Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Bir psikolojik olay olarak “Kıskanmak”
Ümit Aksoy
ŞÖYLE bir durum olduğunu düşünelim: Birisi can yakıcı bir suç işlemiş ve siz de bu suçu kimin yaptığını düşünüyorsunuz; elinizde üç aday var ve onların arasından birisidir muhakkak diyorsunuz, başka bir ihtimal yok çünkü. Nihayetinde öğreniyorsunuz ki, gerçekten bu suçu, bu üç kişiden birisi işlemiş. Zeki Demirkurbuz’un son filmi Kıskanmak’la ilgili ilk bilgiler kulağıma çalındığında, belki birçokları gibi, ben de kendi kendime “Tamam!” dedim “tam bir Demirkurbuz filmi”; katil muhakkak odur!
Öteden beri söylenegelen, klişe bir yargı var: Türk edebiyatı (özellikle başlangıç dönemlerinde) Batı’dakine benzer trajik bir temelden yoksundur. Daha sonraki ürünlerde bu eksiklik giderek azalsa da, bu “eksikliğin” ima ettiği gerçekler varlığını sürdürdü. Eksikliğini bir şekilde gideremediğimiz temel anlam birimimiz ise trajik malzemenin yahut hissiyatın taşıyıcısı olan kötülük’tü. Çünkü trajedi, bir tür iradesizlikle birlikte başınıza sizin isteğiniz dışında gelen kaçınılmaz felaketlere göndermede bulunur. Bu ise “hayat” denilen şeydir ve bununla yüzleşemeyen yani bunu edebi yahut sinematografik bir dile dönüştüremeyen ürünler, hayat denilen o “acı gerçek”i bir türlü kavrayamamış olurlar. Çünkü gerçeklerin ima ettiği o ağır ama (şeyler/olaylar arasındaki ilişkilerin tutarlılığıyla ilgili) doğru kavrayışı bize veremezler. “Gerçek”in ima ettiği ağırlığı kaldırabilmek zordur. O yüzden gerçeği sulandırarak hafifletir ve katlanılabilir bir kıvama getiririz. Bundan dolayı da denilebilir ki sürekli olarak büyüyememiş, çocuk kalmış bir toplum olmayı sürdürürüz.
Zeki Demirkurbuz sinemasının kötülükle uğraşıp durması, bu bağlamda, az önce aktardığım klişenin karşıtlarının bir hayli anlamlı ve değerli bulduğu bir örnektir hiç şüphesiz. Çünkü bu durum, yalnızca tarihsel olarak geride kalmış ve giderek trajediden (yani kötülükten) nasibini almaya başlamış bir toplumun, çocukluktan, gülünçlükten vs. kurtulmasını anlatmıyor. Burada asıl önemli olan (bütün bu tarihsel malzeme üzerinden yapılan konuşmaların ardında bu yok mudur zaten?), hâlihazırda devam eden büyümemişlik, kabalık ve akıl dışılık durumudur. Denilebilir ki, ortalama bir aklın altına imza atacağı popüler kültür eleştirisinin arka planında, bu eleştiri biçimine göre, hep bu güdük kalmış bünyenin sonuçları bulunmaktadır. Bu anlamda Demirkurbuz sinemasının en önemli taşıyıcı motiflerinden birisi olan “bilinemezci irade”de bile, kendisine saldıran dünyaya karşı aynı şiddetle cevap vermeye çalışan (Tanrılara savaş açan mitik kahramanlar gibi) ruh hali, bu şiddete meyyal ton dikkate değerdir.
Kıskanmak, bütün bu söylediklerimiz bağlamında, Demirkurbuz’un çekmekten bir hayli heyecan duyduğu, onu bir kez daha insanın tekinsizliklerinde dolaştıran bir duygusal durumun izlerini sürdüğü bir film. Bu “duygusallık” vurgusu önemli, zira Demirkurbuz’un diğer filmlerinde, görece daha fazla gündem oluşturmaya çalıştığı (ama ne yazık ki çok da fazla beceremediği) ontolojik haller, bu filmde doğrudan doğruyu “duygusal” bir modda ilerleyen süreçlerle birlikte ortadan kalkmaktadır. Masumiyet (1997), Yazgı (2001) veya Kader (2006) filmlerinde yürütülmeye çalışılan ontolojik soruşturmaların bu filmde iyiden iyiye azalması, Demirkurbuz sineması açısından oldukça anlamlı bir gelişme olarak kaydedilmelidir. Bu, filmin biçimsel kurgusunun, daha önceki Demirkurbuz filmleriyle arasında, zaman ve mekanın örgütlenmesi söz konusu olduğunda daha fazla belirgin hale geliyor. Denilebilir ki, tarihsel bir film çekmek zorunda kalmak (her ne kadar yönetmen bir kez daha bu tarihsellikten çıkmak istediğini ve dahi çıktığını söylese de) pek de o kadar başarılabilmiş bir şey değil. Çünkü burada, hem bir hikaye anlatmak (tarihsel bir malzeme olarak) hem de bu anlatı içerisinde belirli kesitlere yoğunlaşmak Demirkurbuz sinemasının ağırlaştırılmış zaman ve mekan örgütlenme tarzının oldukça dışında bir yerde duruyor. Her ne kadar, Kader’le birlikte “dışarıya” yönelik bir hareketten söz açılsa da, Kader’deki sahte ontolojik hava dışarının içeri olarak algılanmasını sağlamaya devam etmekteydi. Burada ise artık ontolojik bir nüve olarak kodlanamayacak kadar duygusal örüntülerin cirit attığı bir ortalama durumda, Demirkurbuz’un ağırlaştırılmış anlarının bir hükmü kalmamaktadır ve denilebilir ki belki de ilk defa Demirkurbuz sineması, ayrıcalıklı anları keşfetmiştir. Bu ise başka türden bir zaman ve mekan örgütlenmesini doğurmaktadır. Dolayısıyla, duygusal bir modun doğal sonucu olan ayrıcalıklı anlar (siz bunu bir fotoğraf pozu olarak okuyun) Kıskanmak’ın yegane ayırt edici özüdür -ki bu keşif Demirkurbuz’u şimdiye kadar çok uzağında bulunduğu Nuri Bilge Ceylan’a yaklaştırmaktadır-
Dolayısıyla Kıskanmak, Demirkurbuz’un, daha “gerçekçi” bir sinemaya doğru yol alışının başlangıcıdır bir bakıma; tabi bunu devam ettirirse. Bu gerçekçilik düzeyi sahte ontolojik sıkıntıları psikolojik bir dile dönüştürmeyi başarabilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Psikolojik dil, insanın temel durumlarının, bir takım psişik olaylar ve süreçlerle açıklanmasını ima eder ve bu dil, insani olanı “kötücül” kodlayışlarla işaretlenmenin en bilinen yöntemlerinden birisidir. Ve Demirkurbuz’un bu psikolojik dili (farkında olmadan olsa) keşfi, onun sinemasının daha gerçekçi bir noktaya çekilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü bu kötücüllük, insanın asli değil arızi hallerini anlatmaktadır ve bu kötülük dilini ontolojik olarak kurmaya çalışmak aslında dilin kaldıramayacağı bir harekettir. İnsan doğasının, gülmeye ve ağlamaya indirgenmeden temel varoluş minvalini anlatmanın yegane yolu, sanıldığı gibi (bu toprakların modernleşme hikayesi biraz bu durumun hikayesidir aslında) bir kötülük hikayesi anlatmak değildir. Dolayısıyla sorulması gereken soru, “Yahu bu dünyada neden bu çok kötülük var?” yerine “Neden bu kadar çok kötülük propagandası yapılmasına rağmen iyilik hâlâ bir yerlerde kendini var kılmaya devam ediyor?” olmalı. İyilik ya da kötülük: İşte bütün mesele bu.

Paylaş Tavsiye Et