın biz modernlere bahsettiği öğrettiği en temel mesele budur: Hayat sigortasıyla, emniyet kemeriyle bağlanmadan, tedbir yapmadan, halden hale girmeden, dört işlemsiz ve grup indiriminden faydalanmayı hesap etmeden vazgeçebilmek. Bambaşka bir akıl halini edinebilmek. Tıpkı babamız İbrahim gibi O’nu bulmadan hiçbir şeyin tatmin edemeyeceğini tek bir gün dahi yaşanamayacağını bilerek O’nun için ama sadece O’nun için vazgeçerek yürümek.

Paylaş Tavsiye Et